14 Eylül 1509 günü gecesi, İstanbul’da büyük bir deprem olur. Birkaç dakika süren ilk büyük sarsıntının ardından; bir aydan fazla süre, her biri bir büyük deprem gibi, artçılar meydana gelir.
Ancak; bir rivayete göre: Padişah II.Beyazıd; İstanbul sur içinde, 400 den fazla derin kuyu kazdırır. Güya, bu şekilde, sarsıntıların tahribatı önlenir.
Tarihçiler; bunun, halkın tedirginliğini almak için yapıldığını söylerler. Oysa, Padişah II.Beyazıd, torunu Kanuni Sultan Süleyman döneminde inşa edilen Süleymaniye Camiinin çevresinde de; birçok kuyu açtırmıştır ki, bunların adı “deprem kuyuları” olarak anılır.
Aradan yüzyıllar geçer ve 1999 yılında, bölgeyi büyük ölçüde etkileyen depremde; Türkiye peş peşe sarsılır. Ancak; bu sıralarda, gazetelerde yayınlanan bir minik haber, gözlerden kaçar. Şöyleki; İzmit-Solaklar Köyü sakinleri, ” köyün kuyuları bizi depremin yıkıcılığından kurtardı” demişlerdir.
Deprem acı bir olay. Gerek can ve gerekse mal kaybı var. Her türlü tedbir düşünülmeli ve önlem alınmalı. Bu bir önlem olabilirmi?
1820-1821 yılları arasında; Mora yarımadasında, rumlar tarafından büyük bir isyan çıkarılır ve binlerce Türk öldürülür. İsyan bastırılır. Dönemin Padişahı 2.Mahmut; bu ayaklanmada parmağı olanların tesbiti için, Sadrazam Benderli Ali Paşa’yı görevlendirir. Yapılan tahkikatta, Fener Rum Patriğinin, isyanla yakın ilişkisi olduğu ortaya çıkar.
Derhal baskın düzenlenen Patrik 5.Gregorius’un evinde; isyanla ilgili belgeler ve Osmanlının amansız düşmanı olan Rus Çarı Alexandra’ya yazılmış çeşitli istihbarat mektupları ele geçirilir. Fener Rum Patrikhanesini, ihanet yuvasına çeviren bu patrik yargılanır ve halkı isyana teşvik etmek ve Osmanlı Devletine ihanet etmekten suçlu bulunur ve idama mahkum edilir. İnfaz; Patrikhanenin kapısı önünde, 21 Nisan 1821 günü gerçekleştirilir.
Bunun üzerine, Patrikhane yönetimi: aynı yerde, bir Türk büyüğü asılana kadar, bu kapının kapalı tutulmasına karar verir. Kapının ismi, o günden sonra: “kin kapısı” olarak anılır. Patrikhanenin bu kararından haberdar olan Türk yetkililer ise; buna misilleme olarak, Patrikhanenin bulunduğu sokağın adını:” Sadrazam Ali Paşa” koyarlar.
Günümüzde, bu kapı hala kapalı. Girişler; bu kapının solundaki küçük kapıdan yapılıyor. Din kapısı olması gereken bu kapı, kin kapısı haline getirilmiş. Elbette; Patrikhane, bu söylenenleri asla kabul etmiyor. Ama; kapıyı açmaya da yanaşmıyorlar. Buna ise; geçerli ve makul bir sebep göstermiyorlar. Yanlızca; Patrik Gregoryus, burada idam edildi ve gömüldü, insanların onun mezarı üzerinden geçilmesini istemiyoruz gibi, saçma sapan bir mazeret sunuyorlar. Halbuki; hiçbir Osmanlı kaynağında; Patrik’in burada gömüldüğü olduğu hakkında bilgi ve belge yok. Hatta; Osmanlı döneminde, asılarak öldürülenlerin, nereye gömüldükleri hakkında, bilgi ve belge tutulmadığı belli ve genel bir uygulama. Neyse, omuzla hafifçe yüklenildiğinde açılacak gibi duran bu kapı, ne hikmetse açılamıyor. İstanbul bir Yunan şehri olsa, bir gece de kapıyı açarlar. Ama; İstanbul’un bir Yunan şehri olabilmesi için, uzunca bir uykuya dalıp rüyalar alemine veya gökyüzüne kafalarını çevirip hayaller alemine uzanmalılar.
Evet, bu arada; Patrik Gregorius’un Rus Çarı Alekxandr’a yazdığı meşhur bir mektup var. Bu mektup; bizi yani Türk’leri çok iyi tanımlayan veya tanımladığını düşündüğüm bir mektup olması açısından, çok önemli. Bu mektubu; tüm insanlarımızın bilmesi, özellikle okul çağındaki gençlerimizin bilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü; bu mektup, biz Türkler’in karekteristik özelliklerini, başarı ve başarısızlıklarının neye bağlı olduğunu ve olabileceğini çok iyi tahlil etmiş. Neyse, mektubu, yazım şeklini basit ve anlaşılır kelimeler düzeyine indirerek okuyalım:
” Türkler’i maddeten ezmek ve yıkmak; mümkün değildir. Çünkü: Türkler; çok sabırlı ve dayanıklı insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefis (onur) sahibidirler. Bu özellikleri ; dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, geleneklerinin kuvvetinden, padişahlarına, kumandanlarına, büyüklerine itaat duygularından gelir.
Türkler: zekidirler. Kendilerini; doğru yola sevk edecek liderleri olduğunda da daha da çalışkandırlar. Gayet; kanaatkardırlar. Onların bütün meziyetleri: hatta kahramanlık ve bağlılık duyguları; geleneklerine olan bağlılıklarından ve ahlaklarının kuvvetinden gelir.
Türkler’i yıkmak için: önce bağlılık duygularını kırmak ve manevi bağlarını parçalamak gerekir. Bunun da, en kısa yolu: milli ve manevi değerlerine uymayan, yabancı fikir ve davranışlara, onları alıştırmaktır.
Türkler; dış yardım kabul etmezler. Haysiyet duyguları, buna engeldir. Eğer; geçici bir süre görünürde kuvvet ve kudretleri varsa da; Türk’ler mutlaka dış yardıma alıştırılmalıdırlar.
Maneviyatları sarsıldığı gün; Türkler’i kendilerinden şeklen çok kuvvetli, kalabalık ve güçlü kuvvetler önünde zafere götüren; asıl kudretleri sarsılacak ve o zaman Türkler’i yıkmak, mümkün olabilecektir.
Bu nedenle; Osmanlı Devletini yıkmak için, yanlızca savaş meydanlarındaki zaferler yeterli değildir. Ve hatta; yanlızca bu yolda yürümek, Türkler’in gerçekleri anlamalarına neden olabilir.
Yapılacak iş; Türkler’e bir şey hissettirmeden, bünyelerindeki tahribatı tamamlamaktır. ”
Bu mektupla ilgili; birçok yorum yapılabilir. Eminin ki, zaten siz de mektubu okuduktan sonra, kendi başınıza mutlaka çeşitli yorumlar üretmişsinizdir. Bu nedenle; ben mektupta ki; Türkler’in yıkılması için gereken başlıca unsurun, borçlandırılma ” konusu olduğunu söylüyor ve geçiyorum. İlginç bir mektup, bir yandan üstün vasıflarımızın yazılı olduğunu okuduğumda, gurur duyuyorum, ama diğer yandan da, yıkılmamız için yazılı olan gerekenler bölümü; acaba, tarih içinde sürdürülen çabaların bir ürünü mü bu borçlarımız diye düşünüyorum? Ya Osmanlılar, bu borçları hep kalkınmak için almışlardı demi, yıkılışımız için değil ki?
Rahmetli, ulu önder, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk; büyük adammış, sanki biliyormuş Patriğin bu mektubunu da; Osmanlının tüm borçlarını, yeni kurulmuş ve savaştan çıkmış, genç Cumhuriyet’in hemen ilk yıllarında ödeyip kapatmış. Biliyorsunuz demi, Atatürk, Osmanlının tüm borçlarını ödeyip kapattırmış. Yinede, “borç yiğidin kamçısı”; nerden çıkmış bu saçma atasözü bilinmez, belki de ata sözü değil, yaban sözü yani bizi yıkmak için uğraşan dış güçlerin yarattığı bir söz mü? Ya buna inananlara ne demeli???
Ordumuz; 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında yenilgiye uğrar ve maddi-manevi büyük sıkıntılar altında ezilir. Bunun üzerine, Padişah Abdülhamit; kara ordusunu ve deniz kuvvetlerini güçlendirme uğraşısına girer. Padişah; ince siyaseti sonucu; devrini tamamlamış gemiler Haliç’e çektirir, ancak Haliç’te denizaltı denemeleri yaptırmaktan da geri durmaz. Bu, tamamen büyük devletleri ürkütmek istememe siyasetidir. Nitekim, buna benzer kamufleler sonucu, kara ordusu, baştan aşağı yenilenir. Öyleki; o zamanlarda, dünyanın bir numaralı kara ordusu haline getirilir.
Derken; Osmanlı-Yunan savaşı başlar. Rus destekli Yunan ordusunun, Osmanlı ordusunu dağıtacağına olan inanç sonsuzdur. Ancak; Padişah Abdülhamit, verdiği savaş notası daha Atina’ya ulaşmadan, bütün cephelerde, aynı anda, savaşı başlatır.
Ordumuz; Teselya cephesinde; 10 Tümen halinde, mevzi alır. Tümen Komutanları; 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşına katılmış ve bizzat cephede pişmiş, tecrübeli askerlerdir.
Yunan’lılar, bütün güçleriyle saldırdıkları için; ilk gün başarılı olurlar. Bazı mevkileri de ele geçirirler. Atina; bayram yapmaktadır. 4 ncü Yunan Kolordusu ise, cephemizi ikiye bölmek için saldırır. Bu planı önceden fark eden Ethem Paşa; ilk iki gün savunmada kalır. Üçüncü gün ise; 21 Nisan 1897 tarihinde, bütün cephelerde, aniden hücuma geçer. İlk hamlede, Yunan ordusunun, iki günde aldığı tüm yerler ele geçirilir. İleri harekata hızla devam edilerek, Yunun Prensi Konstantin’in karargahı sıkıştırılır. Savaş, bütün şiddetiyle, akşama kadar sürer. Türk ordusu; komuta disiplini, malzemesi, taktik gücü ile, eski günleri hatırlatacak ölçüde mükemmeldir. Yunan kuvvetleri ise; arkalarına bile bakmadan, Atina’ya kaçarlar. 23 Nisan 1897 Perşembe günü; Milona-Tırnova yolu, Türk kuvvetlerince açılmıştır.
İstanbul, bayram yerine döner. Atina’da ise, ilk günlerin sevinç çığlıkları, yerini kedere ve telaşa bırakmıştır. Panik başlar. Kiliselerde vaazlar verilir, askerlik dışı sınıflar dahi cepheye koşmaya çağrılır. Türk birlikleri ise, yıldırım gibi hareket ederek, ilerler, şehirler peş peşe düşer. Antik çağlarda, İran Kisrası Dara’nın Atina’yı elde etmek için ölüm-kalım savaşı verdiği tarihi geçit olan Termopil önündeki Türk ordusu, 24 saatte bu geçidi geçer. Hatırlarsanız; yakın bir geçmişte, bu geçitteki kahramanlıklarına ait, “300 Kahraman” filmini yapmışlardı. O filmi geçenlerde televizyonlarda bir kanal da verdi. Filmi izlerken, aynı geçitten, 24 saatten kısa sürede geçen, Türk birliklerinin başarısını düşünün lütfen.
Derken; Yunanlılar, başta Rus Çarı olmak üzere, bütün koruyucuları olan Batı’lılara koşarlar. Rus Çarı II.Nikola ve bütün diğer devlet başkanları, Padişah II.Abdülhamit’e barış mektupları göndererek, Türk ordusunun ilerlemesini engellemeye çalışırlar. Harekat durdurulur. Yapılan andlaşma sonucu: Teselya, 10 milyon altın ve Girit’deki Yunan kuvvetlerinin çekilmesi gerekir. Ancak; savaşın bitirilmesi ve Türk kuvvetlerinin geri çekilmesi sonucu; Yunanlılar andlaşmasın şartlarına uymazlar. Teselya geri verilmez, 10 milyon altın, 4 milyona iner, Girit’e yerel muhtariyet verilir.
Padişah II.Abdülhamit, barış görüşmeleri hakkında, anılarında şunları yazar.” Barış masasına, zaferimizin karşılığını almamaya mahkum olarak oturduğumuzu biliyordum. Eğer bu savaşı kaybetseydik, Balkanların büyük kısmını Yunan’a vermek zorunda kalacaktık. Büyük devletler, emellerini bir başka bahara ertelediler. bu bile, bizler için bir zaferdi. Yani, uzun bir süre, bizi rahat bırakacaklardı.”
Bir başka bahar, 1912-1913 Balkan Savaşlarında gelir. Bütün Batı Trakya, Yunanistan’a bırakılır. 1919 yılında Anadolu’nun Batı kısmı, Yunan’lıların eline geçer.
Evet; tarihi geçmişimiz; Yunanistan’a karşı; savaş alanlarında kazandığımız mücadelelerin sonucunda, masa başında hep yitirdiğimiz örneklerle doludur. Hatta; Lozan’da bile: On iki Ada, Batı Trakya bizim olamadı. Burnumuzun dibindeki Ege adaları, Yunanlı’lara bırakıldı. Ege denizi kıt’a sahanlığı, Kıbrıs halen önümüzde birer sorun olarak duruyor. Burada, akla şu gelmekte. Ne demiş Padişah Abdülhamit “Yunanistan, sadece Atina’dan idare edilemez?”
Dün yaşananları, bugün de biz yaşıyoruz.
Osmanlı dönemi. Padişah: II.Abdülhamit. İngiliz elçisi, birgün huzura çıkar ve uzun uzun; Suriye, Irak ve Anadolu’da, büyük medeniyetlerin yaşadığını, buralarda arkeolojik kazı yapmayı düşünüp düşünmediklerini sorar. Güya; elde edilecek kırık testiler, heykelcikler, birer hazine değerindeymiş. Belki de, gerçek bir hazine bile bulabilirlermiş.
Padişah; İngilizler’deki bu tarih aşkına bir anlam veremez. Ancak; arkeolojik çalışmaların, medeniyet alemine yarar getireceğini düşündüğünü ve konu ile ilgileneceğini söyler. İngiliz elçisi ise; “İngiliz hükümetinin projeyi yükselebileceğini ve gerekli eleman ve ekipmanı göndereceğini” söyler. Üsteli çıkan tarihi eserler; hiçbir bedel istenmeden, Osmanlı Devletine teslim edilecektir. Padişah inanmaz ama kabul ettiğini söyler. Amacı: İngilizler’le yakın ilişkiler kurmak ve bu teklifin arkasından neler çıkacağını öğrenebilmektir.
Bir süre sonra: Kayseri, Musul ve Bağdat civarında, kazı noktalarında faaliyetler başlar. Kazılar, yerli insanlara yaptırıldığından, çalışmalar Osmanlı Devleti tarafından, rahatlıkla takip edilebilmektedir. Çıkan eserler, saraya gönderilir. Ancak, istihbarattan, hala işe yarar bir bilgi gelmemiştir. İngilizler, neyin peşindedirler?
Derken; günler geçer. Kabul günlerinden birinde; İngiliz elçisi, elinde güya Musul’da kazılarda bulunmuş eski bir kılıçla gelir. Kılıç; kırık, küf ve pas içindedir. Üzerinde; kıymetli işleme ve taşlar vardır. Elçi, kazı sırasında, deprem olduğunu ve kılıcın diğer parçasının, göçük altında kaldığını söyler. Padişah; çok duygulandığını söyler ve elçiyi savuşturur. Ancak; istihbarat örgütü Yıldız tarafından; ne Musul’da bir deprem olduğu ve ne de bir kılıç bulunduğu hakkında istihbarat gelmemiştir. Padişahın kafası karışır. İstihbarat elemanlarını sıkıştırır.
Evet, söz konusu kılıç; kazıdan çıkmamıştır. Padişah, kılıcı hemen kapalıçarşıda bu işten anlayanlara inceletir. Sonuç, beklediği gibidir, kılıç eski değil, eskitilmiş.
Bu sırada, yeni bir haber gelir. İngilizler, yüzey çalışmalarını bırakıp, kuyular açmaya başlamışlardır. İşte o zaman gerçek amaçları anlaşılır. Aradıkları kırık testiler ve küpler değil: PETROL’dür. Padişah, bunun üzerine bir bahane ile İngilizler’i geri gönderir.
Aradan yıllar geçer. Padişah II.Abdülhamit’i tahttan indiren Harekat Ordusu Komutanı Mahmut Şevket Paşa; Osmanlı hakimiyetindeki Kuveyt’i; kuru bir toprak parçası olarak görür ve dalaşmadan İngilizler’e verir. Yani; tek bir kurşun bile atılmadan, Kuveyt elden çıkarılır.
Ya bugün. Düşünün; petrol, Musul, Bağdat, Kuveyt. Ortadoğu’da; yıllar önce kılıçlar çekilmiş ve bugünlere kadar uzanan; uzun vadeli politikalar yapılmış. Zaten; güçlü ülkeler, yaptıkları politikalarını mümkün olduğu kadar uzun vadeli olarak tutmaları ile gerçek güçlerini ortaya koyarlar.
İsrail kurulduğu günden bu yana; bulunduğu bölge; rahat ve huzur yüzü görmemiştir. Ancak; geçmişte yaşanan 400 seneyi aşkın sukünet ve huzurun nasıl olup ta bozulduğunu düşünmemek elde değil. Çok değil, 100 sene öncesine ait bir belgede, bunun cevabını bulmak mümkün.
Kudüs Mutasarrıfı (yöneticisi) Emin Rüstü Bey; Osmanlı hükümetine yazdığı, 11 Nisan 1903 tarihli raporunda; şöyle yazar:10 yıldan bu yana; Yafa kenti çevresinde Yahudi göçü görülmektedir. Yahudiler; buradaki Arapların, kendi aralarındaki anlaşmazlıklardan yararlanarak, büyük paralarla, araziler satın alıyorlar. Gerçek fiyatının çok üzerindeki bu ödemeler; Paris, Brüksel, Amerika, İtalya ve diğer ülkelerdeki bankalara ait çek ve nakitler ile yapılmakta. Alınan tapular ise; bu bankalara ve İsviçre Devlet Bankasına gönderilmekte.”
İşte; bölük pörçük ve dar ufuklu arap yığınları, farkına varmadan, Yahudi’lere yardımcı olmuşlardır. Özellikle; 1947 yılında yaşananlar, unutulur gibi değil. Çünkü; Arap-İsrail savaşında; Ürdün ordusu başındaki İngiliz asıllı Gallup Paşa, Irak ordusu başındaki Türk asıllı Tabakçalı Paşa, Suriye ve diğer arap ülkelerinin komutanları; Kudüs’e önce kim girecek kavgasına tutuşurlar. Kendi aralarında birbirlerini yerken, bugünkü İsrail devleti kurulur.
Sonuçta; bugün İstanbul’da Fener Rum Patrikhanesinin çevresindeki; arsa, yapı ve binaların tapularının incelenerek kimlere ait olduğu? Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki; özellikle GAP bölgesinde, yine büyük-küçük tüm arsa ve tarla gibi objelerin kime, kimlere ait oldukları? Ş.Urfa’da bulunan İtalyan Hastanesinde, İsrail’den gelerek doğum yapan İsrail’li kadınların, neden burada doğum yapma durumlarının söz konusu olduğu, yoksa burada doğan bu çocukların Türk Vatandaşı olma hakkını kazanmalarının mı istendiği? Türk vatandaşı olabilecek bu çocukların, bölgeden arazi alımlarında, bu vatandaşlık durumlarının mı etkin olmasının düşünüldüğü?
Neyse, ben nokta diyorum. Çünkü; bilmiyorum. Bildiğim tek şey, topraklarımıza sahip çıkalım. Kahraman şehitlerimizin, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün bizlere emanet ettiği bu topraklara sahip çıkalım, satmayalım. Yoksa, bizim çocuklarımız veya torunlarımız da, birgün, bu resimde görüldüğü gibi, kendi ülkemizde yaşayabilmek için, bir tankın karşısına çıkmak zorunda kalabilirlermi?
Evet; Osmanlı döneminde; kültürümüz hakkında; gerek lehte ve gerekse ve yoğun olarak alehte birçok kitap yazılmıştır. Ama her ikisinin de ortak yanı; genelde, buram buram hamaset kokmalarıdır. Osmanlı dönemini öven de, yeren de kendini buna kaptırmıştır.
Hadi, gelin birlikte; Türk kadınını, bir yabancı kadın gözlemleriyle inceleyelim. Yıl; 1716. Yer: İstanbul. Lady Mary Wortley Montague,İngiltere’nin Türkiye’ye gönderdiği büyükelçilerden birinin hanımı. Lady; gelmeden önce, ülkemiz hakkında, kulaktan dolma bilgiler edinir. En çok ilgisini çeken konu ise; hanımların haremde hapis hayatı yaşamaları ve çok eşliliktir. Ülkemize geldiğinde, buna çok dikkat eder. Ancak; geçen zamanda, böyle olmadığını ve Türk kadınının, hayal sınırlarını zorlayan mükemmel bir hayat tarzına sahip olduğunu görür. Bunu; İngiltere’ye yazdığı mektuplarda da görebiliyoruz.
İlk mektubu; 3 Ağustos 1716 tarihli. Lady, bir dostuna hitaben şunları yazar. “Size, önce, giymiş olduğum Türk kıyafetlerini anlatmak istiyorum. Ayağımda bir şalvar var. İnce, gül pembesi damıskadan yapılmış. Kenarı: gümüş sırmalı. Bu şalvar; bacakları, eteklerden daha iyi saklıyor. Terliklerim; beyaz deriden ve üzeri altın işlemeli. Şalvarımın üstüne, ince beyaz ipekten bir tül gömleğim var. Kenarları; baştan başa işlemeli, kolları yarıya kadar açık. Gömleğimin iki yakası; elmas bir düğme ile ilikli……..”
Düşünebiliyormusunuz, 18 nci yüzyılda, bir İngiliz kadını; İstanbul kadınını kendi kişiliğinde yaratmış ve bu denli güzel resimlemiş. Lady; Türk kadını için söylemlerini şöyle sürdürüyordu: ” Belki de, dünyanın bütün kadınlarından daha hür, hayatı hiç aksatmadan zevkle süren, kaygılardan uzak yaşayan, boş vaktini komşu ziyaretleriyle, hamamlarda yıkanmakla, ya da bol para harcayıp yeni yeni modalar çıkarmakla geçiren, yeryüzündeki tek kadın”
Bir başka mektubunda, şunları yazar: ” Bu milletin; din ve töreleri hakkındaki bilgilerimiz eksik. Dünyanın bu tarafına seyrek geliniyor. Gelenlerde, ticaretten başka şey düşünmeyen tüccarlar. Türkler ise, bunlarla yüz-göz olmayacak kadar ağırbaşlılar. Bu sebeple, tüccarların getirdikleri bilgiler, yalan-yanlış. ”
Laydi’nin aktardığı bu kültür sırasında, İngiltere’deki hayat tarzı, henüz ilkel durumda idi. Banyo nedir bilinmiyor, tuvalet ihtiyaçlarını oturma odalarında, perde arkalarında gideriyorlardı. Düzenli ve temiz bir Türk yaşayışının özelliği, bu durumda, elbetteki Lady’yi etkilemeye yetmişti.
Türk hamamı için, şunları yazar.” Avrupa’da hiçbir saray düşünemem ki, yabancı bir kadına karşı, bu kadar namusluca davranılsın. Hamamda, 200 kadar kadın vardı. Hiçbirinde, bizimki gibi alaycı gülüşmeler ve fısıldaşmalara rastlamadım. Üstelik benim için güzel….. çok güzel dediklerini işittim.”
Harem hayatı ile ilgili yazdıkları ise, şöyledir:” Evet, Türk’lerde, diğer müslüman halklar gibi, birden fazla kadın almayı doğal bulurlar. Ancak, bu yine de hoş karşılanmaz. Bütün devlet büyükleri arasında,yanlızca Defterdar Efendi’nin birkaç cariyesi var. Onlar da, efendinin dairesinin bir tarafında oturuyorlar. Onlar bile, birbirlerini görmüyorlar. Fakat, diğer büyüklerin eşlerinin dudaklarında; Defterdar Efendi’nin ismi geçtiğinde, tiksinti ve nefret dolaşıyor. Hanımına acıyorlar. Herkesin çapkın nazarıyla baktığı bir kimse, Türk kadınlarının muhabbet ve hürmetini kaybetmiş demektir. Konakların hepsinde; bir harem dairesi ve cariyeler var. Ancak, bu cariyeler, evin hanımına ait hizmetçiler. Evin erkeği, ömrü boyunca bunları yolda görse tanımaz. ”
Evet; Türkiye’den bu mektupların yazıldığı yıllarda, yani 1800 lü yıllarda, İngiltere’de Londra gazetelerinde ” İhtiyaçtan satılık ev kadını ” ilanlarına rastlamak, sıradan bir olaydı. Osmanlı erkeği ise; hanımını, ailesinin temel taşı, haysiyeti, selameti olarak görür ve şevkatle muamele ederdi. Evet, günümüzden yıllarda önce ve uzun yıllar; Türk kadınının toplum içindeki statüsü işte bu.
Günümüze getirip değerlendirmeyi, özellikle günümüzde, kadına uygulanan şiddet açısından yaratılan vahşetin değerlendirilmesini sizlere bırakıyorum.
Evet, birgün, Cihan hükümdarı Kanuni ferman buyurur.” Dünyanın en büyük mabedini yapacağım”
Yeryüzündeki bütün devletler: Süleymaniye’nin iç dizayn ve inşaatında kullanılsın diye, bir nevi şirinlik gösterisi olmak üzere, çeşitli hediyeler gönderirler. Hatta; bu kervana; İran ve Vatikan da katılır. Vatikan: bir mihrab taşı, İran ise sandıklar dolusu mücevher gönderir. Osmanlılar, bu iki ülkenin hediyelerini almamazlık edemezler. Zira, büyüklüğe yakışmayacaktır. Aldığı takdirde, bunları camide nasıl kullanacaklardı? Prensip olarak, müslümanların secde edeceği bir mekana, bunların değil hediyesini, gölgesinin bile düşmesini istemezler.
Hadi İran’ın ki neyse, Vatikan’ın gönderdiğine ne demeli? Yolladıkları mihrap taşına, imam efendi, alnını koyacak. Devlet büyükleri, bu duruma bir çare bulmaya çalışırlar. Koca mimar Sinan’ın içini bir şüphe kemirir. Öyle ya, niye mihrap taşı?
Koca Sinan; gönderilen mermeri enlemesine kestirir ve gerçek ortaya çıkar. Mihrabın içine; “haç” gizlenmiştir. Onların yaptığı bu hainliğe, muhteşem bir cevap verir.
Bu arada: İran elçisi, kapıya dayanır. ” Şah’ımız merak ediyor, gönderdiğimiz mücevherat, caminin neresinde kullanıldı? Kubbe, sütun ve duvarlara baktım, hiçbir yerde göremedim ” diye sorar.
Hemen kendisine cevap verilir.” Caminin temeline katıldı” Yüzgeri döner, gider. Ancak, gerçekte, mücevherler; Süleymaniye’nin temellerini kuvvetlendirmede kullanılmıştır. Bir tepe üzerine kurulu külliyenin, kayarak Haliç’e doğru yıkılmasını önlemek için, yer altından, haliç’e kadar zemin kuvvetlendirmesi yapılır. Bu arada, zeminin güçlendirilmesi için, Süleymaniye ile Haliç arasındaki dükkanlar inşa edilir. İşte bu dükkanların inşasında kullanılmak üzere, mücevherler bozdurulup harcanmıştır.
Evet, Süleymaniye de herşey en ince ayrıntısına kadar hesaplanmıştır. Hatta, çevresinde çok sayıda deprem kuyusu açılmıştır. Yerden yüksekliği 53 m. olan kubbesine yerleştirilen küpler sayesinde, fevkalade hassas bir akustik meydana getirilmiştir. Merkezi kubbeye, ağızları içe doğru açık, 64 küp yerleştirilmiştir. Ayrıca: cami zemininde de, sesi yansıtmaya yarayan tuğlalardan boşluklar mevcuttur. Küpler, küçük kubbelerin köşelerinde yer alır.
İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’in; İstanbul’da insanların daha sağlıklı yaşamasına yönelik ve arşivlerde bulunan vasiyeti şöyledir:
“Ben ki, İstanbul’u fetheden aciz bir kul olan Fatih Sultan Mehmet. Bizzat alın teri ile kazanmış olduğum parayla satın aldığım, İstanbul’in Taşlık bölgesinde bulunan, sınırları belli 136 dükkanımı; aşağıdaki şartlara göre vakıf ediyorum. Şöyleki:
Bu dükkanlardan elde edilecek gelirle: İstanbul’un her sokağına, 2 şer kişi tayin edilecek. Bunlar; ellerindeki bir kap içinde: kireç tozu ve kömür külü olduğu halde, günün belli saatlerinde sokaklarda gezecekler. Yere tükürenlerin, tükürükleri üzerine bu tozu dökecekler. Bunun karşılığında, 20 akçe alacaklar. (Bu arada, size birşey aktarmak istiyorum. Singapur denen bir devlet var, belki biliyorsunuzdur. Burada; yerlere tükürmenin cezasının, 500 Dolar olduğunu görmüştüm, belki ilginizi çeker, yazmak istedim)
Ayrıca; 10 cerrah, on doktor, 3 hasta bakıcı tayin edilecek. Bunlar, ayın belli zamanlarında İstanbul’u gezecekler. İstisnasız her kapıyı çalacaklar ve içeride hasta olup olmadığını soracaklar. Varsa, hastanın şifa bulmasını sağlayacaklar. Durumları ciddi ise, hiçbir masraf ettirmeden hastaneye kaldırıp tedavi ettireceklerdir.
Allah korusun. Herhangi bir gıda maddesi sıkıntısı yaşanabilir. Böyle bir durum yaşanırsa: bırakmış olduğum: 100 silah, usta avcılara verilecek. Bunlar; hayvanların yumurtada veya yavruda olmadığı zamanlarda, ormanlara ava çıkacaklar ve hastaları gıdasız bırakmayacaklardır.
Ayrıca; külliyemde inşa ettirdiğim imarethanede, şehitlerimizin aileleri ve İstanbul’un fakirleri yemek yiyeceklerdir. Yemek yemeye veya almaya gelen olursa; bizzat görevliler, yemekleri hava aydınlanmadan, kimsenin sokaklarda olmadığı zamanlarda, kapalı kaplarda evlerine götüreceklerdir.
İşte; sayın okurlar. Fatih’in, bundan 500 sene önce yazdığı vasiyetnane bu. Özellikle; ilk satırlara dikkatinizi çekmek istiyorum, “Kendi alın terim ile ” diyor. Yani: devlet hazinesi değil, bizzat kazandığı paradan bahsediyor. Bu vasiyetnamede yazanlar ve günümüzü değerlendirmek istiyorum ama bir gerçek var ki; sanırım değerlendirmeyi okurlara bırakmak en iyisi. Buyrun; tarih her zaman tekerrürden ibaret değil.
1912 yılında, Edirne, Burgarlar tarafından kuşatılır. Kendilerini öyle güçlü hissetmektedirler ki, Edirne’nin en fazla 40 gün dayanacağını sanırlar. Şükrü Paşa komutasındaki birlikler, 5 ay boyunca, Edirne’de Bulgarlara geçit vermezler.
Ancak, bu süre içinde, ihtiyaçlarını giderecek yardım gelmediğinden, şehir düşer.
Esir edilen 28 bin Türk askeri; Bulgarlar tarafından, Sarayiçi’ne hapsedilir. Çadırsız ve yiyeceksiz olarak, her türlü yaşam şartlarından uzakta, burada 1 ay tutulan askerler; ağaç kabuklarını dahi yerler. Ancak; bu olumsuz şartlarda yaşamaları; 20 bin askerin ölümüne neden olur.
Bu sırada; Edirne’de, Bulgarlar tarafından yapılan vahşet ise; Batı’lı gözlemcileri bile tiksindirecek boyutlara ulaşır.
Evet; hani demiştik ya, tarih tekerrürden ibarettir diye. Bunları yapanlar, bugün Avrupa Birliği içine alınmış yani medeni dünyanın içine alınmış Bulgarlar. Ama; asla unutmamak gerekir ki, bunların içindeki Türk korkusu ve düşmanlığı asla bitmez, fırsatını bulsalar yine aynı şeyleri yapmaktan hiç çekinmezler. Yeterki, bizler ülkemizi asla zayıf, güçsüz, korumasız hale getirmeyelim. Bu arada; hani Ermeniler tehcire, zorunlu göçe tabi tutulmuşlar ve 2009 yılında, hala Amerika Birleşik Devletleri Başkanı bu, bütün dünyanın karşısına çıkıp, bu tehciri, bir felaket olarak nitelendiren konuşma yapıyor. Ya biz; geçmişimizde bu ve benzeri o kadar çok felakete uğramışız ki, bunları anlatamıyoruz. Ama, elbette anlatmadan önce bilmek gerekir, buyrun okuyun, bilin.
Ülkemizde, güreş denildimi akla: “Koca Yusuf” gelir. Güçlü ve kuvvetli insanları tanımlamak için de, Koca Yusuf’un adı kullanılır. Türk insanının şuuraltına kadar işleyen bu insan; 1857 yılında, Şumnu’da dünyaya gelir. İyi ustaların elinde, küçük yaşta pehlivan olur. Ülkede; yenemediği pehlivan kalmaz. Devrin modasına uyarak; Avrupa ve Amerika turnesine çıkar. Önce; Fransa ve İngiltere. Buralarda yaptığı güreşlerde; Fransızların ve İngilizlerin, ihtirasla karşısına çıkardıkları tüm rakiplerini ezerek yener.
Sonra; Amerika’ya geçilir. Burada da; yeni dünyanın, insan azmanı rakiplerini; birer ve bazende ikişer ikişer yener. Sırtı yere gelmez. Günümüzde; güreş sporunu yapan ve sırtı yerden kalkmayan sporcularımız, umarım güreş sporunun bu şanlı geçmişindeki kahramanı tanıyorlardır. Yanlız; elbette tanımak yetmez, ona layık bir gelecek olamadıkları için hayıflanmaları da gerekir diye düşünüyorum. Neyse; devam edelim. Bizim ünlü güreşçimiz, pehlivanımız; sahip olduğu yenilmezlik ünvanını Amerika’ da da yitirmez. Aradan günler geçer ve geri dönme zamanı gelir.
Geri dönüş için, Fransız bandıralı, 7300 Tonluk, “La Bourgogne” isimli iki yaşındaki transatlantik seçilmişti. 721 yolcu içinde, bizim Koca Yusuf’da vardı. 21 Haziran 1898 günü, gemi ve yolcuları, New York limanından uğurlanır. İstikamet: Hollanda’nın Le Havre limanı.
Yolculuğun; 12 nci gününe kadar, herşey normal ve güzeldi. Çarşaf gibi bir deniz ve insanın iliklerini ısıtan bir hava. Fransız’ların iftihar ettikleri bir gemi. Daha ne olabilirdi ki?
Derken; evet bir şey oldu. 3 Temmuz gecesinden sonra, bu güzel yolculuğun tadı kaçtı. Çünkü; yoğun bir sis çökmüş, koca gemi karanlıktan daha beter, beyaz bir karanlık içine gömülmüştü. Geminin hızı kesildi, çok ağır yolla ve sanki adım adım ilerlemeye devam etti. 4 Temmuz sabahı ise; güneş doğduğu halde, yoğun sis yine dağılmadı.
Ve; deniz üzerinde yaşanabilecek en kötü olay yaşandı. Aynı rota üzerinde yollarına devam eden, iki gemi karşılaştılar. “La Bourgogne” nin sis gözcüleri, “Bir gemi ” diye feryat ettiklerinde, büyük bir çatırtı duyuldu ve koskoca transatlantik, sanki devriliyormuş gibi sarsıldı. İrlanda bandıralı “Cromartyshire ” şilebi, transatlantiğin o narin bordasını mahmuzladı ve adeta ortasından ikiye bölecek şekilde giriverdi.
Sabahın erken saatlerinde, pek çoğu, kamaralarında derin uykuda bulunan yolcular, sarsıntı ve gürültü sonucu yerlerinden fırladılar ve büyük bir panik çıktı. Herkez; filikalara koştu. Filikalara doluşanlar; ellerindeki baltalarla, ipleri keserek, filikaları denize indirdiler. Aynı anda; denizde de, büyük ve amansız bir boğuşma, devam ediyordu.
Dev yapılı bir adam da, bu boğuşmalara katılmıştı. Evet, bizim Koca Yusuf. Gemi hızla sulara gömüldü. Artık; denizin ortasında kalanlar arasında, son mücadele başlar. Koca Yusuf, bir kalasa tutanarak batmamaya çalışır. Bu sırada; yanından geçen bir kurtarma sandalını yakalar ve acı kuvvetiyle kendine çeker. Sandalın içindekiler korkuya kapılır. Bu iri-yarı adam, sandala binerse, hep birlikte batarız diye düşünürler. Ancak, Koca Yusuf’un amacı: sandala binmek değil, yanlızca tutunmaktır. Zaten, sandal doludur ve istese, sandalı devirecek gücü elbette vardır.Ancak; yetiştiği kültür, içinde çocukların ve kadınların bulunduğu sandalı devirtmez.
Ancak; kaderin kötü cilvesi. Sandalda bulunanların hepsi, ellerine ne geçerse, denizin içindeki Koca Yusuf’a vurmaya başlarlar. Kafasına, ellerine vururlar. Ancak; bu güçlü bilekleri sandaldan sökemezler. Kafasından akan kanlar, yüzünü ıslatırken, sandalı tutan iri parmaklarının üzerine, bir balta inip kalkmaya başlar. Bir gemici, sandalın iplerini kesmek için kullandığı küçük baltayı, Koca Yusuf’un parmaklarına ve sonrada bileklerine indirir. Bu vahşi gemicinin kültürü de ” yaşamak için öldür” diyordu.
Parça parça olan el gevşer ve dev vicut, Atlas Okyanusu’na gömülür.
Onunla birlikte; yanlızca Türk sporu değil, dünya sporunun da, gelmiş geçmiş en büyük isimlerinden biri, tarihe gömülür.
Dünya’da hiç bir faninin bükemediği bilekler, işte böyle bükülmüştür.
Evet; gerçekten hazin bir hikaye. Türk spor ve güreş tarihinde; çok büyük bir yeri olan Koca Yusuf isimli kahramanın hazin sonu. Yaşamı süresince, her türlü ihtişamı ve başarıyı tadan bu büyük insana, belki de yakışmayan bir ölüm ama sonuçta, elbette bunu yönlendirmek kimin elinde ki?
Bugün; Çanakkale’de Milli Park olan ve insanların ziyaretine açık olan Çanakkale Savaşlarının geçtiği mekanlar: 1926 yılında İngilizlerin ve 1930 yılında ise Fransızların mezarlık ve anıtlarını görmeye başladı. Halbuki, şehitlerine; anıt ve şehitlik yapması gereken asıl millet, Türk milletiydi. Çünkü: Türk’ler, bu savaşta varolma ve yokolma mücadelesi vermiş ve dünyaya kafa tutarak, “Çanakkale geçilmez” dedirtmişti.Halbuki, onlar, tüm güçlerine, vahşetlerine rağmen, bu savaşı kazanamamış ve gerisin geriye çekip gitmişlerdi.
Evet, 1944 yılında, Çanakkale’de şehitlerimize yaraşır bir anıtın olmayışı, halkımızı gerçekten üzüyordu. Bu söylemler çoğalınca, oralarda büyük bir anıt yapılmasına karar verildi. Yapılacak anıtın önce yeri belirlendi. Öyle güzel bir yer seçildi ki; yapılacak anıt, hem karadan hemde denizden görülecek ve tüm bakanlara, Çanakkale’nin geçilmezliğini hatırlatacaktı.
Karar verilmişti, 1944 yılında açılan bir yarışmada: Doğan Erginbaş ve İsmail Utkular’ın projeleri kazandı. Evet, abidenin yapımına, maalesef, aradan geçen 10 yıl sonunda, 1954 yılında başlandı. Bu aradaki dönemdeki gecikmeyi , 2 nci Dünya savaşının ve ekonomik sıkıntıların varlığına bağlamak lazım. Neyse; Bu tarihte inşaat başladı ama işi alan mütahitler, anıtı bir türlü bitiremiyorlardı. İşi bırakanlar oluyor, yeniden alanlar da işi süründürüyorlardı.
Yapılan incelemede; anıtın inşaatında YOLSUZLUK yapıldığı tespit edildi. Düşünebiliyormusunuz, bu ülkede inşaat yolsuzluklarının geçmişini. Tarihine yabancı, milli değerlerden yoksun yetişen bu tür insanlar, onlar için bu vatanda şehit olan ataları adına yapılan bir anıttan bile çalmayı düşünüyorlar ve ÇALIYORLAR.
Böylece, anıt temellerinden yeni yükselmiş haliyle, ortada kalakaldı. Bir utanç anıtı olarak, yaklaşık 4 yıl bekledi.
O sıralarda; Milliyet Gazetesinde bir köşe yazarı; Çanakkale anıtının içler acısı durumunu yazar. Bu yazı sonrası, gazeteye: ” Bu anıtın yapımı için hemen bir kampanya başlatmaları ” yönünde, birçok müracaat olur. Bunun üzerine, bir kampanya başlatılır. O sıralar, halk, kampanyalara pek ilgi göstermez. Ama; söz konusu olan Çanakkale Şehitleri Anıtı olunca, halkın tarihe ve atasına düşkünlüğü nedeniyle, bu kampanyaya, muhteşem bir ilgi olur.
Yapılan ilanlarda, anıtın tamamlanması için 900 TL.ya ihtiyaç bulunduğu, gazetenin ise kampanyadan 100 TL. toplamayı amaçladığı yazılır. Kampanya bittiğinde, ne kadar toplanmıştır biliyormusunuz? Tamı tamamına 3 milyon TL. İşte, bu destanı yazan Anadolu halkı. Dün evladını veren, bugün evladının destanını abideştirmek adına, parasını mı sakınacaktı?
Böylece, 1960 yılında, Çanakkale şehitlerimize yakışır bir anıt yapılmış oldu. 39.75 m. uzunluğundaki anıtın, bir ayağında, yukarı çıkan asansör sistemi var. 1971 yılında, anıtın altına bir müze açılmış. Burada; savaştan kalan araç, gereç ve haritalar sergilenmekte.
Sargı yeri: Çanakkale savaşının en büyük hastanesi. Zığındere denilen gizlenmiş bir vadide. Korunaklı yapısı ve gözden uzak duruşu nedeniyle, hastaların tedavi edildiği bir yer olarak kullanılmış.
Kıyıya ve dolayısı ile cephelere yakınlığı nedeniyle, zaman zaman o kadar çok hasta birikmiştir ki, insanlar neredeyse üst üste uzanmak zorunda kalmışlardır. Bir seferde, 40-50 bin hastanın barındığı bu büyük hastane, adından dolayı ufak tefek çiziklerin sarıldığı bir hastane gibi algılanmamalıdır. Hastaneye getirilen yaralıların durumları o kadar ağırdır ki, anlatmaya yürek dayanmaz. Kimilerinin kolları, kimilerinin bacakları kopmuş, kimisinin gözü patlamış, kimisi son bir solak halinde yaşam mücadelesi vermekte.
Tarih 28 Haziran 1915. Gün; gece yarısını çoktan geçmişti. Gecenin karanlığında, sinsice kıyıya yaklaşan bir zırhlı, uzun menzilli topları ile, kıyıda, sargı yerini dövmeye başlamıştı. Tonlarca mermi, parmağını bile kıpırdatamayacak durumdaki binlerce aciz hasta ve yaralı askerin üstüne düşmekteydi. Hiçbirinin kaçacak ve kendisini bir şekilde koruyacak gücü ve kuvveti yoktu. Öylece, ölümü bekler gibiydiler. Koca bir Fransız zırhlısı, elbette buranın bir hastane olduğunu, yaralı askerlerle dolu olduğunu biliyordu, ama demekki içlerindeki, benliklerindeki vahşet duygularını engelleyemediler. Öyle bir kin’leri vardı ki, düşünün. Hoş, vardı ki, dedim, aradan geçen zamanda, değişen hiçbirşeyin olmadığıda aşikar.
Neyse, zaten, kısa sürede, bu daracık vadi ateşler içinde kaldı. Zavallı Mehmetciklerimiz, bu ateş diyarında, yavaş yavaş yanıyorlardı. Bu unutulmaz vahşetin sabahında vadiye gelenler, binlerce yanık insan cesedi ile karşılaştılar. Bir gecede 18.000 askerimizi yitirdik.
Bu bölgenin korunması, normalde Albay Halil Sami Bey’in komutasındaki 9 ncu Tümene verilmişti. Fakat, bu ani saldırıda, onlar da birşey yapamadılar. Ölenler arasında, Halil Sami Bey’de vardı.
Olay; dünya basınında büyük ses getirdi. Ama olan zavallı yaralı mehmetciklerimize olmuştu. Malüm; dünyanın sesi ne kadar olucaktı? Zaten, bu vahşeti yaratanlarda kendileriydi.
Lütfen, düşünün. Çanakkale’de yarattıkları bunca vahşete, adice davranışlara rağmen başarılı olamadılar. Canlıyı, yaralıyı bombaladılar. Yine de, başarılı olamadılar. Çünkü; o mehmetcikler, atalarımız; öyle büyük bir azimle; bize, bizlere bugün yaşadığımız hür ve özgür hayatı miras bırakmak için çatıştılar, mücadele ettiler. Lütfen onları hatırlamayı sakın unutmayalım, hatıralarının önünde saygımızı asla ihmal etmeyelim. Çünkü, ya onlar olmasaydı, ya onlar ölmeseydi, kanının son damlasına kadar çatışmasaydı, düşünün bakalım bugün yaşadıklarınıza sahip olabilirmiydiniz?