Pandora’nın kutusu

Pandora’nın kutusu


Pandoranın kutusu denilince: sanırım hemen akla gelen şu “açtırma kutuyu, söyletme kötüyü”. Yani: bir kutu var ve içinde ne olduğu bilinmeyen bu kutu, merak sonucu açıldığında, tüm kötülüklerin ortaya çıkacağı düşünülüyor. Evet, bu küçük yorum yapıldıktan sonra: “Pandoranın kutusu” deyiminin, nereden kaynaklandığı hakkında, sizlere, aslı Yunan efsanelerine dayanan bir hikaye anlatmak istiyorum. Önce hikaye, yorumlar en sonda ve okurlar, okuduklarını kendileri yorumlayacaklar.

Evet: antik dönemdeyiz. Yunan kültürü ve çok tanrılı, dönem. Yunanlı bir yazar, efsaneyi kaleme alır.

Prometheus: heykeltraş titanları yok ettiği için, tanrıların babası Zeus’tan intikam almak için, insanı yaratır. Ancak: erkek heykelini yaparken, çok ağlamıştır ve balçığı gözyaşlarıyla yoğurmuştur. Bu yüzden insanın hamurunda, gözyaşı vardır. Prometheus: daha sonra, bu erkek heykeline can verir.

Tanrıların babası Zeus: Prometheus’un: tanrıların ateşini Olimpos dağından çalması ve insanlara vermesini kabullenemez.

Ayrıca: Prometheus: tanrılar ve insanlar arasında yiyecekleri paylaştırırken: insanlara et, tanrılara ise yağ ve kemik ayırmasına da çok kızar. Tüm bu nedenlerle: insanlara bir kötülük yapmak ister. Bu kötülük için: bir kutu hazırlar ve kutunun içine, tüm kötülük ve hastalıkları kapatır.

Bu arada: Zeus: yine, Prometheus’a misilleme yapmak üzere: kadının yaratılması emrini verir. Çünkü: o sırada dünya üzerindeki bütün insanlar, Prometheus tarafından yaratılmıştır ve erkektir.

Evet, bu emir üzerine: Topal tanrı-Madenlerin tanrısı (aynı zamanda sanatçı olarak da bilinir) Hephaistos: tanrıça Afroditten esinlenerek: toprağa bir kadın şekli ve sesi verir ve böylece ilk kadın yaratılmış olur. Zeus: bu kadına can verir ve ismini Pandora olarak koyar. İsminin anlamı: tanrıların armağanıdır. Bütün tanrı ve tanrıçalar, pandora’yı görmeye ve ona kendilerinden birşeyler vermeye gelirler.

Athena: ona çeşitli elişleri öğretir ve süslü kuşağını bu kadının beline sarar. Afrodit: onu çeşitli büyülerle kuşatır ve güzelliğini verir, yüreğini arzularla doldurur, yüzüne zerafet verir, tutku, heyecan, şehvet, güzellik yükler. Apollo: müzik yeteneği verir. Hera: merak aşılar. Poseidon: inci bir gerdanlık verir. Haberci tanrı Hermesias: içine bir köpek yüreği ve tilki huyu koyar, yalanı, düzenbazlığı ve şeytani duyguları aşılar ve kendisine bir kutu vererek, dünyaya gönderir. Ancak: bu kutuyu asla açmamasını tembih eder.

Kutu: dıştan bakıldığında, muhteşem güzellikler sunmaktadır. Adı ise: mutluluk kabıdır. Görüntüsüyle, baştan çıkartıcı olan: tanrıların insanlara hediyesinin içinde ise: her türlü kötülük ve hastalık bulunmaktadır. Ancak, ismi yani “mutluluk kabı” ibaresi, pandora’yı tahrik eder.

Sonunda, Pandora: meraklı bir kadın olduğu için, “merakı” na dayanamıyor ve kutuyu açarak bütün kötülükleri, dünyaya salıyor. Ancak, kutudan yanlızca bir tek iyilik çıkar. O da, en dibe yani tüm kötülüklerin en dibine saklanmış olan, umut.
Ama, umut ne kadar iyiliktir, bu tartılışılr. En büyük kötülük “umut”tur. Tanrıların babası Zeus: insanların, kötülük ve hastalıklar karşısında: eziyet çekerken yaşamı kestirip atmalarını engellemek ve yeni eziyetler çekmelerinin devamını sağlamak için: “umut” verir. Çünkü: umut, kötülüklerin ve hastalıkların yarattığı eziyeti uzatır. İnsanlar: her türlü kötülük ve hastalık karşısında: umutsuz olsalar, yaşamlarını sona erdirirlerdi. Umut: onların bu hastalık ve kötülükler karşısında çektikleri işkenceyi uzatır.

SONUÇ:

Pandoranın kutusu: bütünlük ve zıtlıkların birliğinin simgesidir.

Çünkü: kadın-erkeğin ve iyilik-kötülüğün zıddı ve bütünleyenidir. Biri olmassa, diğeri de olmaz. Dolayısıyla, ancak biraraya geldiklerinde, bir bütün oluştururlar.
Pandora’nın dünyaya inmesiyle: dünyada yalnız başına olan: erkek ve iyilik biter. Kadın ve kötülük dünya üzerine gelir ve yaşam dengelenir. Ayrıca: iyilik ve kötülük biraraya gelir ve insan tarafından seçim imkanı yaratılır.

Elbette: bu satırları yazarken: amaç: antik Yunan felsefesinde yaratılmak istenen “kadın düşmanlığı” nı gündeme getirmek değil. Çünkü: yaşam elbette bir bütün olarak güzel. Yaşam: kadın-erkek, iyilik-kötülük bir arada güzel. Kötülüklerin yeryüzüne yayılmasını kadın ile betimlemek anlamsız. Sonuçta: biraz önce de söylediğim gibi: iyilik ve kötülük bir arada bulunmakda ve insan: bunlar arasından seçim yapabilme akıl-zeka ve şansına sahip olmaktadır.

Ayrıca: pandoranın kutusundan, en son çıkan “umut”ihtimaller dahilinde, insanların yanında bir güç olarak bulunur. Ancak, sıkıştığında terkedip kaçar. Ancak, bazen de, işe yarar ve beklentileri yükseltir, hayaller kurdurur. Yani: kutudan çıkan onca kötülük ve hastalık karşısında: insanın tek tesellisi “umut”dur.

Aranan kelimeler:

14 Mayıs 2011
bosluk

Antik Dönem, Yunan Mitolojisi, Ölüm ve sonrası

Antik Dönem, Yunan Mitolojisi, Ölüm ve sonrası

Tarihe meraklı olanlar mutlaka rastlamışlardır: antik dönemde ölenlerin ağızlarına, alt ve üst çene arasına bir para yerleştirilir ve öyle lahit içi ve mezar yapılarına konulurlardı. Hatta: mezar soyguncuları, bir mezarı talan ettiklerinde, hiçbir şey bulamazlar sa, ölüye ait bu parayı çalarlardı. Ben ilk kez: Bodrum Müzesinde bu konuda bir resim gördüm. Müzede, sikkeler bölümünde dikkatinizi çekebilir.

Peki, bu para neden ve niçin ölünün ağzının içine, alt ve üst çene arasına sıkıştırılırdı?

Elbette: bu, Yunan mitolojisindeki bir inanışın sonucu. İsterseniz, bu inanışın nedenlerini birlikte anlamaya çalışalım.

Yunan mitolojisinde: ölüler ülkesi “Hades”te, Arkadia bölgesinde bir nehir var. İsmi: Styriks nehri. Hades denilen ölüler ülkesinin çevresinde, bu nehir dolanıyor.

Nehrin suları: 200 metre yükseklikten dökülüyor. Ama, suları çok soğuk ve zaten bu yüzden öldürücü sayılıyor.

Ölen kişinin ruhu: nehrin yanına geliyor. Nehrin kıyısında: Kharon isimli “iskelet bir kayıkçı” var. Ölen kişinin ruhu nehrin kıyısında: Kharon isimli bu kayıkçı tarafından nehrin karşı kıyısına yani Hades ülkesine geçiriliyor. Ama, karşıya geçmek, yani Hades’e ulaşmak için, kayıkçıya yani Kharon’a mutlaka rüşvet vermek gerekiyor. Rüşvet vermese, uzun süre nehrin kıyısında bekler ve ruhu rahata kavuşmaz. Hatta, nehrin karşı kıyısına geçemez ise, ölünün ruhu, sonsuza dek, nehrin kıyılarında dolaşmak zorunda kalır.

Özellikle, öldükten sonra, cenaze törenleri yapılmayanların, karşı kıyıya geçemedikleri söylenir. Peki karşı kıyıda ne var? Daha önce söylediğim gibi, Hades ülkesi, yani “Elisium bahçeleri” ve “Tartaros” var. İnsanlar buraya ulaştıklarında, ruhları huzura kavuşuyor ve yeniden dünyaya gelene kadar, burada huzur içinde bekliyorlar.

xxxxxxxxxxx

Nehrin başka bir özelliği daha var. Nehrin sularından içildiğinde “ölümsüz” olduğuna inanılır. Ayrıca, yine nehrin sularından içildiğinde, o ana kadar yaşanmış bütün her şey unutulur. Yani: hafıza sıfırlanır.

Troya savaşına katılan, ünlü kahraman Archille, annesi Irmak tanrısı Thetis tarafından çocukken, bu nehrin sularına batırılmış ve ölümsüzlük kazanmış. Ancak, annesi onu nehrin sularına batırırken topuğundan tuttuğu için, Paris tarafından atılan bir ok ile topuğundan vurularak öldürülmüş.

Irmağın bir diğer özelliği de, ırmak üzerine edilen “yeminler” dir. Tanrılar, ırmak üzerine ettikleri yeminden dönemezler. Aslında, mitoloji tarihinde, birçok saçma olay, sırf bu ırmak üzerine edilen yemin yüzünden oluşmuştur. Irmak üzerine yemin eden, yeminini bozacak olursa, korkunç bir cezaya çarptırılır. Bir yıl boyunca, ağzına ne tanrı balı, ne de tanrı şarabı koyabilir. Soluk alamaz, sonra da dokuz yıl boyunca, diğer tanrılardan, toplantı ve şölenlerden uzak durmak zorundadır.

xxxxxxxxxx

Evet, işte böyle. Antik dönem Yunan mitolojisinde: ölüm anlayışı bu. Elbette bir efsane, söylenti. Ama, unutmayın ki, bir dönem yani yüzlerce yıl, insanlar buna inanmışlar. Hatta; İstanbul Edirnekapı’da bulunan Khora Manastırı (Kariye Camisi) nda yani Bizans döneminin en önemli manastır kilisesinde: tonozda, cehennem ırmağı Striks resmedilmiş. Ancak; koyu kırmızı renkte. Yolunuz düşerse, mutlaka görün.

Aranan kelimeler:

23 Aralık 2010
bosluk

Ankara Şehrinin Kuruluş Efsanesi

Ankara Şehrinin Kuruluş Efsanesi

Günlerden bir gün: Ankara-Eskişehir yolu üzerinde bulunan, Armada alışveriş merkezinin hemen önünde bulunan büyük bir maket çapa dikkatimi çekti. Öyle ya: Ankara gibi, Anadolu’nun bozkırlarının ortasında kurulu bir şehirde, gemi çapa’sının ne işi var? Hani, Ankara bir deniz kıyısı kenti olsa, gemi çapa’sını anlamak mümkün olabilir. Ama, öyle değil, bu çapa’nın burada işi ne?

Evet, kesinlikle ilginç gelecek bir gerçek var. O da şu: Ankara şehrinin tarihi süreç içindeki ilk kurucuları: deniz kökenli bir kavim ve bunlar; buraya gelirken, hatıra olarak yanlarında, bir çapa getirmişler ve bu çapa; onların geldikleri yöreleri, denizleri anmaları için, yerleşim yerinde bulunan bir simge olarak, yıllarca önemini korumuş.

Hikayenin, özeti yukarıda. Gelelim, şimdi biraz daha ayrıntılı olarak, bu çapa olayından söz etmeye. Ankara’nın simgesi “çapa” olur mu diye düşünen okurlar için, inanıyorum ki, ilginç bir bilgi birikimi olacaktır.

FRİGLER DÖNEMİNDE, ANKARA ŞEHRİNİN KURULMASI:

Günümüzdeki Polatlı yöresinde Gordion şehrinde konuşlanmış bulunan Friglerin kralı Midas: bir gece, rüya görür. Rüyasındaki ses, ona “Topraklarında hemen bir gemi çapası ara ve o çapanın bulunduğu yere bir şehir kur, bu şehir sana mutluluk getirecektir” der.
Bunun üzerine: Kral Midas, tüm adamlarını, bölgede “gemi çapası” aramak üzere gönderir. Zamanla, bugünkü Ankara kalesinin bulunduğu yerde, bir gemi çapası bulurlar. Bunun üzerine, hemen oraya bir şehir kurarlar. Kurulan şehrin adına ise, gemi çapası anlamına gelen “Anker” ya da “Ankira” ismini verirler. Bulunan gemi çapasını ise, uzun yıllar, tapınaklarında saklarlar.

Evet: gemi çapası konusu ilk kez, burada geçiyor. Ancak: bu söylencede: Friglerden önce, bu gemi çapasının, buraya yani Ankara şehri yerleşim yerine nasıl geldiği belli değil.

Bir başka söylence ise şöyle:

Galatlar: MÖ.280-274 yılları arasındaki dönemlerde, Balkanlar ve Ege kıyılarında yaşamakta olan, Orta Avrupa kökenli “Kelt” halkıdır.

MÖ.280 yılında: Brennios komutasında, doğuya doğru yürüyüşe geçen Galat halkı: bugünkü Macaristan ve ardından Yunanistan’daki Delphi kentini yağmaladılar. Aynı yıl: Byzantion (İstanbul) kenti karşısındaki bir tepeye karargah kurarak, kenti bir süre tehdit ettiler. Galatların, bir kış mevsimi geçirdikleri bu tepe, bu tarihten sonra “Galata” olarak anılmaya başlanır. Uzun görüşmelerden sonra: Byzantionlular, Galatlara, büyük haraç ödemek ve boğazı geçmelerine yardım etmek koşulu ile, kurtulurlar.

Boğazın karşı yöresine, Anadolu’ya geçen Galatlar: MÖ.277-274 yılları arasında: Ege kıyılarını yağmalarlar. MÖ.274 yılında ise, Bergama krallığı, Galatları büyük bir yenilgiye uğratır ve onları, Orta Anadolu bölgesine doğru sürer.

MÖ.273 yılları. Karadeniz kıyılarında hüküm süren Pontos ülkesinin kralı Mithridates: İstanbul boğazından geçerek Karadeniz’e giren Mısır donanmasına karşı savaşmak üzere: daha önce antlaşma yaptığı “Galatlar”dan yardım ister ve çoğunluğunu Galatların oluşturduğu Pontos ordusu, Batı Karadeniz bölgesindeki “Paplogonia” düzlüğünde toplanır. Mısır donanması, Sinop doğusunda karaya çıkar ve burada yapılan kanlı savaşlar sonunda: Galatlı askerlerin yoğunlukta olduğu, Pontos ordusuna yenilirler.

Galatlar yani Tektosaglar: yanan Mısır gemilerinden elde ettikleri ganimetleri, 3 boy arasında bölüşürler. Geminin çapasını da, olayın hatırası için yanlarında getirirler.

Karadeniz kıyılarındaki hükümdar Pontos ülkesi kralı Mithridates: Karadeniz kıyılarında, Mısır donanmasına karşı yaptığı savaşta, kendisine yardım eden “Galatlar” ın; isteklerini kıramaz ve onlara: Anadolu içlerinde yerleşebilmeleri için toprak verir.

GALATLARIN ANADOLU’DA ŞEHİR KURMALARI:

Galatlar: kendilerine verilen bu topraklar üzerinde, 3 şehir kurarlar. Bu kentler: daha önce Frigler tarafından kurulan Pessinus şehrinin bulunduğu yerde: Nemeton kenti. Diğeri: şarap yapmakta öne çıkan Trokmiler tarafından kurulan Tavion kenti. Ve diğeri: Tektosaglar tarafından daha önce bir Frigya şehri bulunan yerde kurulan, Ankyra kenti.

ANKYRA (ANKARA) ŞEHRİNİN KURULUŞU:

Testosaglar: yerleştikleri bu yeni yere: biraz önce söylediğim gibi “Ankyra” adını verirler ki, bu kelimenin anlamı “Durduran-Yol kesen” dir. Bu deyim, daha sonra gemicilikte kullanılarak, “gemi çapası” yani “Anchor” anlamını alır. Bir söylentiye göre: Ankara kalesinin bulunduğu kayalık yerin görünümü “gemi çapası” na benzemektedir. Ancak, esas olan, Galatların: Karadeniz’den gelirken, beraberlerinde bir gemi (savaşta yendikleri Mısır gemisine ait) çapası getirmeleriyle bağlantılıdır.
Evet, bölgeye yerleşen Galatlar: Ankyra kenti çevresindeki bağlarda: kaliteli üzüm yetiştiğini anladıklarında, şarapçılık yapmaya başlarlar. Ürettikleri bu şarapları, yine kendi ürettikleri fıçılarda sakladılar ve komşu krallıklara sattılar. Ancak: Anadolu’nun nehirleri, kendi anavatanları olan “Galya” daki gibi, taşımacılığa elverişli değildir. Bu nedenle, şarap fıçılarını özel geliştirdikleri katır arabalarında taşıdılar. Aslında: yerleştikleri bu yeni bölge yani Anykra: o çağda, günümüzdekinden çok daha fazla orman, tarla ve çayırlıklara sahipti. Bozkır daha azdı. Ankara civarında, günümüzdeki kurak tepelerin yerinde, geniş orman alanları uzanıyordu. Bu ormanlık alanlarda: meşe, gürgen ve çam ağaçları ve Galatların çok sevdikleri kutsal hayvanları olan: geyikler ve yaban domuzları bolca bulunuyordu.

Galatlar: yeni yerleşim yerlerine, bir de kale (günümüzdeki Ankara kalesi) yaparlar.

ROMA İMPARATORLUĞU DÖNEMİ:

Sarışın ve mavi gözlü Galatlar: MÖ.1.yüzyıl sonlarında, Anadolu’da güçlenen Romalıların egemenliği altına girerler ve kendi kültürlerini koruyamayarak asimile olurlar. MÖ.189 yılında, Romalı general Vulso: Galatları yenerek, Anykra şehrini ele geçirir.

Hatta: MS.1.yüzyılda, St.Paulus’un çalışmaları sonucu, Hıristiyanlığı ilk kabul eden Anadolu halkının, Galatlar olduğu söylenir. St.Paulus’un, Galatyalılara Mektup isimli yazıtı, İncil’i oluşturan kitaplardan biri olarak kabul edilmiştir.

İşte bu dönemlerde: Anykra, Anadolu’nun en güzel şehirlerinden biri olur. Günümüzde, Ulus semtindeki Augustus tapınağının bulunduğu yüksekçe tepede, şehirde yerleşim olduğu sürece tapınma yeri bulunmuştur. Şehir halkı ise, bu tapınma yerinin çevresindeki bölgeye yerleşmiştir. Çankırı caddesi üzerindeki “Roma hamamı”, kale dibindeki “Roma Tiyatrosu” ve Hisar Tepesindeki “Kale”. İşte size Ankara şehri.

Burada oturanlar: Roma imparatoru Augustus’un, kente yaptırdığı: forum, tiyatrolar, sirkler, hamamlar, yollar, kaldırımlar, taşları döşenmiş caddeler, saraylar ve güzel villaları imrenerek seyrederler. Her yerde, heykeller vardır. Roma döneminde, Anykra şehrinde yapılan ve günümüze kadar ulaşan yapılar şunlardır:

ROMA HAMAMI:
Halen dünyadaki 3 büyük hamamdan biridir. MS.2.yüzyıl sonu ve 3.yüzyıl başlarında yapılmıştır.
Hamamda: yılan tutan, kocaman bir el simgesi bulunmuş olup: bu simge; yapının, Sağlık Tanrısı “Asklepius” adına inşa edildiğini düşündürmektedir.
Hamamın ortaya çıkarılması kazılarında: Roma İmparatoru Caracalla ve annesi Julia Donma adına yapılmış, çok sayıda sikke bulunmuştur.
Kentten, 60 km. uzaklıktaki “Elmadağ”dan getirilen su: bu hamam ile birlikte, bütün yerleşim yerlerine dağıtılıyordu.

ROMA TAPINAĞI:
Roma imparatoru Augustus: şehirde kendi adını taşıyan bir tapınağın yapılmasına izin verdi. MS. 10 yılında tamamlanan tapınağın duvarlarına: imparatorun Roma’da bulunan vasiyetnamesinin Latince ve Yunanca kopyaları yazıldı. Tapınak, günümüzde, Ulus semtinde, Hacıbayram camisinin hemen yanındadır.

Tapınağın cephesi ve giriş yeri, Helen kutsal yapılarında olduğu üzere, doğuya değil de, batıya dönüktür. Bunun nedeni: burada, Helen yerleşiminden önce de, daha önceki kültürlere ait bir tapınma yeri bulunmasıdır. Çünkü: Ankara yerleşiminde, Romalılardan önceki dönemde: 2 tanrıya tapılıyordu. Bunlar: Bereket Tanrıçası Kybele ve Ay Tanrısı Men.
Kybele: Friglerin en önemli tanrısıydı. Men ise, Luvi kökenli bir tanrı olup, ona da, Frigler ve Lydialılar tapıyordu. Bunun yanında: bu bölgede yaşayan Helenler de, Men’e tapıyorlardı. Bu tapınma için, bugünkü tapınağın bulunduğu yere, bir tapınma yeri yapmışlardı.

Roma İmparatoru Augustus (MÖ.27-MS.14): ölmeden 16 ay önce, Vesta rahibelerine, 4 adet belge verir.
Birincisi: vasiyetnamesidir.
İkincisi: Cenaze töreni hakkındaki istekleri,
Üçüncüsü: Parasal ve askeri durumu ile ilgili kayıtlar,
Dördüncüsü: Yaşadığı sürece yaptığı işler-icraatlardır. Yani: tanrılaştırılmış Augustus’un yaptığı işler.
Her ne kadar, 4 belge verdiği bilinse de, bunlardan yanlızca ‘ index rerum gestarum” isimli “Dördüncüsü” günümüze kadar ulaşmıştır. Bu da: Ankara Augustus Tapınağının duvarındadır.
Latince ve Helence olmak üzere, 2 dille yazılmıştır. Çünkü: o dönemde, Ankara yöresinde dil olarak Helence konuşuluyordu.
Latince metin: tapınağın “Pronaos” yani “Ön oda” denilen, iki yan duvarının iç yüzeylerindedir. Hacıbayram Camiine yakın olan duvarın üstünde; halen, okunaklı iri harflerle “RE-RUM GESTARUM DİVİ AUGUSTİ” yani “TANRILAŞTIRILMIŞ AUGUSTUS’UN İCRAATLARI” sözcükleriyle başlayan metin: duvarın büyük bölümünü kapsar.
Latince yazıtın arkası, onun karşısında kalan duvarın iç yüzünde devam eder.
Latince metnin Helence çevirisi ise, bu duvarın, yani batı-doğu doğrultusundaki tapınak duvarının dış yüzündedir.

Tapınak: Bizans döneminde, Hıristiyanlığın kabulüyle kiliseye dönüştürülür. Ortadaki büyük odanın, güney duvarına, 3 pencere açılır. Ortadaki büyük oda ile, arka odanın arasındaki duvar yıkılarak, büyük bir oda yapılır.

JULİANUS SÜTUNU:
Roma imparatoru Julianus’un, MS. 362 yılında, Ankara’dan geçerken, anısına, günümüzde Ulus semtinde bulunan “Julianus Sütunu” dikilir. Sütun: yivli taşlardan oluşmuş ve yaprak biçiminde bir taç ile süslenmiştir.

Tektosaglar: Yunanistan’da-Delphi şehrini yağmaladıklarından bu yana: epeyce değişmişlerdir. Ancak: yine de, bazı geleneklerine bağlı kalmışlardır. Özellikle: çok kalabalık olarak gerçekleşen şölen geleneği, aynen devam etmektedir.

TÜRKLER DÖNEMİ:

Derken: 1071 yılında, Bizanslılar, Malazgirt’te, Türkler tarafından büyük bir yenilgiye uğratılırlar, ancak, Türkler, bu zaferden sonra geri çekilirler. Bu sırada: Roussel de Bailleul; Bizans imparatorluğuna ihanet ederek, kendine bir krallık kurmak ister. Galatlara da güvenerek, Anadolu’yu ele geçirmek üzereyken, Bizanslılar, büyük bir hataya düşerek, Selçukluları yardıma çağırırlar. Bunun üzerine, binlerce Türk, Türk yaylalarından Marmara’ya doğru ilerler ve bir daha geri dönmezler.

Galat kaleleri: Türklere birkaç yıl daha direnir, ancak daha sonra her şey biter. Ancak: Türkler, kale halkıyla oldukça iyi anlaşırlar. Kendi ordularına, serüveni seven bu insanları da alırlar. Böylece: Türk-Galat kardeşliği başlamış olur.
Selçuklu döneminde: Ankara şehrinin adı: Zatül Selasil.

Takip eden dönemde ise, şehre “Engür” ismi verilir. Aslı Farsça olan kelimenin anlamı “Üzüm” dür. Bu isim: bir zamanlar: bağlık-bahçelik olarak bilinen Ankara şehrini, gayet güzel ifade etmektedir. Çünkü: o dönemde, Ankara ve çevresi: üzüm’ün anavatanıdır. Özellikle: Kavaklıdere bölgesinde, en iyi şarapların üretildiği bilinmektedir. Bu ismin kullanılmasındaki bir diğer iddia ise: Ankara kalesinin halka “angarya” ile yaptırılmasıdır.

Aranan kelimeler:

30 Ekim 2010
bosluk

Savaş Sanatı

Savaş Sanatı

Savaşlar hakkında yazılmış, bilinen en eski eser: Çin’li Sun Tzu (Wu) yani Sun usta tarafından, MÖ.544 yıllarında yazılmış, “Savaş Sanatı” isimli kitaptır. Bu kitap: Çin’in en büyük askeri teori eseri olarak, günümüzden 2500 yıl önce yazılmış olmasına rağmen, takip eden süreçte, birçok savaşta ve birçok komutan tarafından kullanılmış ve yazılı hususlar, başarıyla uygulanmıştır.

Günümüzde ise: kitapta yer alan düşünceler: toplumsal ve ticari hayatta bile, yaygın olarak kullanılmaktadır. Özellikle: Çin’de; birçok kurum ve işadamı, yönetici tarafından, kitapta sözü edilen düşünceler; gerek işletmecilik ve gerekse pazarlamacılık ve daha birçok dalda, yoğun olarak kullanılmaktadır.

Evet: önce, kitabın yazarı hakkında kısa bilgi vermek istiyorum. Sonra ise: kitapta yazılı, savaş sanatı hakkındaki hususlarda, sizleri fazla derinliklere daldırmadan, yüzeysel bilgiler vereceğim. Belki, sizler de, günlük hayatınızda, bu konularda yararlanabileceğiniz bir şeyler bulabilirsiniz.

Sun Tzu: MÖ.6.yüzyılda yaşamıştır. Yani: ünlü düşünür, Konfüçyüz ile aynı dönem. Sun usta: çeşitli ordularda paralı asker olarak ve bazen de, soyluların birliklerinde gönüllü asker olarak görev yapmıştır. Daha sonra ise, kral Hü; başarılarına şahit olduğu ustayı, general yaparak, ordularının başına geçirir. Sun usta: orduların başına geçer geçmez, bahar ve güz mevsimleri boyunca, uzun süre, düşman Chu krallığı ile savaşır. Sonuçta, kendilerinden daha güçlü olan bu krallığın tüm şehirlerini ve topraklarını ele geçirir. Daha sonra: yaşadığı savaşlarda elde ettiği tecrübelerin ışığında “Savaş Sanatı” isimli kitabı yazar.

Ancak, bu savaştan sonra, bir gece, saraydan uzaklaşır ve kaybolur. Nerede, ne zaman ve nasıl öldüğü belli değildir. Bu yüzden, takip eden dönemdeki bazı tarihçiler, Sun Tzu’nun aslında yaratılmış bir figür olduğunu ve hiçbir zaman var olmadığını öne sürmektedirler.

Evet, gelelim kitapta yazılı hususlara. Fazla ayrıntıya girmeden, kitapta yazılı hususlar hakkında özet bilgi vermek istiyorum.

“Savaş Sanatı” isimli kitapta: askeri kurallar ve bu kuralları kullanarak üretilen teoriler anlatılmaktadır. Ama, öncelikle kitabın girişinde, tanımlanırken, savaş “ devletler için büyük önem taşıyan bir konu, bir ölüm-kalım sorunu, hayata ya da yok oluşa giden yol “ olarak ifade ediliyor. Bunun doğal sonucu olarak ise: savaşın derinlemesine incelenmesi gerektiği anlatılıyor.

Bu incelemeler ise: kitapta yazılı 13 bölüm başlığı altında yapılıyor.

STRATEJİLER BÖLÜMÜ:
Bu bölümde: savaşın yapılıp yapılmaması inceleniyor. Ayrıca: savaşın; siyaset ve ekonomiyle olan ilişkileri irdeleniyor. En önemli analiz ise: savaşın sonucunu belirleyen faktörler:
1. Siyaset
2. Zaman
3. Jeolojik yapı
4. Komutan
5. Disiplin

Görüldüğü gibi: savaşın sonucunu belirleyen faktörlerden, ilk sırada olan: siyaset.

SALDIRILAR BÖLÜMÜ:
Düşmana yönelik, saldırı taktikleri anlatılıyor. Ancak, burada hassas bir durum var. Şöyleki, en büyük amaç: “en az kayıp vererek, yani mümkün olduğu kadar az savaşarak veya hiç savaşmadan, düşman kentlerini ele geçirmektir.”

Mükemmellik, her savaşta çarpışarak kazanmak değildir. En iyi strateji: savaşmadan kazanmaktır.

Zorlu ve uzun süreli savaşlar başlatmadan, düşman ülkelerini yok etmek gerekir. Savaşta: kazanmak, ele geçirmek, en üstün olmak; başarı değildir. Üstün başarı: savaşmadan, düşmanın direncini kırmaktır.

Ancak, tüm bunları sağlayabilmek için, bazı taktiklere önem vermek gerekir. Bu taktikler, önem sırasına göre:
1. Siyasi
2. Diplomatik
3. Silah zoru
4. Saldırı

Taktiklerin yanında: savaş kazanmak, yani zafer elde etmek için gereken bir şey daha var: düşmanın gücünün doğru ve ayrıntılı bilinmesidir.

AJAN KULLANMA BÖLÜMÜ:
Savaştan önce, düşmanın durumunu ayrıntılı bir şekilde öğrenmek için: her türlü ajan kullanılması şarttır. Böylece, her türlü ve kapsamlı bilgi, önceden temin edilebilir. “Kendini ve düşmanını iyi bilenler, yüz savaşı kaybetmezler.” Kendini ve düşmanını iyi tanıyorsan, asla kaybetmezsin.

Savaşçıların en iyisi: düşmanın planlarını, daha tasarım aşamasındayken bilendir. Çünkü: derin bilgi: kapının dışına çıkmadan bilmek, pencereden bakmadan görmektir.

HIZ:
Savaşan taraflar için, hız çok önemlidir. Çünkü: zaman uzadıkça, savaş koşulları, hem saldıran ve hem de savunan için zorlaşır. Kazanır halde olsan bile, savaşırken işi uzatırsan, gücün körelir, keskinliğin aşınır. Bir kaleyi kuşatırsan, kuvvetin azalır. Ordunu uzun süre sahrada tutarsan, araç-gerecin yetmez olur.

DÜŞMANIN AYAĞINA GİTME:
İyi bir savaşçı, asla düşmanının ayağına gitmez. Onun gelmesini sağlar.

MORAL:
Askerine kendi çocuğun gibi bak, o zaman da askerin, senin için, seve-seve ölüme koşar.

DEĞİŞİM;
Savaşta, asla belirli bir biçimde olma, hep aynı kalma. Sürekli şekil değiştir. Çünkü, sürekli değişim halinde olan ve tam olarak bilinmeyen bir düşmana karşı, bırakın saldırmak, strateji bile geliştirmek imkansızdır.

HİLE KULLANIMI:
Savaş sanatında, hile kullanımı, oldukça ön plandadır. Askeri harekatta, hile gerekir. Yeterliyken, yetersizmiş gibi davran. Etkin iken, etkin değilmiş gibi davran. Düşmanı doğrudan yenilgiye uğratmaktan ise, onları şaşırtarak planlarını boz. Geri çekilerek, onları yor. Saflarında bozgun çıkart.

ŞU HATALARDAN UZAK DUR:
1. Dikkatsiz cesaret, seni yok eder.
2. Korku, seni düşmanına esir eder.
3. Düşmanın acele davranmasını istiyorsan, ona hakaret et.
4. Onur, haysiyet nutukları atan, sonunda utanmaya mahkümdur.
5. Adamlarına aşırı düşkünlük: seni gereksiz kaygılara ve tereddütlere yöneltir.

SAVAŞTA ZAFERİ SAĞLAYAN İLKELER:
1. Ne zaman savaşacağını, ne zaman savaşmayacağını bil.
2. Büyük ve küçük birliklerin, hepsini yönetmeyi bil.
3. Ordusunun tamamında, aynı ruhsal canlılığı-morali sağla,
4. Kendini hazırla, düşmanını hazırlıksız bulunca kadar bekle,
5. Askeri yetenekleri olan ve hükümdar tarafından işine karışılmayan kazanacaktır.

SAVAŞTA BAŞARI NELERE BAĞLIDIR:
1. Önceden planlama ve hesaplama yapmaya,
2. Düşmanı ve araziyi tanımaya,
3. Kendi yeteneklerini ve sınırlarını bilmeye,
4. Birliklerinde üstün moral sağlamaya,
5. Düşmanı aldatabilmeye,
6. Hızlı hareket edebilmeye.

ÇEŞİTLİ:

Şansızlığına inanan kişiye, asla kazanma hırsı aşılayamazsın.

Savaşmaya hazır ve istekli düşmana, asla saldırma.

Asla, öfkeye kapılarak savaş açma.

Girdiği her savaşı kazananlar, aslında usta değildirler. Başka orduları çaresiz bırakanlar, işte onlar, en iyilerdir. Yani: temel prensip, savaşmaksızın kazanmaktır. Bu amaç için akıl ve hile kullanmak ise, bilgeliğin başlıca kuralıdır. Bilge savaşçı: en kısa zamanda ve en az kayıp vererek, düşmanı yener.

Dağları, ormanları, dar geçitleri, çıkmaz yolları ve bataklıkları bilmiyorsan, silahlı bir güçle manevra yapamazsın. Yerli rehberler kullanmadıkça, arazinin yararlarını bilemezsin.

Eğer aklını tamamen düşman üzerine yoğunlaştırırsan, çok uzaklarda bile olsa, düşmanın askeri önderini öldürebilirsin.

Başkasını ve kendini bilirsen: yüz kere savaşsan, tehlikeye düşmezsin. Kendini bilip, başkasını bilmezsen: bir kazanır, bir kaybedersin. Ne kendini, ne başkasını bilmezsen: her savaşta tehlikedesin.

Dostlarını kendine yakın tut, düşmanlarını daha da yakın tut.

Eşitsen, gücün varsa savaş. Sayıca az isen, mümkünse uzak dur. Durumun parlak değilse, mümkünse: hemen kaç.

Aranan kelimeler:

27 Eylül 2010
bosluk

Themis, Adalet Tanrıçası

Themis, Adalet Tanrıçası

Ülkemizde: adalet kavramının bulunduğu mekanların önünden geçerken: çoğunlukla aynı görüntünün bulunduğu bir heykel, bir resim veya bir rölyef görebilirsiniz. Bunun minyatür biçimleri ise, hukukla uğraşanların, çalışma ortamlarını süslemektedir. Avrupa’da ise, hukuksallıklarıyla övünen, özellikle Fransızlar, bu bayanı çok severler ve ülkelerinin birçok yerinde, gözleri kapalı, elinde kılıç ve terazisiyle, bu bayanın heykelleri bulunur.

Peki, kimdir bu heykel ile ifade edilen şahıs?

Öncelikle bir bayan. Bu simge aslında, hukukun ifadesi olarak kullanıldığından, hukukun en iyi ifadesi veya uygulaması, bir bayan tarafından mı yapılabilmektedir?

Hayır. Bu simgenin ortaya çıkış öyküsü incelenmesi gerekir. Bu simge: antik Yunan mitolojisinden, günümüze kadar ulaşan tarihi sürecin başlangıcında: “Themis” ismiyle ortaya çıkan bir simge.

Themis: biraz önce söylediğim gibi, eski Yunan mitolojisinde: onların yaşam tarzında bulunan birçok tanrı ve tanrıça gibi: “Adalet ve Düzeni” simgeleyen bir tanrıça. Yunan mitolojisinde: Olympos şehrinde, yani tanrıların yaşadığı yerde yaşayan ve buranın: düzenini koruyan odur.
Yasa demektir. Düzeni o ve onun tarafından belirlenen kurallar korur. Ama bu kurallar, tanrısal yasalar olarak düzenin sağlanmasında etkindir. Tanrısal yasalar: geçici değil, evrensel ve ölümsüz yasalardır ve her yerde, her zaman vardırlar.
Bu kurallara ve yasalara uymayanlar ise, yine bir tanrıça olan “Nemesis” tarafından cezalandırılır. Evet: Themis: kelime anlamıyla: “koymak, yerleştirmek, oturtmak” demektir.

Tarihi süreç içinde: yani antik Yunan döneminden sonra gelen medeniyetler tarafından: Themis, başka isimler altında şekillenmiştir. Örneğin: Roma döneminde, Themis’in yerini “Jusitia” alır. Jusitia’nın Themis’ten farkı: gözlerinin kapalı olarak simgelenmesidir. Sanırım: Romalılar: tanrıçanın, adaletli bir yargılama yapabilmesi için, gözlerinin kapalı olmasını ve karşısındakini görüp etkilenmemesi gerektiğini düşünmüşler.

Yine de: her iki heykel figürünün ortak yönleri daha yoğun. Şöyleki: ellerinde bir terazi bulunmaktadır. Kefeleri boş olan bu terazi: adaletin dengeli şekilde dağıtıldığını simgelemektedir. Kılıç ise, adaletin keskin gücünü göstermektedir. Yazının başında da belirttiğim gibi: simgenin kadın ve bakire olmasının anlamı ise: bağımsızlığın simgesidir.

Bu simgeler: takip eden dönemlerden günümüze kadar ulaşan hukuk kavramının: temel ilkelerini oluşturmaktadır. Doğal olarak, bunun sonucunda: Themis veya bir başka adıyla Jusitita: hukuk ve adalet ile birlikte anılır olmuştur. Elbette: hukuk ve adalet kavramlarının yaşandığı yerlerde de: antik dönemlerden günümüze kadar ulaşan, bu simgeler, heykel, resim veya rölyef olarak yerleştirilmektedir.

Hani: bir gün, herhangi bir adalet veya hukuk yapısı önünden geçerken, değişik (bir elinde kılıç, diğer elinde teraziyle, bazen gözleri açık ve bazen de gözleri kapalı heykel) bir heykel görürseniz: işte, bu heykelin kimliği bu.

Aranan kelimeler:

21 Eylül 2010
bosluk

Efes Katliamı

Efes Katliamı

Evet, bugünkü konumuz:bir günde onbinlerce insanın öldürüldüğü ve o çağlardaki en büyük imha hareketi olan “Efes Katliamı”.

Efes; MÖ.190 yıllarında; Romalıların egemenliğine girer. Ancak: Romalılar; sahip oldukları diğer yerlerde olduğu gibi, burada da; halkı, büyük ve ağır vergilere bağlarlar. Efes ve bölgedeki diğer kentler; önceleri, bu durumu ciddiye almazlar. Ancak; zamanla, birbiri üstüne eklenen bu vergilerin altından kalkamaz hale gelirler. Ancak; İyonya bölgesinin adı, zengin olarak çıkmıştır. Romalılar; bundan faydalanmak için, ne gerekiyorsa yaparlar.

İyonyalılar; uygardırlar, ancak siyasal yönden becerikli değildirler. Bir ulusun buyruğundan çıkıp, öbürüne giriyor, bir türlü birleşip bir araya gelemiyorlar. Bu kez de, efendileri, Romalılar oldu.

Romalı memurlar; Efes’i merkez yaptılar. Gümrükten, tarıma kadar herşeyden vergi almaya başladılar. Ancak; Roma’dan bu iş için görevlendirilenlerin hepsi, orada kötü sicille anılan memurlardı. Yani; İyonya, bir nevi sürgün bölgesi oldu. Bu kötü sicilli görevliler; Roma’nın istediği verdinin birkaç katını alıp, büyük kısmını kendilerine ayırdılar. Sonuçta; her yıl, ceplerinde büyük paralar ile Roma’ya dönen bu insanlar, diğerlerinin de dikkatini çekti. Bunu gören ve anlatılanlara inanan, tüm maceraperest Romalılar, bölgeye akın etti. Gelenlerin sayısı onbinleri aştı. Elbette; bunların hepsi vergi toplamıyordu. Ancak; bölgede, Romalı olmanın verdiği avantajları kendi lehlerine değerlendiriyorlardı.

Bu sırada; Karadeniz kıyısındaki Pontus Devletinin başına,güçlü bir kral geçti. Mithridates isimli bu kral; kendisini, küçüklüğünden itibaren çok iyi yetiştirmiş; bilim, edebiyat ve sanat alanlarında iyi bir eğitim görmüştü. 22 dil konuştuğu söylenir. Hele, askerlik bilgisine diyecek yoktur. Amacı: bütün Anadolu’yu ele geçirip,büyük bir imparatorluk kurmaktır. Bunun için; planlar yapar. Hatta; yanına bir-iki arkadaşını alıp, kıyafet değiştirerek, tüm İyonya’yı dolaştığı söylenir. Ancak; bölgede, Romalılar karşısında, halkın ızdırabına şahit olur.

Kral Mithridates; kararını verir. Romalılar, Anadolu’ya yerleşmeden, kendisinin yerleşmesi gereklidir. Fakat; Romalı’lar güçlüdür. Roma tarafından gönderilen Akilius isimli bir asker tarafından; bölgedeki kavimler, Pontus’a karşı direnişe başlar ve Anadolu,birdenbire savaş alanına döner.

Evet; bu savaş ortamında, İyonya şehirleri,Kral Mithridates’den medet umarlar. Kendilerini, Romalılardan, ancak onun kurtaracağına inanırlar. Nitekim; kral,büyük bir ordu ile, Romalıların üzerine yürür ve fazla zorlanmadan onları yener.

Kral,savaştan sonra, Efes’e, büyük bir törenle girer. Kent halkı, onu bayram yaparak karşılar. Bütün kentler, böylece, Romalılara, büyük vergiler ödemekten kurtulur.Halkın kutsal topraklarına dokunmaz.Fakat; Mithridates’in, henüz yapacakları bitmemiştir.

Esas çıkarları bozulan ve telaşa düşenler ise; Roma’dan Anadolu’ya gelen,yaklaşık 100 bin kadar Romalıdır. Bunlar; kendileri gibi, bazı çıkarcı kişilere para yedirerek, her tarafta, bir nevi yeraltı teşkilatı kurmuşlardır. Halkı; çeşitli yalanlarla, Kral Mithridates’e karşı kıştırtırlar. Zaten; halkın büyük bir bölümü de; Roma adetlerini benimsemişler ve onlar gibi yaşamaya ve hatta onlar gibi “Togo” giymeye başlamışlardır. Hatta; onların dili olan “Latinceyi” bile öğrenmişlerdir.

Mitridates; bu göçmen Romalıların, kendisi için tehlike oluşturduğunu düşünür ve halkı isyana teşvikten öte, sahip oldukları çok büyük maddi zenginlik nedeniyle; çareler düşünmeye başlar. Ya bunların tümünü Anadolu’dan sürmek, ya da tümünü birden ortadan kaldırmak.

Mitridates; ikinciyi tercih eder. Gizlice bir plan hazırlar. Korkunç katliamın günü gelir. Her tarafta;kan gövdeyi götürür. Her taraf; kan ve insan cesetleriyle dolar. Aklını kullanan birkaç kişi; üstlerindeki; Romalı giysisi olan  “togo” ları çıkarırlar ve ortadan kaybolurlar. Bütün gün; çığlık sesleri yeri göhü inletir. Sonunda; katliam biter, ganimet büyük olmuştur. Bir günde; onbinlerce insan öldürülmüştür. Öldürülenlerin büyük çoğunluğu ( muhtemelen 80 bin kişi) Efes’te yaşamakta idi. Bu arada; daha önceki savaşa neden olan Roma’dan gönderilen Akilius ele geçirilir. Ağzına eritilmiş altın dökülerek, işkenceyle öldürülür.

Ege dünyası; dehşet içinde kalmıştır. Efes’lilerden hiç ses çıkmaz. Pontus’lular ise, katliamın ardından; paranın ve malın tadını almışlar ve doymak, durmak bilmez hale gelmişlerdir. Mitridates;birdenbire, insafsız bir kral olup çıkmıştır. Komşu Sakız Adalı’ları bir toplantıya çağırmış, hepsini bir araya toplayınca ise; öldürmüş ve mallarını almıştır.

Nitekim, aradan bir süre geçtikten sonra; Pontus generallerinden Zenobius; yanına bir miktar asker alarak kente gelir. Halka; tiyatroda toplanmalarını ve onlara kralın emirlerini ileteceğini söyler. Efes’liler; komşu Sakız adalıların başına gelenleri  düşünürler. “TARİH TEKERRÜRDEN İBARETTİR”. Acaba, aynı akibet bizim başımıza da gelir mi diye? hayıflanırlar.

Pontus generali Zenobius’a bir tuzak hazırlamaya karar verirler. Önce generale bir heyet gönderirler. “Halkın katliamdan çok korktuğunu, bu yüzden askerlerin sur dışında kalmasını, fakat kendisi ve subaylarının kente girmelerini ve en iyi şekilde ağırlanacaklarını ” bildirirler. Zenobius,bunu kabul eder.

O gece, tüm Efes’liler gizlice silahlanarak, Pontuslulara karşı, bir isyan hazırlanır. Kente giren general ve adamları öldürülür. Böylece: Efes, bir gecede,tekrar Roma tarafına geçmiş olur. Bu arada; bütün köleler ve hapsanedeki suçlular serbest bırakılır. Artık herkesin tek bir düşüncesi vardır. Kentlerini, mallarını, tapınaklarını; Pontus askerlerinden kurtarmak.

Kurtarırlar da; ancak,bu kez yine Roma’nın egemenliğini kabul etmek zorunda kalırlar. Yine bir Roma’lı general, Roma’nan çıkar gelir, Pontus’luları yener ve Anadolu’dan atar. Sonra; yine Efes ve İyonya şehirlerini büyük vergiler bekler.

Tarihte; özellikle Japonya; hem büyük bir devlet olmakta ve hem de olamamaktadır. Çünkü; Stratejik gücün bir çok unsuru vardır. Ekonomik, Siyasi ve Askeri gücün unsarlarından herhangi birine sahip değilseniz; güçlü bir ülke olma şansı olmaz. Japonya; 2 nci Dünya Savaşından yenilgi ile çıkınca, ordu bulundurması yasaklanır. Bunun üzerine; güçlü bir ordu bulundurmayan Japonya’nın tüm gücü, ekonomik yöne yüklenir. Sonuçta; büyük bir ekonomik güç olarak ortaya çıkmasına rağmen; güçlü bir ordusunun bulunmaması; Japonya’nın dünya siyasetinde etkin rol oynamasını olumsuz etkilemiştir.

Efes’liler içinde böyledir. Tarih boyunca; büyük bir ekonomik güç olarak ortaya çıkan Efes ve Efes’liler; güçlü bir askeri güç bulundurulmaması sonucu, daima, başka güçlerin egemenliği altında yaşamak zorunda kalmışlardır.

Aranan kelimeler:

25 Mayıs 2009
bosluk

Antik Çağ Düşünürleri, Tales

Antik Çağ Düşünürleri, Tales

MÖ.624-547 yılları arasında yaşamıştır. Soy olarak Fenikelidir. Bir nedenle; Fenikeden sürülmüştür.
Doğayı algılamaya yönelik teknikleri geliştiren, ilk bilge kişidir. Suyu: yaşamın ve yaratıcılığın başlangıcı kabul eder. Doğayı inceleme girişiminde, herşeyi tanrı ile özdeştirmez. Bilimin; dinden ayrı bir yol, bir kategori olarak yol almasına katkıda bulunmuştur.

Ona göre: dünya, disk biçimindedir. Dünya: kocaman evrensel denizde yüzen bir kayık gibidir. Tüm varlıklarıyla birlikte, sulara inivermiştir. Herşeyi var eden: sudur. Su ve nem olmadan, yaşamın gerçekleşmesi mümkün değildir. Nemli doğa, herşeyin tohumunu içinde taşır. Bu inanışı: Sümer yaradılış efsanelerinin, tamamıyla aynısıdır.

Ayrıca: o bir gözlem adamıdır. Yıldızları gözlemiş, matematik ve geometri üzerine, önemli çalışmalar yapmıştır.

Tales, bazı taşların, diğer cisimleri çektiğini görünce, bu taşların, canlı birer ruhu bulunduğuna inanmış ve kuramlarını, bu anlayışın üzerine kurarak geliştirmiştir. Ona göre, evrende, her şeyin bir ruhu vardır. Ruhsuz, hiçbir şey yoktur. Canlılığı yaratan da ruhtur. Ruh, her şeydir.

Canlı maddeciliğin kurucusu olarak kabul edilir.

Geometri bilgisini Mısır’dan, gökbilimini Babil’den, tam sayıları Fenike’den öğrenen Tales; bütün öğrendiklerini, İyonya’nın bir kenti olan Miletos’ta öğrencilerine öğretmiştir. Matematik ve geometri üzerine, kendi teoremleri bulunmaktadır.

Aranan kelimeler:

11 Nisan 2009
bosluk

Tufan, Nuhun Gemisi

Etiketler: ,
Tufan, Nuhun Gemisi

Birçok efsaneye göre; toplumlar, doğru yolu göremeyecek kadar körleşince, Tanrı, o kavimlerin yok olması için çeşitli afetler göndererek onları cezalandırmıştır. Buna göre, Tanrı, dört temel elementi simgeleyecek şekilde; Nuh’un kavmini, su (sel), Hüd’un kavmini hava (kasırga), Salih’in kavmini toprak (deprem) ve Lüt’un kavmini ise ateş (yanardağ lavı) ile cazalandırarak yok etmiştir. Bu yazıda: Nuh Tufanı ile çeşitli öykülere ve yazılara, varsayımlara yer vereceğim. Sonuçta; Tufan’ın nerede ve nasıl olduğuna karar vermek size düşüyor.

Tufan olayı: Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dininde görülemektedir. Bu dinlere göre; tufan, kendilerine karşı günah işleyen insanlarla birlikte, dünyada var olan bütün canlı varlıkları ortadan kaldırmak üzere, bütün dünyayı kaplayan su felaketidir.

Kitab-ı Mukaddes’te geçen bir öyküye göre: Tanrı, yozlaşmalarından dolayı, insanları büyük bir sel felaketiyle cezalandırır. Tufan’dan önce Nuh Peygamber’e; tufanın yakın olduğunu söyleyerek bir gemi yapmasını söyler. Nuh ve ailesi, beraberlerinde taşıdıkları her iki cinsten, tüm hayvanlarla birlikte, Nuh’un inşa ettiği gemiye binerler. 150 gün dalgalarla boğuşurlar. Nuh; ayak basacak bir yer olup olmadığını anlamak için bir karga gönderir, ancak karga geri dönmez. Bu kez bir güvercin gönderir ve güvercin ağzında bir zeytin dalıyla geri döner. Geminin Ağrı (Ararat) dağının üzerine oturmasıyla, Nuh ve ailesi kurtulur ve yeniden dünya üzerinde üreyerek yayılırlar.

Evet; Tufan olayı kısaca bu. Bu olayın; MÖ.14000-13000 yılları arasında yaşandığı varsayılıyor. Yeni jeolojik araştırmalar; İran körfezi bölgesinde, bu tarihlerde birkaç kez dev dalgaların (tsunami) ve bunların sonunda su baskınları olduğunu ortaya koyuyor. Başka bir söylentiye göre: Karadeniz, tufan sırasında Marmara denizinden akan sularla oluşmuş. Kutsal kitaplarda. 40 gün 40 gece sürdüğü söylenen suların yükselmesi olayının, gerçekte yüzyıllarca sürdüğü  varsayılmakta. 17 nci yüzyılın ikinci yarısında, Avrupa’da bir kısım bilim adamı: Tufan’ın; dünyanın yakınından geçen bir kuyrukluyıldızın, yeryüzünde dev yarıklar oluşturup okyanuslardaki büyük miktarda suyun, bu yarıklara dolmasıyla oluştuğunu iddia ederler. Bu olayın. MÖ.2349 yılında, 28 Kasım günü başladığını öne sürerler.

Arkeolojik araştırmalar sonucu ise: Tufan için öngörülen tarih; yaklaşık olarak, MÖ.2900 lerdir. Büyük Tufan; şiddetli yağışlar sonucu Dicle ve Fırat nehirlerinin taşması ve bu bölgede yeralan kentlerin sel felaketine uğraması ile gerçekleştiği söylenebilir. Bence de, en mantıklı yorum bu.  Yani; kuyrukluyıldız olayı, pek akla uygun gelmiyor.

Evet; Tufan ile ilgili çeşitli öyküler bunlar. Bunları kısa kısa incelemek sanırım en sağlıklı sonuca ait yorumu yapmak açısından gerekecek.

BABİL’LİLERDEKİ TUFAN ÖYKÜSÜ:

Öykü, Gılgamış Destanında geçiyor.Tufan metni ise:Ninova’da keşfedilen Asurbanipal kil tablet kütüphanesindeki 11 tablette bulunmuş. Bu öyküye göre: Gılgamış, Uruk kralıdır. Dostu Enkidu ölünce, tanrı, onu canlandırmanın yolunu arar. Tufan’dan geriye kalan Utnapiştim (Nuh Peygamber, bu öyküde bu isimle anılmakta) ölümsüzdür. Ona ulaşır ve ölümsüzlüğe nasıl ulaştığını sorar.O da Tufan’ı anlatır.

İlahlar; Fırat üzerinde kurulu Şurippak’a bir tufan göndermeye karar verirler.Tanrı Ea, Utnapiştim’e haber verir ve bir gemi yaptırmasını söyler. En, boy ve yükseklik 90 m. ve 6 katlı olacak bir gemi. Utnapiştim; gemiye, ailesini, hizmetçilerini, işçilerini ve hayvanlarını alır. Belirlenen günün akşamı; korkunç bir fırtına patlar. Altı gün, altı gece rüzgar eser ve ülke sular altında kalır. Yedinci gün; azalır. Geminin penceresini açar. Oniki gün sonra, bir ada belirir. Gemi; sonunda, Nisir Dağında durur. Yedi gün sonra; bir güvercin, ardından bir kırlangıç gönderir. Her ikisi de, geri dönerler. Nihayet bir karga gönderir ve o dönmez. Karaya çıkarlar. Utnapiştim, gemidekileri dört bir yana gönderir ve bir kurban sunar. Tanrı Ea, ona ve eşine ölümsüzlük bahşeder.” Evet, bu öykü, MÖ.669-626 yıllarına tarihlenen, kil tabletlerde yazılı.

Kur’an geçen öyküde ise: ” Hz.Nuh’un Gemisi, Şırnak’taki Cudi Dağına iner. Şırnak’ın asıl adının ” Şer Nok “dur. Onun da aslı da ” Şehr-i Nuh (Nuh Kenti)” dir. Hz.Nuh’la birlikte; kırkı erkek, kırkı dişi, seksen kişinin gemiye bindiği ve kurtulduğu söylenir. Buna dayanarak; Şırnak’a bağlı bir köyün ” Seksenler” adını alması, gelenekten gelen tarihsel bir kanıt olarak kabul edilmekte.

Bu arada: Hz.Nuh’un türbesinin ve özel mihrap taşının Cizre’de bulunuşu; Asur kralı Sanberih’in, Tufan ile ilgili kabartmalarının Cudi dağı üzerinde gösterilmesi, Nuh’un gemisinin Cudi Dağında bulunabileceğini de ifade ediyor.

Tufan ile ilgili, Kutsal Kitap’ta şunlar yazılı: Nuh, olasılıkla selvi ağacından bir gemi yapıp, dışını ziftle kaplar ve içine kamaralar yapar. Geminin uzunluğu: 135 m. genişliği ise 22.5 m.dir. Yüksekliği ise 13.5 m.olup, 45 cm. yüksekliğinde penceresi vardır. Gemiye; her temiz hayvandan, yedi çift ve temiz olmayanlardan ise, bir çift alınır. Ayrıca: uçanlardan da yedi çift alır. Kendisiyle birlikte; eşini ve her üç oğlunu (Sam, Ham,Yafes) ile bunların eşlerini alır. Ancak; böyle bir gemi, milyonlarca hayvan türünün örneklerini, Tufanın sürdüğü 14 ay boyunca nasıl barındırır? Eski Ahitte; bu konuda yazılanlardan anlaşıldığına göre; yeryüzündeki tüm canlı çiftleri değil, yanlızca belli türler alınmıştır. Bunun yanında, gemiye, yiyecek olarak yanlızca tahıl yüklenmiş. Yani; Tufan’dan önce, insanlar et yememekte ve yanlızca bitkilerle beslenmekte oldukları yorumları yapılıyor.

Evet; Tufan ile ilgili söylenceler bunlar. Bunların yanında; daha ilginç söylencelerde var. İnanılması zor da olsa, birazda bunlardan söz etmek istiyorum. Büyük İslam Yazarı, El-Kazvininin eserinde şöyle yazılıdır. Gemide hayvan dışkıları çoğalınca, Tanrı, Nuh’a, filin kuyruğunu çekmesini söyler. Hz.Nuh, filin kuyruğunu çekince, filden, biri erkek biri dişi iki domuz çıkar. Bunlar; gemideki hayvanların pisliklerini yiyerek çevreyi temizlerler. Domuzların burnunu okşayınca, burun deliklerinden iki fare çıkar ve fareler geminin tahtalarını kemirmeye başlarlar. Tanrı, Hz.Nuh’a aslanın iki gözü arasını ovmasını söyler. Sonunda, aslan hapşırır ve burun deliklerinden aslana benzeyen hayvanlar olarak, biri erkek biri dişi kediler çıkar. Bunlar; farelere saldırır. Şeytan’ın, Nuh’un gemisine binmesi yasaktır. Ancak; eşeğin kuyruğuna tutunarak gemiye gizlice biner. Bu yüzden; eşek uğursuz sayılır.

Burada; günümüze kadar uzanan bir başka söylence daha var. Şöyleki; Tufan’ın son günü, Muharrem ayının, onuncu gününde gemide erzak kalmaz. Kalan az sayıdaki taneli yiyecekler karıştırılarak AŞURE (Aşir; onuncu) pişirilmiştir. Severek yediğimiz aşurenin, geçmişinin bu kadar eski olduğuna inanabiliyormusunuz?

Evet; sonuçta, Tufan olayının yaşandığı bir gerçek. Ama; Hz.Nuh’un gemisinin kalıntılarının bugün nerede olduğu meçhul. Yinede; ben meçhul olmadığını düşünüyorum. Eğer yolunuz bir gün, Doğubayazıt İlçemizin bulunduğu bölgeden geçerse, mutlaka ve mutlaka, Doğubayazıt’ta Nuh’un gemisinin kalıntısına gidin. Orada, bir tepe üzerinde, açıklık araziye anlamsız gözlerle bakarken, orada yıllardır yaşayan bir insan geliyor ve size; öyle güzel bir tarif yapıyor ki, açık arazide, aşağıda, aynen bir gemi kalıntısını gözlerinizle görüyorsunuz. Gerçekten; bir zamanlar, Amerikalı bir astronotun gökyüzünden gördüğünü iddia ettiği kalıntı, Doğubayazıt’ta. Yani: Ağrı dağı yakınlarında, görün ve o kalıntının kesinlikle kime ait olduğunu bilemem ama bir gemi kalıntısı olduğuna kesinlikle inanacaksınız.

tufan1

Aranan kelimeler:

5 Nisan 2009
bosluk

Europa

Etiketler:
Europa

Evet; Avrupa, Europa deniliyor, peki, bu kelimenin kökeninin ne olduğunu hiç merak ettinizmi? Evet, kelime kökeni, antik yunan. Yani; Avrupa, antik yunan’ı kendine maletmiş ve kendi kültürü olarak algılıyor, algılamak istiyor. Antik Yunan’ın birçok objesine sahip çıktığı gibi, Europa yani ismini bile, antik yunan’dan almaktan çekinmemiş. Bunun sonucu olarak da, elbette, bizler, yunan’lıları ikna etmeden, Avrupa arenasında, hiç bir konuda başarı şansına sahip değiliz.

Neyse, buyrun, Europa söylencesine: Europa; Fenike kıralı, Agenor’un kızı. Çok güzel. Tanrıların kralı Zeus, bu kıza gönlünü kaptırır. Günlerden bir gün: Europa, bir ilkbahar günü, babasının sarayından çıkar, arkadaşlarıyla birlikte, Akdeniz güneşinin ılıklığı ile beslenen toprak ananın doğaya armağan olarak sunduğu renk renk ve hepsi birbirinden güzel bahar çiçeklerini toplamaktadır. Kızlar; deniz kıyısına yaklaşınca, çalılıkların arasında, o güne kadar görmedikleri güzellikte bir boğa ile karşılaşırlar. Boğa; sevimli sevimli kızlara bakar. Bakışlarıyla; “niye öyle uzak duruyorsunuz, yaklaşıp sevsenize ” gibi, bir intiba yaratır. Kızlar; hiç korkmadan boğanın yanına gelirler ve o güzelim ipeksi tüylerini okşamaya başlarlar.

Derken; boğa, gelip Europa’nın önüne uzanıp, yatar. Kıza; ” bin sırtıma, seni birçok ülkede gezdireyim ” der. Europa; hiç çekinmeden, biner, boğanın sırtına. İşte, o uysal boğa, birdenbire değişiverir. Yerinden fırlar ve dalıverir denize. Hızla ilerler dalgalar üzerinde. Tüm deniz yaratıkları, saygı duyarlar ona. Europa; o zaman, boğa biçimindeki bu yaratığın, tanrılar kralı Zeus olduğunu anlar.

Zeus, böylece, Europa’yı Girit adasına götürür. Orada gerçekleşir birleşmeleri. Minos, Radamanthys ve Sarpedon isimli, 3 oğulları olur. Minos ve Radamanthys; yeryüzündeki adil davranışları nedeniyle, ruhlar ülkesine, yargıç olurlar. Europa ise; adını verir, Avrupa diye bilinen kıt’aya.

Bugün; Strazburg’daki Avrupa Parlementosu binası önünde, bir boğa heykeli var. Boğanın üzerinde, bir kız oturuyor. Kızın ismi, Europa. Heykelin, Avrupa Parlementosu binası önünde olmasının sebebi ise; AB’nin para birimi Euro’nun isminin de, boğanın üzerinde oturan kız’dan kaynaklanması. Yunanistan’da, 2 euroluk madeni para üzerinde de, aynı figürü görürsünüz. Boğa üzerinde oturan Europa. Ama; hiç akıllarına gelmeyen veya gelipte işlerine gelmeyen bir gerçek var. Europa, bu yazının en başında da belirttiğim gibi; Fenikeli. Yani: Avrupalı değil, Asyalı. Çünkü: onlara göre; Fenike, Asya’da. Hatta; bugünkü haritaya göre, Lübnan’da. Yani: Avrupa, Asya’lı bir kadının ismini taşıyor. Ayrıca; Zeus’un, Europa isimli kızla olan, Girit adasındaki birleşmesi de düşündürücü, sanki bir tecavüz gibi. Yani, hoş olmayan bir birleşme. Ayrıntılı olarak düşününce; Avrupa’lıların bu mitolojiye bu kadar sahip çıkması, Avrupa Parlementosunun önüne heykelini koyacak kadar ve hatta madeni paralarına resmini basacak kadar sahip çıkmaları ilginç. Ama, unuttukları bir şey var. Günümüzde: Asya ile Avrupa arasına ne kadar köprü ve engel koymaya kalksalar da, asırlar önce, Asya ve Avrupa arasında gerçekleşmiş böyle bir efsaneye sonsuz inanmalarını, bugünkü bakış açılarıyla değerlendirdiğimde, anlamak mümkün değil. Yani; Asya’ya borçlu olduklarını düşünmemek elde değil. Öyleki: bu borç listesinde, ilk akla gelenler: barut, kağıt, cebir, astronomi, tıp, hijyen, şehircilik vs. uzayıp giden bir liste olur.

Evet, bunları okuyunca, Avrupanın bir parçası olduğumuzdan şüphenizin kalmaması gerekir, çünkü kullandıkları isimdeki obje, zaten Asya’ya ait. europa1

Aranan kelimeler:

29 Mart 2009
bosluk

Artemis, Diana

Artemis, Diana

Doğumu sırasında, annesinin doğum sancılarından kıvrandığını görünce, Zeus’tan sonsuz bakirelik dileğindu bulunur ve bu dileği kabul edilince, hep bakire olarak kalır.

Birçok sıfatları vardır. Işıldayan’dır. Ay’ın temsilcisidir. Horemoros’a göre: ok atan’dır. Çünkü; okları acımasızdır. Ama, bu oklar, ay ışığının da simgesidir. Avcı Artemis’tir, o. Vahşi hayvanların kraliçesidir.

Güzeldir, ama aynı ölçüde vahşi bir tanrıçadır. Kendisine karşı yapılan saygısızlığı ve ihmali, hiçbir zaman bağışlamaz.

Yunan kralı Agamennon’a kızar; çünkü tanrıçanın kutsal geyiklerinden birini avlamıştır. Troya üzerine yürümek için gemilere binip yelken açtıklarında; rüzgar esmez olur. Gemiler oldukları yerde kala kalırlar. Agamennon’dan avladığı geyiğin yerine, kendi kızını kurban etmedikçe, öfkesi yatışmaz. Agamennon kızını kurban etmeye razı olunca, bu safer tanrıça bir geyik gönderir, geyik kurban edilir ve tanrıça rüzgarları salıverir.

Hiçbir ölümlü erkek, tanrıça’ya el süremez, onu çıplak’da göremez. Eyer, görecek olursa cezaya çarptırılır. Aktion bir avcıdır. Köpekleriyle dağ bayır dolaşır, av peşinde koşar.   Ama, bir gün yolu Artemis’e adanan kutsal bir ormana düşer. Yorulunca, bir ağacın gölgesine oturur. O sırada, yanında perileriyle birlikte, Artemis gelir. Ancak, Artemis’te yorulmuştur ve ormanın kuytu yerindeki göl’e girip, serinlemek ister. Önce; ok ve yayını, sonra ise giysisini çıkarır. Bütün gözlerden uzak olduğunu düşünerek, perileriyle birlikte, çırılçıplak göle girerler. Ama; çok geçmeden, birdenbire bağrışmaya başlarlar. Gölcüğün kıyısındaki adamı, Aktaion’u görürler. Tanrıça; göl’den bir avuç su alır ve Aktion’un yüzüne atar. Genç adam; bir geyiğe dönüşür. Bunun üzerine, yanındaki köpekleri, kolay bir av bulduklarını düşünerek, üstüne atlarlar ve onu parçalarlar. Aktion; bilmeden yaptığı saygısızlığın cezasını, böylece ödemiş olur.

Ephesos Artemis’i ise şöyle anlatılır. Bu Artemis, Yunan Artemis’inden çok farklıdır. Efes Müzesindeki heykellerinde: tanrıça, hep doğurganlığı simgeler. Göhsü; dizi dizi memelerle doludur. Bunlar; onun doğurganlığını simgeler ve Yunan Artemis’inden onu ayıran en büyük özellikleridir. Efes Artemis’i; Anadolu’nun ana tanrıçası Kybele’den sonraki aşamadır. Ona, göhsündeki memelerinin çokluğundan: Polymastos (çok memeli) denmiştir. Tapımı da, Kybele’ye olan tapınımın hemen hemen aynıdır. Efes’te onun adına yapılan, ancak günümüze yanlızca birkaç temel taşı kalan tapınak; dünyanın yedi harikasından biri sayılır.

İncil’in ” Resullerin İşleri” bölümünde anlatıldığına göre: Aziz Paulus; hıristiyanlığı yaymak ve Artemis heykellerine tapınmanın saçma olduğunu belirtmek için yaptığı konuşmalarda; halkın büyük tepkisiyle karşılaşmıştı. Zaten, bu olaydan sonra, Aziz Paulus, Efes’den ayrılmak zorunda kalmıştır. Yani; Artemis’e duyulan saygının büyüklüğünü düşünün.

Evet; Artemis işte bu. Anadolu’da  büyük saygı duyulan, yüzyıllarca tapınılmış Ana Tanrıça Kybele’nin takip eden aşaması olarak tapınılmış bir tanrıçadır. Zaten; Artemis’in Anadolu’lumu yoksa Yunan kökenlimi olduğu konusunda büyük spekülasyonlar vardır. Ama genellikle, Anadolu kökenli bir tanrıça olduğuna inanılır.

20030612selcukefes-muzesiartemis-heykeli05

Aranan kelimeler:

29 Mart 2009
bosluk

Kybele, Ana Tanrıça

Kybele, Ana Tanrıça

tanrica11

Anadolu’da yüzlerce yıl inanılmış ve tapınılmış , toprağın simgesi olan ana tanrıça; yanlızca tarımın ve bereketin değil, vahşi doğanın da simgesi olan, yırtıcı hayvanların koruyucusuydu.

Tanrıçanın kutsal ağacı; şimşir ve çamdır. Tanrıçanın bayramlarında çalınan flütler; şimşir ağacından yapılırmış. Çamın kutsallığı ise, Attis’in, tanrıça tarafından bu ağaca dönüştürülmüş olmasından ileri geliyor.

Kybele; yontularında (heykellerinde) yapılı bir kadın biçimi temsil edilmektedir. Yapılı oluşu: onun doğurganlığını simgeler. Ana tanrıça, her zaman, doğuma hazır, büyük karınlı bir kadın biçiminde gösterilmiştir. Bazı heykellerinde ise, başında kule biçiminde bir taç görülür. Bu kulelerin sayılarına göre, tanrıçanın korumasında bulunan kent sayısı temsil ediliyormuş. Zaman zaman da, elinde bir anahtarlıkla görülür. Bu, onun bağrında sakladığı hazinelerin anahtarıdır. O, yazın, bu hazineyi açarak, bol bol verirdi bağrından.

Anadolu’lu tanrıça Kybele’ye ait en ünlü öykü: onun, Attis’le olan aşkıdır. Attis, çok güzel bir delikanlıdır. Kybele, kendi tapınağının bakımını, bu Frigya’lı genç Attis’e emanet eder. Ama bir koşulu vardır. Attis, tanrıçaya, bakir kalma sözü verir ve bu sözünden asla dönmeyecektir.

Zamanla; Attis, bir ölümlüye aşık olur ve çabuk unutur verdiği sözü. Düğün töreni sırasında, Kybele’de gelen konukların arasına karışır. Ama, Attis, tanrıçayı görür ve verdiği sözü hatırlayarak, derin bir vicdan azabı ve bunalım sonucu erkeklik organını keser. Toprağa akan kanlardan, menekşeler biter. Attis, bununla de yetinmez, kendini asmak ve ölmek ister. Ama, tanrıça Attis’in eski sevgilisine acır ve onu bir çam ağacına dönüştürür. Çam kozalakları, Attis’in simgesi olur.

Evet, Frigya’nın ulusal tanrıçası Kybele’nin tapınımı; Frigya’nın en önemli merkezlerinden biri olan; Pessinus’ta sürdürülmüştür. Burası; günümüzün Vatikan’ı gibi, bir din devletiydi adeta. Buranın başında; 2 rahip bulunurdu. Birincisi, tanrıçanın sevgilisinin anısına Attis adını taşırdı. Diğer rahibin ise, yabancı olması gerekliydi. Her iki rahibinde, yine Attis’in anısına, hadım olması şarttı. Tanrıça, burada, gökten düştüğüne inanılan, bir kara taşla temsil edilirdi. Bu tapınağın bugünkü yerini umarım merak ettiniz. Evet, bu tapınak, bugün Eskişehir-Sivrihisar İlçesi yakınlarında. ( Buradaki antik kent kalıntıları hakkında bilgi isterseniz: www.gezi-yorum.net internet sitesinden, bilgi alabilirsiniz.)

Her yıl; 22 Mart tarihinde, Pessinus’ta Kybele onuruna şenlikler düzenlenir. Bu şenlikler sırasında, bir de çam ağacı bulundurulurmuş. Bu şenlikler, rahip adayları için, bir tür tarikata girme törenleriymiş. Töreni yöneten rahip, coşturucu bir müzikle dansa başlar. Gerek bu müziğin, gerekse tam bir kendinden geçiş halinde dans eden rahiplerin, izleyiciler üzerindeki etkileri de büyük olur. Dans ederken, ara sıra da ellerini yere dokundururlar, bu da toprak anadan güç almayı simgelermiş.Derken, kimi izleyiciler de, kendilerinden geçerek, daha önce hazırlanıp yere bırakılmış bıçakları kaptıkları gibi, kendilerini hadım ederlermiş. Efsanenin bu bölümü, elbette hoş değil, ama ismi üstünde efsane. Evet,devam ediyoruz, kesilen parçalar, bezlere sarılıp, büyük bir saygıyla, tanrıçaya ayrılan yeraltı hücresinin toprak tababına gömülürmüş. Bunun, toprağın verimi için döllenmesini simgelediği düşünülürmüş. Cinsel organları kesilen kişiler de, rahip adayı olurlarmış. Evet, insanların kendilerine veya çevrelerine bu tür zararlar vermesi asla onaylanacak bir durum değil elbette, ama antik çağdan bahsediyoruz, insanların düşünce tarzı bu, herne kadar onaylamasak da.

Bu şenlikler sırasında, ana tanrıçaya kurbanlarda sunulur. En değerli kurban ise, dişi domuzdu. Çünkü: dişi domuz, çok çabuk üremektedir. Sabanla, toprak ananın bağrını yararak onun döllenmesini sağlayan boğa da, değerli bir kurban sayılırmış. Keçi de, kurban edilirmiş.

Evet; ana tanrıça Kybele’nin, manevi gücünü, zamanla Romalı’larda keşfeder. Hatta, sahiplenmek isterler. O  devirlerde, Roma’nın karşısında büyük bir güç olarak Kartaca’lılar bulunmaktadır. Romalı’ların Kartacalı’larla çatıştıkları bir dönemde, Roma üzerine, bir taş yağmuru başlar. Kahinler, bunun bir uyarı olduğunu, Kartaca karşısında başarı kazanabilmek için, Kybele’nin Roma’ya getirilmesinin gerektiğini söylerler. Bunun üzerine, tanrıçayı simgeleyen taş, bir törenle gemiye konur ve Roma’ya doğru yola çıkarılır. Ama, gemi Roma’ya varırken, Tiber nehri üzerinde karaya oturur. Bütün uğraşlara rağmen kurtarılamaz. O sırada, tanrıçadan bir ses yükselir. Ancak, kirletilmemiş eller sokabileceklerdir, kendisini kente.

Bunu duyan; Cladia Quinto adındaki bir genç kız, belinden kemerini çözer ve gemiye bağlar, çeke çeke gemiyi Roma’ya getirir. (İnanmadınız demi, hayır, inanın, çünkü adı üstünde efsane) Bu kız, iftiraya uğramış bir Vesta rahibesidir ve koca gemiyi tek başına çekmekle de suçsuzluğunu kanıtlamış olur. Evet, ana tanrıça Roma’ya ulaşır. Sonra ne mi olur? Bizim tanrıça heykeline ne olduğu meşhul ama, tarihi bir gerçek var. Evet, Roma’lılar Kartacalı’ları yener ve tarih sahnesinden silerler. Artık, ana tanrıçanın gücümü, kendi güçlerimi, onu bilmek mümkün değil.

Evet; ana tanrıça, Anadolu’da, yüzyıllar boyunca, inanılmış, tapınılmış bir obje. Şu anda, elbette bu yazılanları okuduğumuzda, günümüz şartlarına kesinlikle çok ters gelen şeyler. Ama; gerçek olan şu ki, her şeyi, bulunduğu ve yaşandığı ortama uygun olarak değerlendirmek gerek. Çünkü; gerek zaman ve gerekse bilim durmadan ilerliyor. O yüzden, bu yazılanları, o günün şartlarında değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü; her şeye rağmen, Anadolu’da yani yaşadığımız bu topraklar üzerinde, geçmişte, yüzlerce yıl, bu yontuya, bu söylencelere inanılmış.

tanrica1

Aranan kelimeler:

28 Mart 2009
bosluk

Çift Başlı Kartal Figürü

Çift Başlı Kartal Figürü

Çift başlı kartal motifine; eskiçağlarda Sümerler ve Hititlilerde rastlanır. Sümerler’de Lagaş kentinin simgesi: çift başlı kartaldır. Onlardan; Akadlara, Asurlulara, Sasanilere ve Bizanslara geçer. Aynı zamanda: Hititlilerde, Büyük krallık döneminde: Hattuşa, Alacahöyük ve Yazılıkaya’da ki kabartmalarda, yine çift başlı kartal görülür.

Anadolu’da durum böyle iken; Orta Asya’da: şamanizm’e göre: yer ile göğün arasındaki çelik kapıyı kartal tutar. İnsanlara gökyüzü ve yeryüzü yolculuklarında; refaket eden varlıklar, kuş şeklindedir. Kartal: kuşlar arasında, ululuk ve yükseklik timsalidir. Bu yüzden; Türkler; kılıç kabzalarında, çift başlı kartal figürü kullanmışlardır.

Çift başlı kartal figürü: ilk kez, MÖ.3000 sonları ve 2000 başlangıcında, mezopotamya’da görülür. Daha sonra ise, bütün Orta Asya’ya yayılmıştır. Daha sonra ise; Anadolu’ya kadar uzanan evrede; çitf başlı kartal, Türk medeniyetleri tarafından, sevilerek kullanılmıştır. Bu kullanımında: pek çok sembolik anlamda yüklenmiştir. Orta Asya’da; çift başlı kartal: nazarlık, tılsım, aydınlık ve güneş sembolü olarak işlenir. Sikkeler üzerinde ise; bazı hükümdarlar arma-sembol, diğer bir kısım hükümdar ise, hükmetme gücünü destekleyen, pekiştiren bir motif olarak kullanılmıştır. Artuklu sikkelerinde ve Anadolu’daki Selçuklu yapılarında kullanılan çift kartal simgesi: surlarda, cami ve medreselerde, saraylarda; koruyucu ve hakimiyet sembolü olarak ve kötü güçlerden koruyucu olarak kullanılmıştır.

Bu arada; çift kartal motifinin, Bizans’lılar tarafından da kullanıldığını görüyoruz. Bu motif, Bizans’ta: devlet ve kilisenin, tek bedende, bir arada tutulup yönetildiğini simgelemekteydi.
14 ncü yüzyıldan itibaren ise, kutsal roma imparatorlarının; hanedan arması, daha sonra ise Avrupa’da soyluluk simgesi olarak benimsenir. Alman, Avusturya-Macaristan ve Rusya imparatorluklarının, devlet armalarında da kullanılır.

Amerika Metropolitan Müzesinde görülen, bir taş oyma çift başlı kartal kabartması; Konya İnce Minareli Medreseden çalınarak götürülmüştür.

Sonuç olarak; çift başlı kartal figürü’nün Orta Asya’dan çıktığı söylense de, Türkler’in Anadolu’ya yerleşmeden önce, Anadolu’da kullanılıyor olması da ilginçtir. Ululuk ve hakimiyeti temsil ettiği kesin olmakla birlikte, çıkış kaynağı konusunda tam bir fikir birliği yoktur. Ama; günümüzde, bir kısım ülkenin bayraklarında da, çift başlıklı kartal figürü kullanılmaktadır.

Aranan kelimeler:

27 Mart 2009
bosluk

cumhuriyet tarihi Son Yazılar FriendFeed
kişi siteyi ziyaret etti