Trabzon Sümela Manastırı

Trabzon Sümela Manastırı
Trabzon Sümela Manastırı

Hz İsa’nın 12 havarisinden biri olan Luka: İncil yazarlarından biridir.

Luka: İsa çarmıha gerildikten sonra ve Meryem, Kudüs şehrini terk ettikten sonra, Roma’ya doğru yola çıkar.

Bu yolculukları sırasında, Yunanlı bir öğrencisi olur.

Luka: ahşap bir tahta parçası üzerine, Meryem ve çocuk İsa figürü yani ikonası çizer ve yanından hiç ayırmaz.

Ancak, öldükten sonra, bu tahta parçası, Yunanlı öğrencisine kalır.

Yunanlı öğrenci, bu tahta parçasını Yunanistan’a götürür.

Atina şehrinde kurduğu manastır ve kilisede muhafaza etmeye başlar.

Eskiliğine ve hastaları iyileştirme, bolluk ve bereket getirme gibi mucizelerine inanılan bu ikona, Lukas takipçileri tarafından kuşaktan kuşağa aktarılır.

Çünkü, hastalıkları iyileştirmesi ve bereket getirmesi için, kutsal kabul edilen her şey ikona olarak kutsal kabul edilmeye başlanır.

Luka’nın tahta parçası, yani ikona, bunu duyan herkes tarafından ziyaret edilmeye başlanır.

Ancak, rivayete göre, MS 370’li yıllara doğru, bu tahta parçası, bulunduğu manastırdan birden kaybolur.

Yine rivayete göre, melekler tarafından gökyüzüne uçurularak, Trabzon yöresindeki dağlarda, bir mağaranın kovuğuna getirilir ve bir taşın üzerine konur.

Uzunca bir süre sonra, Atinalı Barnabas ve Sophromios isimli iki keşiş, birbirlerinden habersiz aynı rüyayı görürler ve yine aynı tarihte Trabzon şehrine gelirler.

Burada birbiriyle karşılaştıklarında, gördükleri rüyayı birbirlerine anlatırlar.

Bu rüyada: “Kara bir dağın üzerinde bulunan Meryem Ana, kendilerine bana gel” demektedir.

Bunun üzerine, iki keşiş, rüyalarındaki detayları düşünerek ikonu aramaya başlarlar.

Bir gün, Maçka deresinin kenarında uyuya kalırlar. Uyandıklarında, karşı dağda, kayaların ortasında bir ışık onlara doğru parlamaktadır.

Işığı takip ederler ve küçük bir mağara bulurlar ve kayıp ikon o mağaranın içindedir.

Karadağ’ın 300 metre yükseklikteki sarp yamacında, ikonu buldukları mağarada, 4-5 yıllık bir çalışmanın ardından ilk kiliseyi yaparlar. (tahmini zaman MS 375-395 yılları arasındadır.)

Evet, şimdi ikon hakkında bilgi vermek istiyorum.

Bu ikon, uzun yıllar boyunca mucizeler yaratan bir obje olarak muhafaza edilmiştir.

Ancak ikonun hangi dönemde ve kimler tarafından yapıldığı net değildir.

Sadece, ikonun eskiden çekilmiş ve oldukça iyi bir fotoğrafından anlaşıldığına göre: üzerinde herhangi bir çizgi, boya veya daha doğrusu resme benzeyen unsur bulunmadığı, simsiyah, çatlak ve ayrıca da ortadan ikiye ayrılmış bir tahtadan ibaret olduğu anlaşılmaktadır.

İkonun çevresini belirten gümüş çerçeve ise, motiflerden ve yazılardan anlaşıldığına göre, 1700’lü yıllara aittir ve alelade bir işçilik ürünüdür.

Evet, ikon hakkındaki bu kısa bilgiden sonra, yine bulunduğu mağaranın kilise yapılmasından söz edelim.

Takip eden süreçte: Mela dağının sarp kayalığında bulunan bu küçük mağara, zamanla yüzyıllar boyunca oyularak büyütülür ve diğer eklentileriyle birlikte, günümüzde görülen, kartal yuvası benzeri manastır ortaya çıkar.

Bu yapım çalışmalarında 100 kişinin çalıştığı söylenir.

Zamanla mağarayı daha doğrusu ikonu bulan iki keşiş ölür.

Maçka’daki rahipler buraya gelirler ve burada, manastır hayatı başlar.

Kutsal ikonun burada bulunduğunu duyan ve medet umanlar, hastalıklarından kurtulmak isteyenler, buraya gelmeye başlar.

Cennette kendilerine yer arayanlar, buraya bağışta bulunurlar ve burası zenginleşmeye başlar.

Ayrıca: Roma teşvikleri vardır.

Roma’nın Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesinin sonrasında, manastıra teşvikler verilir, manastırda yaşayanlar askere alınmazlar, vergi vermezler, hapse girmezler ve böyle olunca, özellikle zenginler ve çocukları eğitim almak için manastıra gelirler.

MS 600’lü yıllara gelindiğinde, Sümela Manastırı iyice zenginleşir ve 640 yılında yağmalanır, yakılır, yıkılır.

Manastırda bulunan rahipler ve öğrenciler, buradan ayrılarak yakınlardaki Vazelon manastırına kaçarlar.

642 yılında, Christopher isimli bir çiftçi, rüyasında Meryem Ana’yı görür ve bunun üzerine manastırı ziyaret etmeye gider, manastırın bulunduğu yerde bir harabe görür, ardından Vazelon manastırına gider ve rahiplerle görüşerek, onları Sümela Manastırının tekrar ayağa kaldırılması için ikna eder.

Bu arada, manastırdaki ikonanın kopyalarını yapar, bu kopyalar Rusya’dan Kudüs’e kadar her yerde satılmaya başlar ve çevreden gelen yoğun bağışlarla birlikte 644 yılında Sümela Manastırı yeniden ayağa kaldırılır ve manastırın ikinci kurucusu olarak çiftçi Christopher anılır.

Evet, yukarıda anlattığım öykü tamamen söylentilere dayalı, gerçekle pek alakası olmayan bir öyküdür. Mağaranın bulunduğu yerin bir manastır kompleksine dönüşmesi hakkındaki varsayım ise şöyledir:

Bölgede, 1100’lü yıllarda, pek etkili olmayan Türk akınları söz konusudur.

1200’lerde Moğollar buraya saldırır, hatta ikonayı parçalayıp dereye attıklarından söz edilir.

KOMMENOSLAR:

Ancak, 1204 yılında, İstanbul’u işgal eden Latin-Haçlılardan kaçan Kommenoslar sülalesi, Trabzon’a yerleşir ve Pontus Rum Prensliğini kurarlar, Trabzon ve çevresine hakim olurlar.

Trabzon prensleri, kendilerini, Bizans İmparatorluğunun gerçek varisi olarak görürler ve kendilerini imparator olarak tanıtırlar.

Yeniden İstanbul’a sahip olarak, eski Bizans devletini ihya edeceklerine inanırlar.

Trabzon Kommenoslarından Prens III Alexios (1349-1390) bu manastırın esas kurucusu olarak kabul edilmektedir.

İki kız kardeşi, çevredeki Türk beyleriyle evli olan ve kendi 4 kızını da yine komşu Türk beylerine veren III Alexios’un Sümela’ya özel bir ilgi gösterdiği, kaynak, belgeler ve manastırda bulunan fresko resimlerinden anlaşılır.

Buradaki keşiş hücrelerine, onun büyük dedesi, dede ve babasının, bazı bağışlarda bulunduğu bilinmektedir.

Alexios’un büyük dedesi II. Loannes (1280-1285) zamanında, burada bir dini merkez vardır.

Kommenoslar, ellerindeki en kutsal ve değerli yer olan bu manastıra sahip çıkarlar.

Büyük bir kasırga sırasında, Meryem tarafından, Prensin canı kurtarılmıştır.

Bunun üzerine, Prens, sadece mağara kilisenin bulunduğu burada yeni tesis yaptırmaya karar verir.

Bu imar çalışmalarında, burası 17 metre yükseklikte, 40 metre genişlikte ve 72 odalı bir manastır kompleksi haline getirilir.

Bir Orta Çağ Şatosunu andıran yapını dış tarafında bir duvar bulunur.

Duvar, aşağı dereden çekilen taşların kırılmasıyla yapılmıştır.

Burada, öğrenci ve misafir odaları, kütüphaneler bulunur.

Aşağı tarafta ise, birçok pencere görülür.

İç tarafta, kayaların içine oyulmuş kilisenin önünde avlu var.

1360 tarihli, 5 mısralık manzum bir kitabede “III Alexios, bu tesisin kurucusu (Ktetor), Doğu ve Batı’nın hakimi imparator” olarak gösterilmiştir. (Bu kitabe, 1650 yılına kadar manastırın dış kapısı üzerinde bulunmuştur.)

Prens III Alexios: taç giyme töreni burada düzenlenir ve 1361 yılında, bir güneş tutulmasında, burada yani Sümela Manastırında bulunur.

Hatta, Prens tarafından bastırılan sikkelerde görülen güneş resminin, bu olayla ilgili olduğu kabul edilmektedir.

Prens, 1365 yılındaki vakfiyesinde, manastırın bütün idari şartlarını, arazisini, gelirlerini düzene koyar.

Ardından, Türk akınlarını önlemek üzere Trabzon’a gelir ve buradaki keşişlerin daima uyanık olmalarını bildirir.

Prens öldükten sonra, yerine geçen oğul III Manuel (1390-1417) babası gibi dini tesislere bağlı bir kişidir.

Tahta çıktığı yıl, saray hazinesinde bulunan değerli bir stavroteği (İçinde İsa’nın çarmıhının bir parçası olduğu iddia edilen haç) Sümela Manastırına hediye eder.

OSMANLI DÖNEMİ;

Trabzon ve çevresi, Türk idaresine geçtikten sonra, Osmanlı Sultanları, Aynaroz’da, Sina ve daha birçok manastırda olduğu üzere, Sümela’da da eski hak ve hukuku korumuşlardır.

Hatta buraya çeşitli imtiyazlar vermişler ve bazı hediyeler yollamışlardır.

1460 yılında Trabzon ve çevresini ele geçiren Sultan II Mehmet’e gelerek bağlılıklarını sunan papazlar, kendisinden bir ferman alırlar.

Bu fermana göre “Ben tahtta oturduğum sürece, Osmanlı ayakta kaldığı sürece burası eğitime devam edecek, kimse buraya dokunmayacak” yazar.

Ardından, 9 Osmanlı Sultanı tarafından verilmiş fermanlar da vardır.

Bu fermanlar, manastır kütüphanesinde, uzun yıllar muhafaza edilmiştir.

Yavuz Sultan Selim, şehzadelik döneminde Trabzon valiliği yapar.

Kendisi av meraklısıdır ve dağlara geyik avına çıkarak, 15-20 gün boyunca arazide kalır.

Bir av sırasında, yağmur hiç durmaz, şehzade hastalanır ve en yakın yer olan Sümela manastırına getirilir.

3 gün boyunca burada tedavi görür ve kendine geldiğinde buradan çıkıp giderken, kendisini iyileştirenlere “Ben ki tahta geçersem bunun karşılığını kat be kat ödeyeceğim” der.

Yavuz Sultan Selim, tahta geçtikten sonra Şah İsmail’e karşı bir sefer söz konusudur.

Buraya gelirler, Trabzon merkezde ordusunu toplar, Erzurum üzerinden aşağıya inecektir, rahipler onu ziyaret ederler.

Sultan Selim, rahiplere durumu anlatır ve “Yarın gidiyorum” der.

Sefere çıkacaktır.

Buradaki rahiplerden bir tanesi der ki “Çok iyi etmişsiniz Sultanım, biz de bir söz vardır, bugünün işini yarına bırakma”

Sultan Selim bu seferden geri dönerken beraberinde ganimetler vardır.

Bunlardan 9 kollu, iki tane som altından yapılmış şamdanı Sümela Manastırına hediye eder. (Bu şamdanlar günümüzde kayıptır, 1877 yılında çalınmıştır.)

Ayrıca “altın” da hediye edecektir, ancak manastırda bulunanlar altın kabul etmezler, bunun üzerine, imar yardımında bulunur, su yolunu onartır, ön tarafa muhafız odaları yaptırır.

1749 yılında, İgnatios isimli bir piskopos, duvarların bütün satıhlarını yeniden fresko resimleriyle süsletir.

Sümela’nın gezgin keşişleri, bütün Anadolu, Kafkasya, Balkanlar ve hatta Rusya’da dolaşarak, burada bulunan Meryem ikonasının kopyalarını satıyorlardı.

Toplanan paralar ise, Sümela Manastırına getiriliyordu.

Bir zamanlar, bu keşişlerden bir tanesi, üzerinde 40 bin kuruşluk bir servetle dolaşırken, Kayseri’de öldürülür.

Osmanlı yetkilileri katilleri yakalar ve idam ettirir. Çalınan paralar da manastıra geri iade edilir.

RUSLARIN BÖLGEYİ İŞGALİ VE ARDINDAN RUM MİLİSLERİ:

1916-1918 yılları arasında, Trabzon Ruslar tarafından işgal edilir.

Bu işgal döneminde Sümela Manastırı, Ruslar tarafından silah ve cephane deposu olarak kullanılır.

Ancak Ruslar buradan ayrılırken silah ve cephaneleri götürmezler.

Bunun üzerine, burada yaşayan Rum toplumunda, Hıristiyan Pontus devletinin yeniden kurulması hayalleri canlanır.

Çevredeki manastırlarla beraber, Sümela Manastırı da Rum milislerin karargahı olarak kullanılır, silahlı mücadele başlar.

Bu mücadele, bölgedeki Türk milis güçleri tarafından bastırılır.

CUMHURİYET DÖNEMİ:

Kurtuluş savaşı sonrasında, 1924 yılında bölgede yaşayan Rumlar, Anadolu’da birçok yerde yaşayan ve birlikte yaşadıkları halka ihanet eden Rumlar gibi, karşılıklı mübadeleye tabi tutulur ve buradan ayrılarak Yunanistan’a gönderilirler.

Ancak, manastırda görevli papazlar gitmeden önce, Kutsal Meryem İkonu ve bazı kıymetli eşyaları, manastırın 400 metre uzağındaki “Agia Barbara” isimli küçük bir şapele saklarlar.

15 Ağustos 1931 tarihinde, Yunanistan-Kalatvryta’da bulunan Megalo Spileoda Panagia kilisesinde, katılanların çoğunun Pontuslu Rum olduğu bir dini kutlama yapılır.

Tören bittikten sonra, Anadolu’da iken Ordu şehri piskoposu olan, o tarihte ise Gümülcine Piskoposu olan Folycarpos Psomiades, Yunan Başbakanı Venizelos’a, kutsal ikonu, Karadeniz’de nasıl ve nereye gömdüklerinin hikayesini anlatır.

Bir süre sonra, Türkiye Başbakanı İsmet İnönü, Eylül 1931 tarihinde Balkan Oyunlarını izlemek için, Atina şehrine gelir.

Yunan Başbakanı Venizelos, ondan “Bir Rum papazı, Karadeniz’e gönderip, gömülü ikonu çıkarmaları için izin ister”

Bu durum uygun görülür ve Venizelos ve Piskopos Chrysantos, Sümela Manastırına gitmek üzere Ambrosios isimli bir papazı görevlendirirler.

Ambrosios, Makedonya’ya gider ve ikonu gömen papaz İremias’ı bulur ve konuşur.

Daha sonra, 1921 yılında, resmi görevle yola çıkarak Trabzon’a ulaşır.

İKON YUNANİSTAN’DA:

Trabzon’da polis ve asker eşliğinde, Agia Barbara şapeline gidilir, gömülü ikon ve diğer eşyalar bulunur ve alınarak, Atina’daki Bizans Müzesine götürülüp teslim edilir.

Mübadele sonucu Yunanistan’a gönderilen Rumlar, eski hatıralarına bağlılıklarının bir belirtisi olarak, Ağustos 1951 tarihinde, Makedonya’da Verria yakınlarında Kastania’da aynı isimle (Sümela Manastırı) yeni bir manastır kurarlar ve buraya modern bir Meryem Ana resmi yani ikonu yerleştirerek, eski geleneği yaşatmayı sürdürürler.

Kutsal ikon ise, 1952 yılında Bizans Müzesinden alınarak, Manastıra getirilir.

Bunun dışında, Trabzon Prensi Emmanuel Kommenos’un kutsal haçı ve Oisios Christoforos’un el yazmaları da (644 yılına tarihlenir) bu manastıra getirilir.

Her yıl Ağustos ayında, tıpkı geçmişte, Trabzon Sümela Manastırında yaptıkları gibi yeni manastır çevresinde geniş katılımlı şenlikler düzenlerler.

Bu arada, Trabzon’da bulunan gerçek Sümela Manastırı sahipsiz ve kontrolsüz kalır.

Tesis hızla harap olmaya başlar

1930 yılında bir yangın, ahşap kısımların tamamen yanıp kül olmasını sağlar.

Bu arada, gizli define avcıları, define aramak bahanesiyle, burada büyük tahripler yaparlar ve yangında yok olmayan kagir kısımlar da yıkılır.

Burada ilk bakışta dikkati çeken husus, darmadağın bir harabe görünüşü ve duvarlardaki freskoların, ustalıklı bir şekilde, muntazam kareler halinde kesilerek yerlerinden sökülüp götürülmüş, çalınmış olmasıdır.

Son derece zor olan bu işin, başarılı bir şekilde yapılması, bunu yöre insanının değil, bu çeşit hatıralara meraklı ve gerekli bilgiye sahip, bilgili yabancı ziyaretçiler tarafından yapıldığını ifade eder.

9 Mart 2024
bosluk

İstanbul Aksaray Yılanlı Kilise

İstanbul Aksaray Yılanlı Kilise
İstanbul Aksaray Yılanlı Kilise

Aksaray’da ilginç bir kilise var.

MS 9’ncu yüzyılda yapılmış bu kilisenin batı duvarındaki resmedilen fresko sahneler özellikle ilgi geçiyor.

Batı duvarında, yılanların saldırısına uğramış 4 çıplak ve günahkar kadınla ilgili sahneler var.

Kadınlardan solda yer alan birinci kadın: çocuklarını terk etmiştir. Diğer kadınlardan farklı olarak birden fazla yılanın saldırısına uğramış ve yılanlar tarafından pek çok yerinden ısırılmaktadır.

Yılanlar: ikinci kadını, çocuğu emzirmediği için iki yılan tarafından göğsünden, üçüncü kadını iftira attığı için dilinden, dördüncü kadını itaat etmediği ve  söz dinlemediği için kulaklarından ısırmaktadırlar.

Bu bölüm cehennem kısmı olarak adlandırılmış ve erimiş madenlerin olduğu gölde vücutlarının yarısına kadar göle girmiş, acı çeken vücutlar tasvir edilmiştir.

6 Mart 2024
bosluk

Çalınan Tarihimiz, Mezar hırsızları, Aziz Nikolaos (Noel Baba) kemiklerinin çalınması

Çalınan Tarihimiz, Mezar hırsızları, Aziz Nikolaos (Noel Baba) kemiklerinin çalınması
Aziz Nikolaos (Noel Baba)

Kendisi, MS 3’ncü yüzyılda, Patara bölgesinin küçük bir köyünde, zengin bir buğday tüccarının oğlu olarak dünyaya gelir.

Ebeveynlerini genç yaşta hastalık nedeniyle kaybeder.

Ardından bütün mal varlığını: hasta, yaşlı ve bakıma muhtaç kişiler için kullanır.

Hayatını iyilik yapmaya adamış, sahip olduklarını yoksullarla paylaşan ve yardımlarını gizli olarak pencere veya bacalardan hediyeler bırakarak gerçekleştirir.

Aziz Nikolaos genç yaşta, Myra episkoposu olur.

Ardından çok seyahat etmiş ve duaları ile denizcileri birçok kazalardan korumuştur.

Akdeniz’de büyüklü küçüklü bütün teknelerde, Aziz Nikolaos’un resmi veya ikonası asılmış, sefere çıkarken “Dümeninizi Aziz Nikolaos tutsun” dileklerinde bulunulması gelenek haline gelmiştir.

Katolik, Ortodoks ve Anglikan kiliseleri tarafından önemli bir “Aziz” olarak kabul edilir.

Dünyanın çeşitli bölgelerinde Noel Baba’ya adanmış, 2000 civarında kilise bulunur.

1955 yılında, Antalyalı bir kısım turizmci, PTT işbirliğiyle üzerine Noel Baba pulları yapıştırılmış, Antalya kartpostallarını tüm dünya devlet adamları ve önemli kurumlarına, yılbaşında postaladılar ve Demre’de bulunan Noel Baba kilisesinin tanınmasını sağladılar.

Bunun üzerine, Amerika’da da sevilerek New York şehrini koruyan azizlerden biri olarak kabul edildi.

Santa Klaus ismiyle tanındı.

Hollanda’da “Sinterkoas”, Fransa’da “Pere Noel”, İngiltere’de “Father Christmas” ve Almanya’da “Heilige Nikolaus” isimleriyle tanınır.

Gelelim Noel Baba Efsanesine:

Demre’de bir  zamanlar, St Nicholaus Kilisesi yakınlarında, bir fakir baba ve üç kızı yaşarmış.

O devirde, hiçbir kız çeyizi olmadan evlenemezmiş.

Yoksul baba, o kadar çaresizdir ki kızlarını nasıl evlendireceğini düşünür, bir türlü çare bulamazmış.

Soğuk bir Noel gecesi, üç kız kardeş odalarında oturmuş, nasıl evleneceklerini konuşurlarmış.

Kızlardan en büyüğünün aklına, kendini esir pazarında satarak elde edilecek para ile diğer kız kardeşlerine çeyiz düzme fikri gelir.

Bu düşüncesini diğer kız kardeşlerine açar.

Diğer kız kardeşleri, buna karşı çıkarlar.

Her biri, kendisini esir pazarında satarak, elde edilecek para ile diğer kız kardeşlerinin evlenmesini ister.

Bu sırada, evin açık penceresinden, bu konuşmaları duyan Aziz Mikolaus, bu yoksul aileye yardım etmeye karar verir.

Kiliseden getirdiği bir kese altını, açık olan pencereden evin içine atar.

Tarih: 25 Aralık’tır.

Kızlar, İsa’nın doğduğu gece bir mucize olduğuna inanırlar.

Böylece büyük kız evlenir, sonra ikinci sıradaki kız için de pencereden bir kese altın atılır ve kız evlenir.

Ancak, Aralık ayı oldukça soğuktur.

Pencereler kapalı olduğu için en küçük kız için Aziz Nikolaos, bu kez evin çatısına tırmanır ve bacadan aşağıya bir kese altın atar ve küçük kızın da evlenmesini sağlar.

Bunun üzerine, her yıl Myra halkı, 25 Aralık tarihinde pencereleri ve kapılarının önünde: altın, elma, çerezler, çocuk oyuncakları bulmaya başlarlar.

Aziz Nikolaos, yardım ettiği kişilerin kendisine şükran borcu olmaması için yaptığı yardımları gizler.

Noel Baba’nın ölümü:

Kaynaklara göre, Aziz Nikolaos, 6 Aralık 365 yılında, 65 yaşında ölür.

Öldüğünde, Demre Aziz Nikolaos kilisesine defnedilir.

Ancak, MS 6’ncı yüzyılda, bu eski kilisenin üzerine, dönemin İmparator I. Justinianos tarafından yeni bir kilise inşa ettirilir.

Ancak bu yeni kilise yapılırken, eski kiliseden kalma bir bölüm muhafaza edilmiştir.

Hatta, MS 529 yılındaki depremde, eski kiliseden kalma bu bölümün herhangi bir hasar görmediği tahmin edilmektedir.

MS 8’nci yüzyılda bu kilise bilinmeyen bir nedenle tahrip olur.

1034 yılında bu büyük kilise, Arap donanması tarafından Demre’nin bombalanması sırasında hasar görür.

1042 yılında ise İmparator IX. Konstantin Momonakhos (1042-1055) ve karısı Zoe tarafından, günümüzde görülen kilise yaptırılır.

1042 yılında yapılan kilisenin içinde, Aziz Nikolaos’un kemikleri, bir lahit içinde muhafaza ediliyordu.

Evet, Şimdi Mezarın Soyulması:

Deniz yolu ile Kudüs’e giden hacılar, yolları üzerinde Myra’nın limanı Andriake’ye uğrar ve bu limandan Aziz Nikolaos’un gömülü olduğu Sion Manastırına ulaşıp hacı olurdu.

20 Nisan 1087 tarihinde, bir kısım İtalyan tüccar, buraya gelirler.

Manastırda: mezarın bekçiliğini yapan, inzivaya çekilmiş, üç kişi bulurlar.

Kendilerine, eski Roma’nın Papa’sı tarafından gönderildiklerini, amaçlarının orada gömülü olan şahsa yaraşır bir şekilde emniyet altında bulunması amacıyla oradan taşınması için görevlendirildiklerini söylerler.

Bunlara para verip kandırırlar ve mermer lahdi kırıp açarlar.

Lahdin içinde yine mermerden yapılmış bir kavanoz bulurlar ve bunun yarısına kadar dolu, temiz yağa benzer bir madde vardır.

Bu adamların gördüklerine göre, lahdin içinde iskeletin ilk konumu, doğal halde olmadığı, kemiklerin karışmış durumda, başın başka tarafa kaymış olması, buna önceden dokunulduğu düşüncesini verir.

Kısacası, iskeleti çok temiz bir sandığa koyarak, oradan götürürler.

Bunu götüren geminin, 18 günde İtalya’nın Bari limanına varması, Hıristiyan dünyasında büyük etki yaratır.

Aziz Nikolaos’un kemikleri, İtalya Bari şehrindeki bazilikaya gömülür ve Bari Şehrinde Basilica di San Nicola adıyla muhteşem bir kilise inşa edilir.

Aziz Nikolaos’un bazı kemikleri ise, Venedik başta olmak üzere Avrupa’nın birçok kilisesinde muhafaza edilmektedir.

Aziz Nikolaos’un kemikleri çalınırken, geriye kalan bir kısım kemik ise, günümüzde Antalya Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir.

Son bir not: İtalyanlar Bari şehrinde Aziz Nikolaos’un kemiklerine DNA testi yaparlar, ancak bu testin sonuçlarını açıklamazlar, belki de normal bir papazın kemiklerini çalıp götürmüşlerdir. Bu konu bir muamma.

5 Mart 2024
bosluk

İstanbul Beyazıt Kulesi

İstanbul Beyazıt Kulesi
İstanbul Beyazıt Kulesi

Sultan II Beyazıt (1509) zamanında “Küçük Kıyamet” olarak bilinen ve İstanbul’u baştan başa yıkan depremin ardından: şehirde ahşap binaların sayısında artış olur.

Çünkü, halk deprem korkusuyla, ahşap bina yapmaya ağırlık verir.

Ancak, bunun sonucunda şehirde yangınlar artar.

Bu yangınları gözleyebilmek için ise, 1750 yılında, Ağa kapısında bir gözetleme kulesi yaptırılır.

Ama, ahşap olan bu kule, 1756 yılında “Cibali Yangınında” yanar.

Bunun üzerine, 1808 yılında, bugünkü kulenin yerine, yenişe yaptırılır.

Ama bu kulenin de sonu aynı olur.

1824 yılında çıkan yeniçeri isyanında, kule yanar.

Son olarak, II Mahmut tarafından, 1828 yılında yeni kule inşa edilir.

Mimarı: Semerekim Balkan’dır.

Tasarım olarak, yukarı doğrultulmuş, savaş topuna benzetiliyor.

Bunun da “Barışı simgelediği” söyleniyor.

Şehirde yangın olduğunda, Beyazıt kulesinden, gündüz sarkıtılan sepetle, gece ise fener yakılarak haber verilirdi.

Ayrıca, kuleye: haberleşmek için, bayrak ve fener asılıyordu.

Gelelim günümüze:

1997 yılında yapılan restorasyon sonucunda, kule: eskiden olduğu gibi: gözetleme, meteoroloji ve yol durumunu bildirmek amacıyla kullanılmaya başlanmıştır.

Kule, İstanbul İtfaiye Dairesi Başkanlığı tarafından, Kule Müfreze Amirliği olarak kullanılıyor.

4 katlı kuledeki yerleşim planı: Nöbetçi katı, işaret katı, sepet katı ve sancak katı.

Nöbet katı: itfaiyecilerin şehri gözetlediği yerdir.

Kule katı: meteorolojik bildirimler için kullanılmaktadır.

İşaret katı: meteorolojik amaçlar için kullanılmaktadır.

İstanbul halkı: kulenin ışıklarına bakarak, ertesi günkü hava durumunu öğrenir.

Kule ışıkları: İstanbul’un her noktasından görülecek şekilde düzenlenmiştir.

Sepet katı: yangın işaretlerinin verileceği yerdir.

Sancak katı: Türk bayrağının ve itfaiye bayrağının asıldığı yerdir.

4 Mart 2024
bosluk

Tarihte bir soykırım, Xanthoslular

Tarihte bir soykırım, Xanthoslular

Bir zamanlar bölgede kurulu Lykia kentleri arasında en romantik olanıdır.

Günümüzde adı Eşen çayı olan Lykia bölgesinin en büyük akarsuyu Xanthos ırmağı, kentin batısından ve yakınından geçer.

Şehir, günümüzde Fethiye’ye 46 km uzaklıkta, Kınık köyü yakınlarındadır.

Efsane:

MÖ 540 yılı dolaylarında, Pers Generali Harpogos, Küçük Asya’nın batısını işgal etmektedir.

General, Karya’dan Xanthos vadisine yürümüş, burada Lykia’lıların direnişiyle karşılaşmıştır.

Düşman ordusunun sayıca üstünlüğü karşısında, kentte sarılı kalan halk, karılarını, çocuklarını, esirlerini ve mallarını Akropolde toplayıp ateşe verirler ve sonra tek kişi sağ kalmayıncaya kadar savaşı sürdürürler.

Heredot; savaş sırasında sadece kent dışında olan aileler sağ kalmıştır.

Çünkü, kentte yaşayanlar, yazın bugünkü yöre insanının yaptığı gibi, sıcak basınca yaylalara göç ediyorlardı.

Evet, Harpogos dönemindeki bu felaketten sonra, Xanthos şehrinin toparlanması çok sürmez.

MÖ 1’nci yüzyılda: Xanthoslular yine bir felaket yaşadılar.

Romalılar kendi aralarındaki iç savaş sırasında, burada soykırım yaptılar.

MÖ 42 yılında, Brutus; Oktavius ve Antony ile hesaplaşmak üzere asker toplarken Lykia bölgesine geldi.

Lykia birliği kendisine direndi, ancak sonunda yenildiler.

Brutus, Xanthos şehrini kuşattı.

Antik dönem yazarlarından Appian kuşatmayı ayrıntılarıyla anlatır:

Xanthoslular, ilk önce kızgın toprak politikası uyguladılar, kentin dış kesimlerini ateşe verip çevresine bir hendek kazarak düşman ordusunu ok yağmuruna tuttular.

Brutus, hendeği doldurur ve Xanthosluların kentte sarılı kalmasını zorlar.

Sonra, sur duvarlarını yıkmaya girişir.

Direniş sürünce, bir gün kent halkının hücuma geçmişini sağlayıp, onları kolaylıkla esir alır.

Kente geri çekilen Xanthoslular, kale kapısında kale muhafızları tarafından durdurulurlar. Çünkü kendileriyle birlikte kente düşman askerlerinin sızmasından korkarlar.

Böylece, birçoğu kale önünde hayatını kaybeder.

Bununla beraber, halk az sonra tekrar Romalılara karşı saldırıya geçer, ancak bu kez kale kapısı açık bırakılmıştır.

Kentte geri dönerler, ancak gerçekten de Romalılar onlarla birlikte kaleden içeriye girmeyi başarırlar.

Öbür askerler de kapıdan geçmeye uğraşırken, kalenin demir kapısı birden iniverir.

Halatları ya kopmuş, ya da Xanthoslular tarafından kesilmiştir.

Böylelikle içeri sızan Romalı askerler, tek başlarına kalır ve zorlu bir savaşın içine düşerler ve sonunda Sarpedon Tapınağına sığınırlar.

Bu arada, dışarıdaki Romalılar kapıyı kırmaya uğraşırlar.

Fakat, dökme demirden yapılmış kapıyı kıramazlar.

Romalılar merdivenlerini yeniden yaparlar ve bir kısmı iplere demir çengeller bağlayıp surlara fırlatırlar.

Çengeller takılınca tırmanmaya başlarlar.

Bir baka gurup, nehrin üzerindeki yarmaya tırmanmaya çalışır, çoğu düşüp parçalanırken birkaçı çıkmayı başarır.

Böylece bir kısım asker daha kente girer.

Kırılmaya uğraşılan kapının, iç tarafındaki ilk girenlerle güçlerini birleştirirler.

En sonunda gün batımında kent düşer.

Bunun üzerine Xanthoslular, evlerine koşup kaşı koymayan ailelerini kılıçtan geçirirler.

Haykırışları duyan Brutus’un içi sızlar.

Askerlerine durmalarını emreder.

Ve ateşkes sağlamak için kente elçiler yollar.

Xanthoslular elçilere yüz vermez.

Tüm mal varlıklarını daha önceden hazırladıkları odun yığınlarının üzerine koyarlar.

Bunları ataşe verdikten sonra kendilerini de alevlerin içine atarlar.

3 Mart 2024
bosluk

İstanbul Zeynep Sultan Camii

İstanbul Zeynep Sultan Camii
İstanbul Zeynep Sultan Camii

Cami: 1769 yılında Lale Devri Padişahlarından III Ahmet’in kızı, Zeynep Asime Sultan tarafından yaptırılır.

Mimar: Mehmet Tahir Ağadır.

İlk bakışta: bir Bizans yapısı izlenimi verir. Çünkü Barok tarzda yapılmıştır ve yapımında kullanılan malzemeler ilginçtir.

Kubbesi değişiktir.

Evet: caminin en büyük özelliği, çevresinde çevrili bulunan mezarlık bölümüdür.

Hazirelerde, kaderleri farklı biçimde gelişen, iki insanın naaşı bulunur.

Birincisi:

Alemdar Mustafa Paşa.

1808 yılında ölen Alemdar Mustafa Paşa: Ruscuk’un tanınmış Beylerbeyidir.

Padişah III Selim’in yenilikçi ve reformcu yönünü beğenir.

Onu izler.

Padişah III Selim, halası Zeynep Asime Sultan’ın kocası Melek Mehmet Paşa’nın kendisine sadrazamlık yaptığı sırada, Nizam-ı Cedit yani Yeni orduyu kurar.

Fakat: 4’ncü Mustafa, 1807 yılında, amca oğlu III Selim’i tahttan indirir.

Saraya hapseder.

Alemdar Mustafa Paşa: Nizam-ı Cedid askerlerinden oluşan büyük bir ordu ile İstanbul’a girer ve III Selim’i yeniden tahta çıkarmak ister.

Ancak: Alemdar Mustafa Paşa’nın İstanbul’a gelmekte olduğunu öğrenen Yeniçeriler, sarayda bulunan III Selim’i öldürürler.

Alemdar’ın tahta çıkarmasından korktuğundan, kardeşi II Mahmut’u da öldürmek isterler, ancak saray mensuplarının bir kısmı, Sarayın damına çıkararak II Mustafa’yı gizlerler.

Alemdar Mustafa Paşa, saraya gelince II Mahmut’u tahta çıkarır ve kendisi de Sadrazam olur.

Reformlar devam ettirilir.

Bu defa: Sekban-ı Cedid ordusu kurulur.

Bu arada, bozulan devlet düzeninin geri sağlanması için, Padişah ile tebaası arasında, Sened-i İttifak isimli anlaşma imzalanır.

Fakat, bu uygulama kısa sürer.

Tarihte ilk defa, bir Padişah, yönettikleriyle sözleşme imzalamıştır ve bu durum Padişah II Mahmut’un hiç hoşuna gitmez.

O sıralarda, yeniçeriler de kendi gelecekleri açısından rahatsızdır.

Derken, Alemdar Mustafa Paşa’nın sadrazamlığının 4’ncü ayında, yeniçeriler tekrar ayaklanır ve Alemdar Mustafa Paşa’nın evini kuşatırlar.

Hatta, konağın çatısına çıkıp, binayı yıkmaya başlarlar.

Kurtuluş ümidinin olmadığını fark eden Alemdar, konağın barut deposuna iner ve daha fazla yeniçerinin barut fıçılarının etki alanına girmesini bekledikten sonra, tabancası ile barut fıçılarını ateşler ve kendisiyle birlikte 100 yeniçerinin de ölmesine sebep olur.

Zaten kızgın olan yeniçeriler, büsbütün sinirlenir.

İki gün sonra, yıkıntılar arasından, Alemdar’ın cesedini çıkarırlar.

Sürükleyerek Aksaray’daki bir ağaca götürüp asarlar.

İki gün sonra da hırslarını alamayıp, Yedikule’de bir kuyuya atarlar.

Bu kargaşa sırasında, Padişah II Mahmut’da, 4’ncü Mustafa’yı öldürtür.

İlk fırsatta, Sened-i İttifak sözleşmesi yok edilir.

Yeniçeriler ve Sekbanlar arasındaki çatışmalar sırasında, İstanbul, adeta bir kan gölüne döner.

Sokaklar, cesetlerden geçilmez olur.

Çıkan yangınlarda, büyük mahalleler, evler, eşyalar kül olur.

1908 yılında, II Meşrutiyetten sonra, Alemdar Mustafa Paşa’nın cesedi kuyudan çıkarılır.

Alemdar’ın adının verildiği cadde üzerinde bulunan Zeynep Asime Sultan camisi haziresine gömülür.

Ölümünden 100 yıl geçtikten sonra, bir kahraman olarak ilan edilir.

2 Mart 2024
bosluk

İstanbul Kuzguncuk

İstanbul Kuzguncuk
Kuzguncuk

Kuzguncuk Yahudiler tarafından “Kutsal Topraklara gitmeden önceki son durak” olarak kabul edilir.

Bu yüzden de, kutsal topraklara gidemeyenler, burada yaşamak ve hiç değilse buraya gömülmek istemiştir.

İlk olarak 15’nci yüzyılda İspanya’daki zulümden kaçan Yahudilerin yerleştiği semt, 17’nci yüzyıla gelindiğinde bir Yahudi köyü haline gelir.

Bu yüzden “Küçük Kudüs” olarak da isimlendirilmiştir.

18’nci yüzyılda Rumların ve Ermenilerin gelmesi, bu sahil kasabasına ayrı bir kültürel zenginlik katar.

Türkler denense pek rağbet etmemişlerdir.

Günümüzde, gayrimüslim nüfusun çok az olduğu semte, İstanbul’da yaşayan yabancılar rağbet etmektedir.

Evet, bölge hakkında bir başka söylenti daha var.

Semtin adı ilk olarak “Hrisokeramos” un “Altın Kiremit” anlamına gelir.

Bu da, kiremitleri altın yaldızlı olan bir kiliseden kaynakladığı düşünülür.

Bizans döneminin Kosinitsa’sı; Evliya Çelebiye göre: adını 15’nci yüzyılda burada yaşamış olan evliya “Kuzgun Baba” dan almıştır.

Kosinitsa’nın Türkçeleştirilip Kuzguncuk olma ihtimali daha yüksektir.

1 Mart 2024
bosluk

Kütahya Çavdarhisar Aizonai Zeus Tapınağı

Kütahya Çavdarhisar Aizonai Zeus Tapınağı
Aizonai Zeus Tapınağı

Evet burası günümüzde Kütahya’nın Çavdarhisar ilçesi.

Burada, Roma döneminde Aizonai isimli bir şehir kurulur ve şehrin en kutsal alanı olarak seçilen yere Zeus Tapınağı yapılmasına karar verilir.

Ancak, bu kutsal alan olarak kabul edilen höyük: Anadolu’nun erken evrelerine ait tabakalar bulundurur.

Tapınak avlusu seviyesinin hemen altında, Erken Bronz çağına (MÖ 2800-2500) ait seramik parçaları bulunmuştur. Ayrıca: Tunç çağına ait zemini kerpiç ve çakıldan yapılmış, şevli duvarlara sahip iki mekan tespit edilmiştir.

Tapınağın yapılması için, bu tabakalar ortadan kaldırılmıştır.

Muhtemelen, bu ortadan kaldırılan tabakaların molozları, tapınak alanının tekrar dolgusu sırasında kullanılmıştır.

Evet, günümüzde: Zeus Tapınağı, yukarıda belirttiğim gibi Çavdarhisar ilçesinde, Aizonai antik şehrinde, Perkalas Çayının batı kıyısında 200 metre uzaklıktadır.

Önemi:

Zeus Tapınağı oldukça önemlidir.

Çünkü dünya üzerinde benzeri yoktur.

Gerek plan olarak ve gerekse dünya üzerinde günümüze en sağlam gelebilmiş bir tapınaktır.

Tapınağın yapımı:

Tapınak, şehir içinde ve çevresinde bulunan toprakların sahibiydi.

Tapınak yapımı için gerekli harcamalar, geniş tapınak arazilerinin kiraya verilmesiyle sağlanmaya çalışılıyordu.

Hadrian döneminde, Aizonai ve Roma arasındaki en temel sorun, şehre ait olan toprakların yönetimi konusundaydı.

Zeus tapınağına bağlı olduğu düşünülen topraklar hakkında, İmparator Hadrian dönemine ait gayet net ve ayrıntılı yazıtlar, tapınağın duvarlarında bulunmaktadır.

Ancak, arazileri kiralayanlar, uzun süre para ödememek için direndiler.

Bunun üzerine, İmparator Hadrianus devreye girdi ve paralar ödenince; MS 92 yılında İmparator Damitianus döneminde başlanan tapınak inşasına devam edildi.

Tapınak: MS 2’nci yüzyılda, İmparator Hadrian döneminde (MS 117-138) tamamlandı.

Evet, bir tepe üzerinde bulunan Tapınak, Aizonai şehrinin ana kutsal alanıydı.

Mimari Özellikleri;

Roma döneminde yapılmış olmasına rağmen, Hermogenes tarafından Magnesia’da yaratılan Helenistik dönem özelliklerine özgü biçimde yapılmıştır.

Aynı plan, Ankara Augustus Tapınağında da kullanılmıştır.

Hermogenes’in Helenistik dönem mimarisi için ortaya koyduğu kurallar çerçevesinde: naosu çevreleyen peristasisin eni, iki sütun genişliğindedir.

Dolayısıyla tipik Helen mimarlık özelliği olan pseudodipteros plan uygulanmıştır.

Çok basamaklı podyum da, Helenistik dönem özelliklerindendir.

Cella tonozla örtülü bir alt yapı üzerine konumlandırılmıştır.

Bu bir Roma mimarisi özelliğidir.

Cella içinde: bir Zeus heykelinin bulunduğu düşünülür, ancak bu heykel günümüze ulaşmamıştır.

Ancak, yapılan arkeolojik araştırmalarda, tapınak içinde Zeus’un kutsal kuşu olan “Kartal” heykeli bulunmuştur.

Promaos (giriş), naos-cella (ana oda) ve opistodomos’tan (arka oda) oluşan ana yapının altında, Anadolu’da kullanımı çok yaygın olmayan, yüksek tonozlu bir galeri bulunur.

Tapınağın girişi doğudadır ve pronaos önünde 4 sütun bulunur.

Batı yüzündeki opisthodoms kısmında ise, kompozit başlıklı 2 sütun vardır.

Opisthodomos ve cella arasında, alt kata inen ahşap bir merdiven vardır.

Tapınağın sayısal ölçüleri:

Tapınağın oturduğu podyum ölçüleri: 130 x 112 metredir.

Tapınağın oturduğu ölçüler ise, 53 x 35 metredir.

Pronaos (giriş) duvarlarındaki yazıtlar:

Tapınağın ön galeri duvarlarında, İmparator Hadrian ve Aizonai için önemli hizmet görmüş Apuleius’u öven yazıtlar bulunur.

Pronaos duvarının dış ve iç yüzeylerinde bulunan Yunanca ve Latince yazıtlarda: tapınağın klerolarının (tarım arazileri) kiralarına ait tartışmaların ve kararların yer aldığı Hadrian dönemine ait yazışmaların birer örneği bulunur.

İmparator ile şehir arasında, bu konu ile ilgili yazışmalar, Aizonai için o kadar önemliydi ki, tapınağın ön galerisinin kuzey tarafında, özel olarak hazırlanmış bir bölüme, bu yazıt konmuş ve bugün de görülmektedir.

Aynı duvarın dış tarafındaki yazıtta ise, şehirde 4 Numaralı köprünün yazıtından tanınan M. Apulerius Eurykles’ten söz edilmektedir.

Yazıtta: Eurykles’in erdemlerinden ve şehir için yaptığı işlerden, övgü ile söz edilmektedir.

Çizimler-Duvarlara kazınan resimler:

Tapınağın yazıtlarının ve kesme taşların üzerinde, çeşitli çizimler var.

MS 13’ncü yüzyılda Anadolu’daki Moğol istilası sonrasında, bölgeye gelen Çavdar Tatarları, tapınağın çevresine bir duvar örerek, tapınağı kale olarak kullanırlar.

Bu dönemde, tapınağın duvarlarına 300’den fazla Çavdar Tatarlarına ait: at, okçu, süvari, tuğ taşıyan süvari, kopuz çalan insanlar gibi çeşitli figürler kazınmıştır.

Grafitilerin büyük çoğunluğu, kuzey duvarının dış ve iç yüzeyinde bulunmaktadır.

Grafitilerin birçoğunun gurup halinde yapılmış olması, yapım teknikleri ve birbirini takip eden kompozisyonları, bunların aynı topluluk tarafından yapıldığını gösterir.

Aizonai Zeus Tapınağı Sütunları

Sütunlar:

Tapınağın en dikkat çekici özelliklerinden biri, sütunlarıdır.

İlk inşa edildiğinde, tapınağı çevreleyen 42 sütun bulunduğu biliniyor. Ancak bunlardan 16 sütun günümüze ulaşmıştır.

En düz olanlar “dor sütunu”, yargıç saçı şeklinde süslü olanlar “İon sütunu” ve çiçekli-böcekli en süslü sütunlar ise “Korint sütunları” dır.

Tapınağın anıtsallığını güçlendiren, monolit (tek parça) sütun gövdelerine, kaide ve başlıklar da eklendiğinde, sütunların toplam yüksekliği 9.51 metredir.

Tapınağın çevreleyen sütunların kaideleri, Asia İon tarzındadır.

Promaos (giriş) ve opisthodomos’da (arka oda) bulunan sütunlarda ise, Attik-İon kaide kullanılmıştır.

Ön ve arka yüzde (doğu-batı) 8 sütun, yan cephelerde (kuzey-güney) 15 İon sütunu bulunur.

Sütunlar 24 yivlidir.

İç bükey yivlerin genişliği altta 11 cm, yukarıda ise 9.5 cm dir.

Bu ölçüler, sütunların yukarıya doğru, zarif bir şekilde inceldiğini gösterir.

İç bükey yivlerin sonlandığı noktada, amphora motifleri vardır.

Bu motifler; üzerine gelen volütlü İon başlıklarını zenginleştirir.

Başlıkların üzerinde bulunan 3 faskiyalı arşitravlar, üst yapının günümüze kadar ulaşan mimari öğeleridir.

Tapınağın kısa taraf, ön yüzündeki orta sütun aralığı, diğer sütun aralıklarından daha geniştir. Ancak bu bir İon mimari özelliğidir.

Sütunlar ile iç mekan arasındaki uzaklık: sütunların kendi aralarındaki uzaklıktan 2 kat fazladır.

Sütunların birbirine bağlantı yerlerinde, kurşun kirişler görülür. Hatta, bu kirişlerden bazıları parçalanmıştır.

Akroterler :

Tapınağın bezemelerinden özellikle akroterlik ilgi çekicidir.

(Akroter: alınlık üçgeninin tepesi ve köşelerinde bulunan figürler, süslemelerdir.)

Batı alınlığında, orta akroter “akantus dalları ve yaprakları arasında Tanrıça Kybele” büstü ile bezenmiştir.

Doğu alınlığındaki akroterde ise, “Zeus Büstü” bulunmaktadır.

Aizonai Zeus Tapınağı altındaki galeri

Tapınağın altındaki galeri:

Tapınakla ilgili, ilginç bir ayrıntı da burada, tapınağın altındadır.

Bu galeri, kilitleme tonozlama metoduyla inşa edilmiştir.

Celladan buraya inen bir ahşap merdiven bulunur.

Burası, bu plan ile Anadolu’da pek alışılmamış bir özellik gösterir.

Roma mimari sanatında, pek görülmeyen bir yapı biçimidir.

Çünkü benzeri yoktur.

Gelelim, galerinin yapılış-kullanım amaçlarına:

Bu konuda başlıca iki görüş bulunmaktadır.

1’nci Görüş:

Tapınağın alt galerisinin, değerli sunuları depolamak amaçlı kullanıldığı şeklindedir.

2’nci Görüş;

Şehrin yaklaşık 4 km güneyinde bulunan Kybele (Meter Steunene) kutsal alanındaki kültün, tapınağın inşasından sonra buraya taşındığı ve tapınakta hem Zeus’a ve hem de Kybele’ye tapınıldığı şeklindedir.

Bu görüşün kanıtı olarak şunlar tespit edilmiştir.

Tonozlu yapıda Kybele’yi simgeleyen terracota figürinleri bulunmuştur.

Ayrıca, bulunan bir yazıtta, Zeus ve Kybele yan yana yazılmıştır.

Tonozlu yapıya geçişi sağlayan geçit opisthodomosdan (arka oda), ahşaptan yapılmış bir merdivenle sağlanıyordu.

Cellaya (ana oda) geçişi sağlayan pronaos üzerinde bulunan alınlığın akroterinde bir erkek figürü bulunuyor, opisthodomos (arka oda) üzerindeki alınlığın orta akroterinde ise bir kadın figürü bulunuyor.

Daha fazla ayrıntıya girildiğinde ise: Kybele, Zeus’u koybantların gürültülü dansları eşliğinde, bir mağarada doğurmuştur.

Pausanias, Aizonai yakınlarında Steunos adını taşıyan bir mağarada, Meter Steunene adı ile Kybele’nin tapınım gördüğünü belirtmiştir.

Zeus’un, burada bir mağarada Kybele tarafından doğurulduğuna inanılmış ve hem Kybele hem de Zeus’a gönderme yapılarak Tapınak inşa edilmiştir.

Hatta, Kybele Zeus’u bir mağarada doğurduğu için, burayı tapınak alanının altına sanki bir mağara gibi inşa etmişlerdir.

3’ncü Görüş:

Son bir görüş ise, buranın bir kehanet merkezi olduğu şeklindedir.

Aizonai Zeus Tapınağı önündeki Kadın Büstü

Tapınağın önündeki kadın büstü:

Tapınağın kuzeybatı alınlığında, bir kadın büstü vardır.

Bunun bulunması, bu tapınağın sadece tanrıların babası Zeus’a değil aynı zamanda Aizonai’te Meter Steunene adıyla tapılan Anadolu’nun Kybele tanrıçasına da adanmış olduğunu gösterir.

Ancak son araştırmalarda, tapınağın çift tanrıya ( hem Zeus’a hem de Kybele’ye) adanmış olduğu anlaşılmıştır.

Medusa görünümündeki bir zemin üzerinde, saçlı bir figürdür.

Akroter denilen bu devasa heykel, zamanında meydana gelen depremler sonucu, Zeus Tapınağının üzerinden düşmüş olmalıdır ve tapınağın önünde, buluntu yerine yakın bir yere konulmuştur.

29 Şubat 2024
bosluk

İskender’in büyük oyunu

İskender’in büyük oyunu

Büyük İskender: MÖ 334-333 kışında, bu yöreye gelince Telmessoslular (günümüzdeki Fethiye ) ile barışçı bir anlaşma yaptı.

Kent kendi isteği ile İskender’e katıldı.

İskender, kente vali olarak güvendiği adamlardan biri olan Giritli Neacrhos’u atar.

Ancak, bir süre sonra kentte yönetimi Antipatrides ele geçirir.

Vali Nearchos, Antipatrides ile eski dosttur.

Bu yüzden, şehri terk ederken, beraberinde esir kadın ve çocuk şarkıcıları da götürmek için izin ister.

Bir süre sonra müzisyenler, şehre çağrılırlar.

Bunun üzerine, eski Vali Nearchos, çocukların ellerine müzik aletlerini vererek şehre yollar.

Ancak, fülüt kutularının içinde harçerler gizlidir.

Müzisyenler kaleye girince, esirler çocukların ellerindeki müzik kutularından silahları çıkarıp akropolü ele geçirirler.

Söylenen o dur ki, şenlik anında ortaya çıkan müzisyen köleler, meğerse savaşçılardır ve ellerindeki de müzik aletleri değil silahlardır.

Antipatrides gafil avlanmıştır. Bu öykü, strateji örnekleyen bir anlatım olarak hala Fethiye tepelerinde yankılanır.

Tarihçiler, buna strateji diyorlar, başkaları ise üç kağıtçılık olarak tanımlıyor.

Sanırım Truva’yı hatırlatıyor.

28 Şubat 2024
bosluk

Tarihte ilk Hastane

Tarihte ilk Hastane
Bergama Asklepion Kullanılan Tedavi uygulamaları

Bergama’da bulunan Asklepion, MÖ 4’ncü yüzyıldan kalma, tarihte ilk büyük hastanedir.

Girişinde yazılmış olan “Ölüm buraya giremez” cümlesi ilginçtir.

Hasta insanlara verilen psikolojik destek açısından muhteşem bir düşüncedir.

Tarihi süreçte, ilk kez, telkinle tedavi yani psikoterapi burada uygulanmıştır.

Müzik, tiyatro, spor, güneş ve çamur kullanılarak yapılan ilk doğal tedavi de burada uygulanmıştır.

Ayrıca, doğal ilaçların kullanıldığı, farmakolojik tedavi de burada ilk kez uygulanmıştır.

İlk afyon modeli ilaç, yani uyuşturucu, evet o da ilk kez burada kullanılmıştır.

Bergama üzerinde tıp ve eczacılık simgesi olan yılanın işareti olan sütun

Yılanın tarihte ilk kez tıp ve eczacılık simgesi olarak kullanımı da burada gündeme gelmiştir.

Bergama Asklepion Kutsal Çeşme

Gelelim Asklepion hakkındaki ayrıntılı bilgilere:

Sağlık ve Hekimlik Tanrısı olarak bilinen Asklepios, tanrı Apollon’un oğullarından biridir.

Asklepios’un yeri anlamına gelen Asklepion ilk çağlarda Bergama’da önemli bir sağlık merkezi olarak öne çıkmaktadır.

Kentin güneybatısında, 1 km uzunluğunda sütunlu bir cadde ve Romalıların Via Tecta (Pazar Yolu) ismini verdikleri, üstü örtülü bir tören yolu ile Bergama şehrine bağlanmaktaydı.

Pausanias’a göre: burada MÖ 4’ncü yüzyılda, hekimlik tanrısı Asklepios’a adanan, kutsal kaynak suyunun bulunduğu bir tapınak yaptırılmıştır.

Kutsal kaynak yanında, burada tedavi gören hastaların soğuk ve sıcak havalardan korunmasını sağlamak amacıyla, uzun bir yeraltı tüneli yapılmıştır.

Bu yeraltı tünelinin hemen kuzeyinde, yuvarlak planlı Asklepion Tapınağı bulunur.

Bu tapınak, Roma’daki meşhur Pantheon tapınağı örnek alınarak, MS 150 yılında, Konsül L.C.Rufinus tarafından yaptırılmıştır.

Sütunlu bir girişi bulunmaktadır.

Tapınağın içinde, dönüşümlü olarak 7 tane niş bulunuyor.

Girişin karşısındaki nişte, Tanrı Asklepios’un kült heykeli bulunuyordu.

Dinsel özelliklerinin yanı sıra, aynı zamanda ünlü tıp merkezlerinden Epidauros ve Kos adasındaki gibi araştırma ve deneyleri sürdürülmüştür.

Aynı zamanda, antik çağın ünlü tıp bilgilerinin yetiştirildiği bir okul olma özelliğini korumuştur.

Antik çağ tarihçilerine göre, MÖ 5’nci yüzyılın ortalarında Asklepion sağlık kültü buraya getirilmiştir.

Söylentiye göre, Arkhias, Pindasos (Marda dağı) dağında avlanırken, düşerek ayağını kırar.

Epidavros’a gider ve tedavi olur.

Bergamalıların hizmetine, kuytu bir vadide, bu tedavi yerini kurar.

Nitekim, hekim Galinos: Asklepion’un Mysia dağlarının eteklerinde, temiz havası, suyu olan bir yerde kurulduğunu yazar.

Aristadies ise, Asklepion, yörenin su ve havasının güzelliği kadar, tanrının kendisi tarafından belli edildiğini, oradaki hastalar kurtarıcı tanrının sesini huzur içinde duyarlar demiştir.

MS 2’nci yüzyıl ortalarında, burada 13 yıl kalmış olan ünlü hatip Aelius Aritdides’den: burada uygulanan tedavi şekilleri ve yöntemlerini öğrenmekteyiz.

Burada, genellikle telkin ve fizyoterapinin bugün kullanılan şekilleri uygulanmaktaydı.

Kutsal sudan içilmesi, su ve çamur banyoları, açlık, susuzluk kürleri, şifalı otlar, kremlerle yağlanma, başlıca tedavi yöntemleriydi.

Asklepios’un hekimleri, hastalarına, burada çamur banyosu yaptırırlar, bitkilerden elde edilen ilaçları kullanırlardı.

Ayrıca, onların spor ve müzikle uğraşmalarını sağlardı.

Bu arada, rüyalar yorumlanır, teklin yoluyla onların iyileşmesi sağlanırdı.

Gerektiğinde de ameliyat gibi işlemler de yapılırdı.

Burada sağlığına kavuşanlar ayrılırken Asklepios Tapınağını ziyaret ederler, maddi olanakları doğrultusunda yardım yaparlardı.

Ayrıca, iyileşen organlarının küçük birer modelini buraya bırakırlardı.

Bu örneklerden pek çoğu günümüzde Bergama Müzesinde görülebilir.

26 Şubat 2024
bosluk

İstanbul Fatih Kız Taşı-Avrat Taşı-Marcianus Sütunu-Arkadius Sütunu

İstanbul Fatih Kız Taşı-Avrat Taşı-Marcianus Sütunu-Arkadius Sütunu

Kız taşı, günümüzde bir konutun bahçesinde, gözlerden uzak yıllarca durduktan sonra ortaya çıkarılmıştır.

İstanbul şehrinde, Bizans döneminde şehri koruması için 24 tane tılsımlı sütun dikilmiştir.

Bunlardan günümüze kadar ayakta kalarak gelebilenler: kız taşı, çemberlitaş, Gülhane parkındaki gotlar sütunu ve cerrahpaşa’daki Arkadios sütunudur.

Marcianus Sütunu:

MS 455 yılında, Bizans İmparatoru Markianos adına, Forum Amastrion’a dikilmiştir.

Markianos: Bizans döneminde İmparator I. Theodosius’la başlayan hanedanın son hükümdarıdır.

Kendi zamanında gerek ülkesini dış tehditlere karşı koruması ve gerekse ekonomik reformları sayesinde, altın bir dönem yaşanmıştır.

Ancak yine Marcianos döneminde, Batı Roma barbar hücumlarına karşı desteksiz kalmış ve yıkılmıştır.

Kızıl-gri granitten yapılmış sütun, iki parçadır.

Yapıldığında sütunun üzerinde bir kaide bulunduğu ve bunun üstünde de İmparator Marcianus’un bronz bir heykelinin bulunduğu ancak 1204 yılındaki Haçlı-Latin istilası sırasında, şehrin yağmalanması sırasında, bunun da çalınarak İtalya’nın Bari şehrine götürüldüğü ve burada bulunan Barletta heykeli olduğu söylenir.

Sütunun mermer kaidesi dört yüzlüdür ve her yüzündeki madalyonlar, Yunan haçları ile bezenmiştir.

Kaidesinde bulunan Yunan Zafer Tanrıçası Nike kabartması nedeniyle, kız taşı olarak da isimlendirilir.

Kaidesinde bulunan kitabesinde, Latince olarak yazılan yazıtı tercümesi “İşte bu İmparator Marcianus’un anıtıdır ki, Tatianus bu eseri adamıştır.”

Bu arada, sütunla ilgili bir efsaneden söz etmek istiyorum.

Justinyen, Ayasofya’yı inşa ettirirken, tılsımlı güçleri olan bir kız, buraya büyükçe bir sütun taşımaktadır.

Derken, kızın karşısına ruhani bir canlı yani cin çıkar, taşı nereye götürdüğünü sorar.

Kız “Ayasofya” ya gittiğini söyler, ancak cin, geç kaldığını ve taşı boşuna taşımamasını söyler. Kız, taşı oracıkta bırakır ve durumu görmek için, bugünkü Sultanahmet Meydanına gelir. Cinin yalan söylediğini anlar. Fatih’e geri dönüp taşı götürmek ister ancak sihirli güçlerinin artık işe yaramadığını fark eder. Taş da o günden beri “Kız Taşı” olarak anılır.

ARKADİOS SÜTUNU:

Yapılışı;

MS 395 yılında Roma İmparatoru I Teodosius döneminde, İmparatorluk Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı.

Teodosius’un oğlu Arkadios Doğu Roma İmparatorluğunun ve diğer oğlu Honorius Batı Roma İmparatorluğunun başına geçti.

Henüz, 18-19 yaşlarında bir delikanlı olan, babasının tersine güçsüz ve pısırık kişiliği olan Arkadios, temelleri atılan Bizans tarihinin ilk imparatoru olur.

Hükümdarlık döneminde, İstanbul’a üç önemli yapı kazandırır.

Bunlar: Arkadianai semtinde (günümüzdeki Sultanahmet civarı) bir hamam, eskiden Avrat Pazarı olarak bilinen (günümüzdeki Cerrahpaşa semti) yerde: Arkadios Forumu adını taşıyan büyük meydan ki bu meydan Bizans döneminin ilk yıllarında şehrin merkeziydi.

Burada, köle ticareti yapılır ve idam cezaları infaz edilirmiş.

MS 402 yılında bu meydanın ortasına diktirdiği büyük bir anıt sütun vardır.

Çünkü, ilk Bizans İmparatoru olan Arcadius, kendi adına, zaferlerini ilan etmek için Roma şehrindeki Trajan sütununa benzeyen bu anıt sütunu diktirmiştir.

Sütunun tam olarak yerini gösteren eski çizimler, 1453 yılından sonra Fatih Sultan Mehmet’in ünlü portresini yapan İtalyan ressam Bellini’ye aittir.

Genel Özellikleri:

Sütunun bulunduğu hafif tepelik bölgeye “Xeroluphus” denirdi.

Sütun MS 402 yılından kalmadır.

İlk dikildiğinde, kayıtlarda yazılı yüksekliği 50 metredir.

Çapı ise 4 metredir.

Tepesinde bir korint başlık ve bunun üstünde kare bir blok vardır.

Bu bloğun köşelerinde, dört adet, kanat açmış melek heykeli görülür.

İlk dikildiğinde, üstündeki kare blok üzerine, şehrin ufuklarını gözleyen, güzel bir peri heykeli konulmuştur.

Evliya Çelebiye göre: İmparator Konstantin, sütunun tepesindeki peri heykelini kaldırtmış ve tehlike anında gözcüler tarafından çalınması için çanlar yerleştirmiştir.

10 Temmuz 421 tarihinde ise Arkaidos’un oğlu II Teodosius İmparator olunca, sütunun tepesine, babasının atlı bir heykelini koydurmuştur.

Ancak bu heykel, 740 yılındaki depremde, kuvvetli sarsıntıya dayanamaz ve yerinden koparak düşer, ardından sütunun tepesi boş kalır.

Yine tarihçilerin yazdıklarına göre: bir zamanlar 40 metre yükseklikte olan bu sütunun içinde bulunan helezonik bir merdivenle, tepesine çıkılırdı.

İlk yapıldığında, sütunun üstünün, yukarıdan aşağıya kadar Arkadios’un seferlerini anlatan kabartmalarla süslü olduğu söylenir.

Bazı Osmanlı dönemi fotoğraflarında, sütunun üzerindeki motifler gayet güzel görünmektedir.

Kaidesi:

Sütun dikdörtgen kaide üzerindedir.

Kaide iri taşlarla örülü bir yüksek duvar şeklindedir.

Kaidenin bir yüzü ve büyük kısmı, büyük bir ağaç tarafından gizlenmiştir.

Diğer yüzleri ise, bitişik ahşap evin yanındadır.

Kaidede ünlü Zafer Tanrıçası Nike figürü görülür.

Kız Taşı Denilmesinin Sebebi:

Anıtın üstündeki kare bloğun köşelerindeki melek yani kadın heykelleri nedeniyle, bu ismin verildiği söylenir.

Bir başka söylentiye göre: sütun, altından geçen kızlara bakire olup olmadıklarını fısıldarmış. İmparator II İusnianus, baldızına bu oyunu oynamaya kalkınca, sütunun üstündeki heykel yerinden kırılarak devrilmiştir.

Yine bir söylentiye göre: eskiden bu sütunun önünden bakire bir kız geçtiğinde, sütun hafifçe yana eğilirmiş.

Bir iddia daha, anıta kız taşı denilmesinin sebebi, kaidesinde bulunan Yunan Zafer Tanrıçası Nike kabartmasıdır.

1204 Haçlı-Latin İstilası:

Ancak, sadece bir defa ve birkaç dakika için, sütunun tepesine bir İmparator çıkabilir.

1204 yılında Haçlılar şehri ele geçirince, zamanın Bizans İmparatoru V Aleksios bu sütunun tepesinden yani unvanına uygun olarak yüksekten aşağıya atılarak öldürülür.

Başka bir söylentiye göre: Haçlılar şehri ele geçirip yağmaladıklarında, bu sütunun üstünde İmparatorun heykeli vardır ve bu heykeli çalarak götürürler. Günümüzde bu heykelin İtalya’da Bari şehrinde bulunduğu söylenmektedir.

Sütunun Tılsımlı Olması:

Bazı kaynaklara göre, Bizanslılar, bu sütunun tılsımlı olduğuna inanırmış.

Evliya Çelebi de, bu sütunun tılsımlı olduğuna inananlardandır.

Yazdıklarına göre, Hz Muhammed’in doğduğu gün, büyük bir deprem olur ve sütun parçalanır, ama tılsımlı olduğu için dağılmaz.

Evliya Çelebi: bununla da yetinmez ve başka tılsımlardan da söz eder.

Eski dönemlerde, sütunun üstünde duran kız heykeli yılda bir  defa bir feryat koparır ki, civarda ne kadar kuş varsa önce pervane gibi bu sütunun etrafında döner, sonra bunlardan binlercesi ölüp sütunun dibine düşer, halk da bunları afiyetler yermiş.

Sonuç:

İstanbul’u sarsan depremler, Arkadios sütunun da yıpratmıştır.

Sonunda da iyice yana eğildiğinde, çevresindeki binaların üstüne düşebileceği için, 1719 yılında Sultan III Ahmet tarafından yıktırılmasına karar verilir.

Bir başka söylentiye göre, sütun uzun süre olduğu yerde durmuş, ancak üstündeki heykel, Lale devri sultanı Sultan III Ahmet tarafından indirtilmiştir.

Günümüzde görülen sütun, sadece 8 metre yüksekliktedir.

Kaidesi 6 metre genişliktedir.

Kaidenin büyük kısmı, bir ağaç tarafından gizlenmiştir.

1874 yılında, deniz tarafındaki kumluk alanda bulunan bazı kabartma mermer parçaların bu sütuna ait olduğu söyleniyor ve bu parçalar, günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesindedir.

Kaidenin içine, kaidenin yakınında bulunan evin kapısından geçiliyor.

Buradan harabe haldeki sütunun tepesine, merdivenle tırmanarak çıkılır ve sütunun tepesinden sütunun dibi ve üstündeki kabartmaların izleri görülebilir.

5 Şubat 2024
bosluk

İstanbul Gülhane Parkı Alay Köşkü

İstanbul Gülhane Parkı Alay Köşkü

Ünlü şair Keçecizade İzzet Molla’nın yazılarına göre: köşk binası, 1819 yılında Sultan II Mahmut tarafından yaptırılmıştır.

Ancak günümüzdeki yapıdan önce de burada ahşaptan yapılmış bir “Alay Köşkü” bulunduğu söylenir.

Gülhane parkı içinde, girişte solda bulunan taş rampa, padişahların saraydan çıkıp Alay köşkünün kapısına kadar atla gelebilmeleri için yapılmıştır.

Osmanlı Sultanları, burada kafesli pencerelerin ardından, Osmanlı imparatorluğunun zengin dönemlerinde, bu cadde üzerinde yapılan resmi geçitleri ve alayları izlermiş, halkı selamlarmış.

Bu yüzden, yapının ismi Alay Köşkü ve bazı kaynaklarda ise Selam Köşkü olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğunun zengin dönemlerinde: bu cadde üzerinde dönemin en renkli törenlerinden biri olan ve adeta bir tür karnavalı andıran “Esnaf Alayı” veya “Lonca Alayı” düzenlenirmiş.

Bu esnaf alayına katılan tüccarlar, zanaatkarlar ve sanatçılar başta olmak üzere değişik meslek guruplarından kişiler, padişahı selamlar, padişah ta bunlara karşılık verirmiş.

En son düzenlenen esnaf alayı, 1769 yılında Sultan II Mustafa döneminde yapılmıştır.

Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde: 1638 yılında Sultan IV Murat döneminde yapılan bir alay geçit törenini şöyle anlatır “İstanbul’un dört bir yanından gelen her lonca ve meslek oradaydı, alay şafak vakti başlayıp gün batımına kadar sürdü. Bu alay için İstanbul’da üç gün üç gece ticaret hayatı dururdu. O günlerde, şehri bir gürültü patırdı aldı ki, kelimelerle tarifi mümkün değildir.”

Devamında Evliye Çelebi şöyle anlatır: “Alay 57 kısım halinde toplanmış, 1001 loncadan oluşmaktadır.”

Bu loncaların her birinin temsilcilerin, kendilerine özgü kıyafetleri ve üniformaları vardır.

Hazırladıkları arabaların üzerinde mesleklerini ve mallarını tanıtırlardı.

İzleyenleri güldürücü sözler söyleyip soytarılık yaparak halkı eğlendirirlerdi.

Bu teşhirlerin en ilginci ise, palamarlarla binlerce adamın çektiği, kızaklara konmuş kalyonlarla geçen “Akdeniz Kaplanları” idi.

Bunlar, Alay köşkünün önüne vardıklarında, büyük bir cenk gösterisi sunarlar, kafir gemilerini ezip geçerlerdi.

Alaydaki son lonca meyhanecilerdi.

Bunların en sonunda ise “Yahudi meyhaneciler” geçerdi.

Bunlar, halka ellerindeki testilerden, şarap yerine şeker şerbeti dağıtarak geçerlerdi.

Evet, bu loncalar ve esnaf alaylarının geçitleri dışında, sefere çıkan veya zaferden dönen Osmanlı ordusu neferleri de, mehter marşları eşliğinde burada geçit töreni yaparlardı.

Hatta, bazı siyasi suçluların idam cezaları da halka ibret olsun diye bu köşkün önünde yapılmıştır.

Alay Köşkünün tarihi geçmişindeki önemli olaylarda birisi de: “Vakai Vakvakiye” veya “Çınar” adı ile bilinen isyanda, henüz buluğ çağına yeni girmiş bir çocuk olarak tahta çıkan Sultan IV Mehmet’in, isyancılar tarafından ayak divani yani görüşmeye, buraya çağrılmış olmasıdır.

Alay Köşkünün Sadrazanın yaşadığı Bab-ı Ali’nin hemen karşısında yapılmış olmasının sebebi: Sultan tarafından Bam-ı Ali ve Sadrazamın gözlenmesi düşüncesinden kaynaklandığı da söylenir.

Hatta, Sultan Deli İbrahim, tatar yayı ile, yoldan gelip geçene ok atmak için burayı kullanmıştır.

4 Şubat 2024
bosluk

cumhuriyet tarihi Son Yazılar FriendFeed
kişi siteyi ziyaret etti