Yat: Almanya-Hamburg şehrinde, Blohm-Voss şirketi tarafından yapılmış ve 29 Temmuz 1930 tarihinde, denize indirilmiştir. Yapımı için: 4 milyon Amerikan doları ödenmiştir. Bu bayan tarafından, aynı ismi, yani “Savarona” ismini taşıyan gemilerin altıncısı ve en büyüğüdür.
Yatın uzunluğu: 136 metredir. Genişliği: 16 metredir. Yükseklik: 6 metredir. Ağırlığı: 6150 tondur. 2 adet 3500 beygir gücünde motoru bulunuyor. Yat’da: lüks inanılmazdır. Yatta bulunanlar: sinema salonu, sauna, hamam, suitler, jakuziler, paha biçilmez antikalar. Özellikle: Atatürk’ün odası, inanılmaz muhteşem. Hamam deyip geçmemek gerek, çünkü yanlızca hamamın yapımında, 260 ton mermer kullanılmış.
Yapıldığı tarihteki maliyeti: 10 400 000 Amerikan dolarıdır.
Mürettebat olarak 44 kişi ve yolcu kapasitesi olarak 34 kişiliktir.
Denize indirildiği tarihte, dünyanın en uzun yatı, ünvanını almıştır.
İlk sahibi: Amerikalı çok zengin bir ailenin kızı. Adı: Mrs Emily Roebling Cadwalader. Golden Gate ve Brooklyn köprüsünü yapan mühendisin torunu.
Bu bayan: sürekli olarak, çok büyük yatlar yaptırmış ve bunlardan büyük kısmını, hiç kullanmadan değiştirmiştir. Savarona yatını yaptırdığında da: 7 yıl kadar kullanmış ve daha sonra yatın devasa boyutları nedeniyle, Amerikan yönetimi, büyük miktarda vergi talep ediyor. Bunun üzerine, bu zengin bayan, yatı satışa çıkarıyor. Yani, kendisi tarafından 4 milyon dolar ödenen yatın, alelacele, 1 250 000 dolara satılmasının yani karlı alışverişin nedeni bu.
Yatı: Atatürk’ün talimatı gereği, Türk Devleti satın almak ister. Ancak, bu arada: Hitler, yatı görür ve çok beğenir ve kendisine ister. Bunu sağlamak için de: Krupp fabrikaları ile anlaşarak, onlar tarafından, yata haciz konulmasını sağlar. Bu sırada: Amerikan Başkanı Franklin D.Roosvelt: Atatürk’e olan hayranlığı nedeniyle, yatın, Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından satın alınmasını istemektedir. Bunun sonucunda, Almanlara “yatın üzerindeki hacizi kaldırın, yoksa o sıralarda, Amerikada bulunan bir Alman transatlantiğine, Amerikan hükümeti olarak el koyacağını” söyler.
Bunun üzerine, yatın üzerindeki haciz kaldırılır. Yat, Amerikan bayrağı ile “Southampton” limanına demirler ve buradan ise, Amerikalı sahipleri, yani yukarıda belirttiğim bayan tarafından teslim alınır.
Daha sonra ise: Türk hükümeti tarafından, 1 250 000 Amerikan dolarına satın alınır. Atatürk’ün talimatıyla satın alınan yat’a: önce “güneş dil” ismi verilmek istenir. Çünkü, aynı dönemde, “Güneş Dil Teorisi” özellikle Atatürk’ün üzerinde durduğu bir konudur. Ancak, yata “Savarona” ismi verilir. Bunun kelime anlamı: Hint Okyanusundaki bir deniz kuşu.
Biz yine, yatın satın alınması macerasına gelelim. Yat satın alındığında, Türkiye Cumhuriyet Başbakanı Celal Bayar. Bayar hükümeti: Atatürk tarafından kullanılan “Ertuğrul yatı”nın iyice eskimiş olması ve açık denizde kullanılamaması nedeniyle, 7 yıl önce yapılmış bu yatı, satın alarak, Atatürk’e hediye eder. Burada hassas bir konu var. Bu yatın satın alınması döneminde, Atatürk ile İsmet İnönü’nün arası açıktır. Zaten, İsmet İnönü, eğer hükümet başında bulunsa idi, yatın alınmasına müsaade etmezdi deniliyor, çünkü: İsmet İnönü’nün son derece tutumlu ve bu konularda disiplinli olduğu biliniyor.
Türkiye’deki durum bu. Peki dünya ne alemde? Dünya, yaklaşan II.Dünya Savaşında, taraftar kapma çabasında. Almanya bir yandan, Bolşevik Ruslar bir yandan ve İngilizler bir yandan, Türkiye’yi, II.Dünya Savaşında yanlarına çekebilmek için, büyük miktarda, mali ve silah yardımı önermektedirler. Ancak, Türkiye, yanlızca İngilizlerin yardımını kabul eder. İngilizler, bizi müttefik olarak bağlamak için, 16 milyon Sterlin (80 milyon Amerikan dolarına karşılık gelmektedir) borç verirler. Ancak, aynı dönemde, biraz önce sözünü ettiğim gibi, Türkiye Hükümeti, 1 250 000 Amerikan dolarına yat satın alır.
Sonuçta, alınış hikayesini şöyle sonuçlamak mümkün. Atatürk, elbette bir yat alın demiştir ama sanırım, bu ölçüde büyük boyutlu ve yüksek maliyetli bir yat satın alınması için ısrarcı olmamıştır diye düşünüyorum. Belki de, Atatürk için, yani ülkeyi düşmandan kurtaran, büyük önder için, büyük ve maliyetli bu yatın alınması, önemsenmemiş te olabilir. Çünkü, Atatürk bu yatın satın alınmasına karşı çıkmamıştı. Bunun deneni ise, büyük olasılıkla “Ertuğrul yatı” nın iyice eskimiş olmasıdır. Çünkü: en son Ertuğrul yatında ağırlanan İngiltere Kralının bembeyaz elbiseleri, aynı günün sonunda, Ertuğrul yatının bacasından çıkan duman sonucu, simsiyah olmuş.
Neyse, sonuçta: yat satın alınır ve 24 Mart 1938 tarihinde, Türk bayrağı çekilerek, İstanbul’a gelir.
Atatürk, satın alındıktan sonra, yatı kısa bir süre (54 gün) kullanır. Ancak: Atatürk, vefatına yakın günlerde: “bu yatı bir çocuğun oyuncağını bekler gibi bekledim, bana hastane mi olacaktı” diye hayıflanır.
Hatta, bir kez, Bakanlar Kurulu toplantısı, yatta yapılır. Romanya kralı Carol, yatta ağırlanır. Atatürk: Savarona’daki kamarasından, bir koltuk ile, Dolmabahçe Sarayına taşınır. Yat, Dolmabahçe Sarayı önünde, takip eden günlerde, bu büyük insanı boşuna bekler. 19 Kasım 1938 tarihinde, aziz Atatürk’ün naşını İstanbul-İzmit arasında taşıyan gemiler kortejine Savarona’ da katılır.
Ancak, Atatürk öldükten sonra, yat, II. Dünya Savaşının sonuna kadar kullanılmaz. Kanlıca koyunda, uzun süre hareketsiz kalır. Daha sonra da, 1951 yılında, Deniz Kuvvetleri Komutanlığına devredilir ve Donanma tarafından, eğitim amaçlı kullanılır. Baş ve kıç kısımlarına, iki adet top yerleştirilir ve “Okul Gemisi” olarak kullanılmaya başlanır. 70 günlük ilk gezi: 65 öğrenciyle birlikte, 1951 yılında, Hindistan-Bombay şehrine yapılır. Bu arada: Atatürk tarafından kullanılan oda, müze olarak muhafaza edilir.
Bu sırada: 3 Ekim 1979 günü, Heybeliada açıklarında gemide bir yangın çıkar ve yat, ağır hasar görür. Gölcük Tersanesinde onarılan gemi, bir süre daha, okul gemisi olarak hizmet görür. Ancak, daha sonra kadro dışı bırakılır. Yangından kurtarılan eşyalarının bir kısmı (Atatürk tarafından kullanılan: karyola, komodin ve yatak takımları) : sergilenmek üzere, 1986 yılında, İstanbul-Deniz Müzesine nakledilir.
1989 yılına gelindiğinde, Savarona yatının, hurdaya çıkarılmasına karar verilir. Ancak: 1999 yılında, yani gemi jilet olarak parçalanmadan önce, özel bir şahsa, 49 yıllığına kiralanır.
İki ton ağırlığında ve tamamen iğrenç bir haldeki yat: 62 milyon dolar masrafla onarımdan geçirilir ve eskisinden daha gösterişli hale getirilir. Basın yolu ile ilan verilerek, Atatürk’ün bu yatta kullandığı eşyalara sahip kişilere ulaşılır, bu eşyalar onlardan satın alınır ve yattaki yerlerine konulur.
Evet, gelelim sonuca. Bu yatın siyasi hayatımızda, takip eden dönemlerde de dedikoduları bitmemiştir. Çünkü, alındığı dönemde, ülkenin ekonomik durumu dikkate alınarak, bu ölçüde bir masrafın yapılmasının gereksizliği üzerine bu toplumun küçük te olsa bir kısım insanı, laf üretmektedir. Tek bir gerçek var ki, Atatürk, bu ülkenin kurtuluşundaki en büyük etkendir. O insan, bu ülkenin kurtuluşu, kalkınması ve bugünlere özgür bir şekilde gelebilmesi için, başta canını olmak üzere birçok fedakarlıklarda bulunmuştur. Bu yatın satın alınmasını talep etmesindeki isteğinin kişiselliği de düşünülemez, sonuçta, o insan: bu yatın içinde birçok devlet büyüğünü ağırlamış ve onlar üzerinde, o zor ekonomik şartları belli etmeden, güçlü bir Türkiye imajının yaratılmasını sağlamıştır. Ayrıca, günü geldiğinde ölen bu insan, elbette ki, bu lüks olduğu düşünülen yat’ı da, kendisinden sonra “Devlet Başkanlığı” yapmış ve yapacak olan insanlara bırakmıştır.
İşte, Savarona’nın hikayesi bu. Ben son olarak şunu söylemek istiyorum: Güçlü devletim, bu yatı satın almalı ve anılarıyla birlikte, müze olarak kullanıma hazır edecek düzenlemeleri yaratmalıdır. Çünkü, gelecek nesiller, bu satırları okuduğunda, eğer bu yatı görmek isterlerse, özel şahıslara ücret ödeyerek değil, belli bir yerde, kıyıda demirlemiş ve müze olarak kullanılan bir yatı ziyaret edebilmelidirler.
Savaşlar hakkında yazılmış, bilinen en eski eser: Çin’li Sun Tzu (Wu) yani Sun usta tarafından, MÖ.544 yıllarında yazılmış, “Savaş Sanatı” isimli kitaptır. Bu kitap: Çin’in en büyük askeri teori eseri olarak, günümüzden 2500 yıl önce yazılmış olmasına rağmen, takip eden süreçte, birçok savaşta ve birçok komutan tarafından kullanılmış ve yazılı hususlar, başarıyla uygulanmıştır.
Günümüzde ise: kitapta yer alan düşünceler: toplumsal ve ticari hayatta bile, yaygın olarak kullanılmaktadır. Özellikle: Çin’de; birçok kurum ve işadamı, yönetici tarafından, kitapta sözü edilen düşünceler; gerek işletmecilik ve gerekse pazarlamacılık ve daha birçok dalda, yoğun olarak kullanılmaktadır.
Evet: önce, kitabın yazarı hakkında kısa bilgi vermek istiyorum. Sonra ise: kitapta yazılı, savaş sanatı hakkındaki hususlarda, sizleri fazla derinliklere daldırmadan, yüzeysel bilgiler vereceğim. Belki, sizler de, günlük hayatınızda, bu konularda yararlanabileceğiniz bir şeyler bulabilirsiniz.
Sun Tzu: MÖ.6.yüzyılda yaşamıştır. Yani: ünlü düşünür, Konfüçyüz ile aynı dönem. Sun usta: çeşitli ordularda paralı asker olarak ve bazen de, soyluların birliklerinde gönüllü asker olarak görev yapmıştır. Daha sonra ise, kral Hü; başarılarına şahit olduğu ustayı, general yaparak, ordularının başına geçirir. Sun usta: orduların başına geçer geçmez, bahar ve güz mevsimleri boyunca, uzun süre, düşman Chu krallığı ile savaşır. Sonuçta, kendilerinden daha güçlü olan bu krallığın tüm şehirlerini ve topraklarını ele geçirir. Daha sonra: yaşadığı savaşlarda elde ettiği tecrübelerin ışığında “Savaş Sanatı” isimli kitabı yazar.
Ancak, bu savaştan sonra, bir gece, saraydan uzaklaşır ve kaybolur. Nerede, ne zaman ve nasıl öldüğü belli değildir. Bu yüzden, takip eden dönemdeki bazı tarihçiler, Sun Tzu’nun aslında yaratılmış bir figür olduğunu ve hiçbir zaman var olmadığını öne sürmektedirler.
Evet, gelelim kitapta yazılı hususlara. Fazla ayrıntıya girmeden, kitapta yazılı hususlar hakkında özet bilgi vermek istiyorum.
“Savaş Sanatı” isimli kitapta: askeri kurallar ve bu kuralları kullanarak üretilen teoriler anlatılmaktadır. Ama, öncelikle kitabın girişinde, tanımlanırken, savaş “ devletler için büyük önem taşıyan bir konu, bir ölüm-kalım sorunu, hayata ya da yok oluşa giden yol “ olarak ifade ediliyor. Bunun doğal sonucu olarak ise: savaşın derinlemesine incelenmesi gerektiği anlatılıyor.
Bu incelemeler ise: kitapta yazılı 13 bölüm başlığı altında yapılıyor.
STRATEJİLER BÖLÜMÜ:
Bu bölümde: savaşın yapılıp yapılmaması inceleniyor. Ayrıca: savaşın; siyaset ve ekonomiyle olan ilişkileri irdeleniyor. En önemli analiz ise: savaşın sonucunu belirleyen faktörler:
1. Siyaset
2. Zaman
3. Jeolojik yapı
4. Komutan
5. Disiplin
Görüldüğü gibi: savaşın sonucunu belirleyen faktörlerden, ilk sırada olan: siyaset.
SALDIRILAR BÖLÜMÜ:
Düşmana yönelik, saldırı taktikleri anlatılıyor. Ancak, burada hassas bir durum var. Şöyleki, en büyük amaç: “en az kayıp vererek, yani mümkün olduğu kadar az savaşarak veya hiç savaşmadan, düşman kentlerini ele geçirmektir.”
Mükemmellik, her savaşta çarpışarak kazanmak değildir. En iyi strateji: savaşmadan kazanmaktır.
Zorlu ve uzun süreli savaşlar başlatmadan, düşman ülkelerini yok etmek gerekir. Savaşta: kazanmak, ele geçirmek, en üstün olmak; başarı değildir. Üstün başarı: savaşmadan, düşmanın direncini kırmaktır.
Ancak, tüm bunları sağlayabilmek için, bazı taktiklere önem vermek gerekir. Bu taktikler, önem sırasına göre:
1. Siyasi
2. Diplomatik
3. Silah zoru
4. Saldırı
Taktiklerin yanında: savaş kazanmak, yani zafer elde etmek için gereken bir şey daha var: düşmanın gücünün doğru ve ayrıntılı bilinmesidir.
AJAN KULLANMA BÖLÜMÜ:
Savaştan önce, düşmanın durumunu ayrıntılı bir şekilde öğrenmek için: her türlü ajan kullanılması şarttır. Böylece, her türlü ve kapsamlı bilgi, önceden temin edilebilir. “Kendini ve düşmanını iyi bilenler, yüz savaşı kaybetmezler.” Kendini ve düşmanını iyi tanıyorsan, asla kaybetmezsin.
Savaşçıların en iyisi: düşmanın planlarını, daha tasarım aşamasındayken bilendir. Çünkü: derin bilgi: kapının dışına çıkmadan bilmek, pencereden bakmadan görmektir.
HIZ:
Savaşan taraflar için, hız çok önemlidir. Çünkü: zaman uzadıkça, savaş koşulları, hem saldıran ve hem de savunan için zorlaşır. Kazanır halde olsan bile, savaşırken işi uzatırsan, gücün körelir, keskinliğin aşınır. Bir kaleyi kuşatırsan, kuvvetin azalır. Ordunu uzun süre sahrada tutarsan, araç-gerecin yetmez olur.
DÜŞMANIN AYAĞINA GİTME:
İyi bir savaşçı, asla düşmanının ayağına gitmez. Onun gelmesini sağlar.
MORAL:
Askerine kendi çocuğun gibi bak, o zaman da askerin, senin için, seve-seve ölüme koşar.
DEĞİŞİM;
Savaşta, asla belirli bir biçimde olma, hep aynı kalma. Sürekli şekil değiştir. Çünkü, sürekli değişim halinde olan ve tam olarak bilinmeyen bir düşmana karşı, bırakın saldırmak, strateji bile geliştirmek imkansızdır.
HİLE KULLANIMI:
Savaş sanatında, hile kullanımı, oldukça ön plandadır. Askeri harekatta, hile gerekir. Yeterliyken, yetersizmiş gibi davran. Etkin iken, etkin değilmiş gibi davran. Düşmanı doğrudan yenilgiye uğratmaktan ise, onları şaşırtarak planlarını boz. Geri çekilerek, onları yor. Saflarında bozgun çıkart.
ŞU HATALARDAN UZAK DUR:
1. Dikkatsiz cesaret, seni yok eder.
2. Korku, seni düşmanına esir eder.
3. Düşmanın acele davranmasını istiyorsan, ona hakaret et.
4. Onur, haysiyet nutukları atan, sonunda utanmaya mahkümdur.
5. Adamlarına aşırı düşkünlük: seni gereksiz kaygılara ve tereddütlere yöneltir.
SAVAŞTA ZAFERİ SAĞLAYAN İLKELER:
1. Ne zaman savaşacağını, ne zaman savaşmayacağını bil.
2. Büyük ve küçük birliklerin, hepsini yönetmeyi bil.
3. Ordusunun tamamında, aynı ruhsal canlılığı-morali sağla,
4. Kendini hazırla, düşmanını hazırlıksız bulunca kadar bekle,
5. Askeri yetenekleri olan ve hükümdar tarafından işine karışılmayan kazanacaktır.
SAVAŞTA BAŞARI NELERE BAĞLIDIR:
1. Önceden planlama ve hesaplama yapmaya,
2. Düşmanı ve araziyi tanımaya,
3. Kendi yeteneklerini ve sınırlarını bilmeye,
4. Birliklerinde üstün moral sağlamaya,
5. Düşmanı aldatabilmeye,
6. Hızlı hareket edebilmeye.
ÇEŞİTLİ:
Şansızlığına inanan kişiye, asla kazanma hırsı aşılayamazsın.
Savaşmaya hazır ve istekli düşmana, asla saldırma.
Asla, öfkeye kapılarak savaş açma.
Girdiği her savaşı kazananlar, aslında usta değildirler. Başka orduları çaresiz bırakanlar, işte onlar, en iyilerdir. Yani: temel prensip, savaşmaksızın kazanmaktır. Bu amaç için akıl ve hile kullanmak ise, bilgeliğin başlıca kuralıdır. Bilge savaşçı: en kısa zamanda ve en az kayıp vererek, düşmanı yener.
Dağları, ormanları, dar geçitleri, çıkmaz yolları ve bataklıkları bilmiyorsan, silahlı bir güçle manevra yapamazsın. Yerli rehberler kullanmadıkça, arazinin yararlarını bilemezsin.
Eğer aklını tamamen düşman üzerine yoğunlaştırırsan, çok uzaklarda bile olsa, düşmanın askeri önderini öldürebilirsin.
Başkasını ve kendini bilirsen: yüz kere savaşsan, tehlikeye düşmezsin. Kendini bilip, başkasını bilmezsen: bir kazanır, bir kaybedersin. Ne kendini, ne başkasını bilmezsen: her savaşta tehlikedesin.
Dostlarını kendine yakın tut, düşmanlarını daha da yakın tut.
Eşitsen, gücün varsa savaş. Sayıca az isen, mümkünse uzak dur. Durumun parlak değilse, mümkünse: hemen kaç.
Ankaralılar ve Ankara’yı ziyarete gelenler, Ankara’nın en merkezi bölgesi olan, Sıhhıye Meydanında yani Kızılay semtinin Ulus yönünden girişinin hemen başında bulunan, ilginç tasarımlı bir anıtla karşılaşacaklardır. Bu anıt: tasarımı ile her ne kadar ilgi çekse de, ifade ettiği anlamı, logo olarak kullanımı ve anıtın yapımı, ilginç olabileceğini tahmin ettiğim hikayeler bütününden oluşmaktadır.
Buyrun: Ankara’da, hergün yanından, yüzbinlerce insanın gelip-geçtiği “Hitit Güneş Kursu Anıtı” hakkında tamamen gerçek bir hikaye.
Hitit güneş kursu: Anadolu’nun en eski uygarlığı olan “Hattiler”e aittir. Yani: Hitit döneminden öncesine ait bir semboldür. Güneşi simgeleyen dairesel bir şekil ve çevresine yerleştirilmiş öğelerden oluşuyor. Altta, iki adet boynuza benzer çıkıntı var, ama bunların ne olduğu yani ne amaçla yapıldığı tam olarak anlaşılamamıştır. Üzerinde bulunan çıkıntılar: doğanın çoğalmasını, üremeyi temsil ediyor. Kuşlar: bunlarda, doğanın çoğalmasını ve doğadaki hürriyeti temsil ediyor.
Geyik imgesiyle birlikte kullanıldığında: barışı simgeler.
Ahşap asaların ucuna takılarak: dini törenlerde kullanılmıştır. Törenler sonunda ise, kral mezarlarına, ölü hediyesi olarak bırakılmıştır.
En seçkin örnekleri: Çorum-Alacahöyük yöresinde bulunmuştur. Çünkü, burada Hatti krallarının mezarları bulunmaktadır. Hatti kralları öldüklerinde: güneş kursu ve benzeri sembollerle birlikte gömülmüşlerdir.
Evet, Alacahöyük’te: 3.kültür katı: eski Tunç çağına, yani MÖ.2250-2000 yılları arasına tarihlenmektedir. Bu döneme ait: yani günümüzden 4250 yıl önce, Hattili prenslerin cenazelerinde, dini merasimlerde kullanılmış ve daha sonra mezarlarında, ölü hediyesi olarak bırakılmıştır. Bronzdan yapılmış bu güneş kursları, yazının başında sözünü ettiğim gibi, Hititlerden önce, bölgede yaşamış Hattilere aittir. Bronzdan yapılmış bu güneş kursları, sallandığında ses çıkarıyor ve bu ses, o merasime katılanlara ayrı bir hava veriyordu. Hatti kavmi: Hititlerden, yaklaşık 300 yıl önce, bu yörede varlıkları bilinen bir topluluktur. Aynı zamanda, bunlar, yani Hattiler: Anadolu’da, Türkçenin de içinde bulunduğu “Azyanik” dili konuşan en eski kavimdir. Alacahöyük dışında, başka bir yerde, bunların izlerine rastlanılmamıştır.
Evet, bu ilginç simge: aradan geçen binlerce yıl sonunda, günlerden bir gün, Ankara Belediyesi tarafından,
1973-1977 yılları arasında, Ankara Belediye Başkanlığı yapan Vedat Dalokay tarafından, şehrin simgesi olarak kabul edilmiştir. Bunun üzerine: bir anıt yapılmasına karar verilir. Barışı simgelemesi açısından, geyik figürlü olarak yapılan anıt: heykeltıraş Nusret Suman tarafından yapılır ve 15 Ağustos 1978 günü, açılışı yapılması için hazırlanır. Açılışa bir çok insan davet edilir. Ancak, anıtın mimarı heykeltıraş Nusret Suman, açılışta bulunmamaktadır. Neyse, açılış yapılır ve insanlar dağılır.
Bu sırada: aynı gün sabahı, İzmit yakınlarında bir trafik kazası meydana gelir ve arabası ile şarampole yuvarlanarak kaza yapan ve ölen kimliksiz bir şahsın, daha sonra yapılan kontrollerde, heykeltıraş Nusret Suman olduğu anlaşılır. Üzerinden herhangi bir kimlik belgesi çıkmadığı için, İzmit kimsesizler mezarlığına defnedilen heykeltıraş, açılışın yapılacağı gün, İstanbul’dan Ankara’ya gitmek için yola çıkar, ancak İzmit yakınlarındaki kazada hayatını kaybeder.
Evet, güneş kursu: 1977-1995 yılları arasında, yaklaşık 18 yıl, Ankara Belediyesinin simgesi olarak kullanılır. Ancak: 29 Haziran 1995 tarihinde, Ankara Büyükşehir belediye Meclisinin aldığı karar gereği, bu logo değiştirilmiştir.
Günümüzde, Anadolu’nun özellikle iç bölgelerinde, herhangi bir araçlar ilerlerken, uzun süre, ağaçlık bir yer bölge görmeniz mümkün değil. Çünkü: yok.
Bir süre önce: Ankara-Polatlı yakınlarında bulunan, Gordion antik kentinde bulunan “Kral Midas’ın Mezarı”na gittim. Mezar: bir tepenin altında yapılmış. Bir dehlizden, yaklaşık 50-60 metre ilerledikten sonra; mezar odasının bulunduğu yere geliniyor. Mezar odası: dört yanı ve üstü; ağaç kütükleriyle çevrilerek yapılmış. Ancak: o ağaç kütükleri ki; inanmak mümkün değil. Her ağaç kütüğünün, uzaktan gördüğüm kadarı ile, çapı: 1-1.5 metre kadar, yani muhteşem büyük. Bunları görünce, demekki, bir zamanlar, buralarda, bu tür, bu büyüklükte ağaçların bulunduğu ortaya çıkıyor.
Derken, bir gün, yine bir yazı okuyor iken, 1500’lü yıllarda, Osmanlı Sultanı Yıldırım Beyazıt’ın, Mısır seferine giderken, Anadolu içinde, ordusunun hareket edebilmesi için, bir “Baltacı Birliği” kurdurmuş. Bu birlik, ordunun önünde ilerleyerek, Anadolu’nun gür ormanlarında, ordunun geçebileceği yollar açıyormuş.
Bunlar: benim raslantı sonucu, Anadolu’nun, çok değil yaklaşık 500 yıl ve öncesindeki büyük orman varlığını kanıtlayan birkaç ayrıntı. Sanırım, araştırılsa, daha ne ayrıntılar çıkabilir. Sonuç olarak: birkaç yüz öncesine kadar, Anadolu, kesinlikle bu kadar yeşilsiz, ormansız, ağaçsız bir yer değilmiş.
Bunların yanında: kısaca bir incelemede, keçinin, MÖ.11-10.yüzyıllarda, ilk olarak, Ortadoğu bölgesinde evcilleştirildiği söylenmektedir. Yani: büyük ihtimalle, Fırat-Dicle nehirleri arasında kalan, Maveraül-nehir bölgesi ormanları, hatta ve hatta tarihe konu olan “Babil’in asma bahçeleri”, tüm bunların yok olmasında, günümüzde, bu iki büyük su kaynağı nehir arasında kalan bölümünde tamamen kuruyup kalmasının nedeni ne olsa gerek?
Peki, ne olmuş ta, bu ormanlar, yoğun orman varlığı; günümüze kadar olan süreçte, tamamen ortadan kalkmış? Bu sorunun cevabı olarak, birçok şey söylenebilir. Örneğin: ağaçların ısınma, kullanma amacıyla kesilmesi elbette bir neden. Ama: inanın, yaptığım araştırmaya göre; en büyük olduğuna inandığım tek bir neden var: keçi.
Günümüzde: Amerika ve Avrupa’ya gidenlerin belki dikkatini çekmemiştir, ama bir gerçek var. Gerek Amerika ve gerekse Amerika’da ve dünyanın diğer gelişmiş ve orman yoğun ülkelerinde: keçi göremezsiniz. Çünkü, keçi beslenmez, barındırılmaz.
Peki, neden?
İsterseniz, keçi hakkında biraz bilgi vereyim. Keçi: sarp yamaçlara rahatlıklar tırmanır, patika ve uçurumlarda, başkalarının ulaşamayacağı yerlere ulaşırlar. Çünkü: başkalarının ulaşamadığı bu yerlerde, daha güzel besin maddeleri bulabilirler.
En büyük özellikleri: TAZE FİLİZ, KABUK VE YAPRAKLARI severler. Evet, taze filiz, yani, yeni fidanların, ağaç fidanlarının taze filizlerini çok severler ve yerler. Sonuçta: bu yeni fidanların yetişmesini, büyümesini engellerler. Uzun yılların sonucu mu: yazının başında belirttiğim gibi, uçsuz-bucaksız ve boş alanlar, yeşillikten, ormandan, ağaçtan yoksun, bomboş alanlar.
Bittimi? Hayır. Keçi; otları kökleriyle sökerek yediğinden, toprağın verimini azaltır. Çünkü: erezyona sebep olurlar ve bunun sonu da kuraklık.
Hatta: bağlandığı ipi bile kemirir. Daha da ileri giderek, şunu söylemek mümkün: “ne bulursa kemirir ve yemeye çalışır” Hatta: aşırı yonca yediğinde, midesi şişer ve hayvan ölür. Koyun gibi önüne ot konulmasını beklemez. Kendi kendini doyurmaya uğraşır, dolanır, zekidir, beslenmenin bir çaresini bulur.
Hayır, bu hayvanın zararını konuştuk. Ama; elbette, kendi çapında yararları da yok değil. Örneğin: sütü, eti, kılı kullanılarak, ekonomik kazanç sağlanıyor. Özellikle: Yörükler tarafından keçi beslemek, çok eskilere dayanan alışkanlıklardandır.
Keçi sütünün anne sütüne en yakın süt olduğu bildirilmekte ve çok tercih edilmektedir.
Ama: sizlere bir şey daha söylemek istiyorum, belki konumuz dışında bulunacak ama, Amerika’da, “Çimento” fabrikası göremezsiniz. Çünkü: Çimento Fabrikaları, çevreye en büyük zararı veren sanayi yatırımlarıdır. Bu yüzden, istemezler. Peki, yapılarında kullanılması gereken “çimento” yu nerden temin ederler? Öncelikle: Amerika’daki evlerin çoğu, çimentonun asgari düzeyde kullanıldığı, ahşap yoğun yapılardır ve bunların fiyatları belli bir orandadır. Ama, çimentonun yoğun olarak kullanıldığı yapıların ise, fiyatları, diğerlerine nazaran daha pahalıdır. Çünkü: Amerika, çimentoyu yurt dışından almaktadır. Yani: kendi topraklarında, çevre kirliliğine izin vermezler, ama başka ülkelerden çimentoyu satın alırlar.
Sanırım, keçi sütü de, böyle. Yani: tamam, keçi sütü, çok yararlı ve faydalı, ama keçi yararsız, yurt dışından alırlar, olur biter. Fiyatı pahalı olur? Olsun, ekonomik yönden sıkıntısı olan bir ülke olmayınca, pahalı kelimesi kimsenin umurunda değil.
Bu arada: nedenini bilmiyorum ama, keçinin çok büyük bir özelliğinden daha söz etmek istiyorum. Keçi: Hıristiyan mitolojisinde “Şeytan” ile özdeştirilir ve şeytanın hayvanı, keçidir. Çünkü: Hıristiyan kültüründe; eski din ve inançlara karşı aşırı sert bir tutum gözlenmektedir. Eski din ve inançlardan yani “pagan” olarak nitelendirilen toplum yapısından söz ederken; bu toplum yapısında keçinin rolü: şarap ve eğlence tanrısı “Dionysos”un simgesi olmasıdır. Bu nedenle: tanrının sembolü keçi; Hıristiyan kültüründe, bu döneme ait sert tutum nedeniyle, şeytan ile özdeştirilmiştir.
Sonuç olarak: ben, kendim ve ülkemin geleceği için: yeşil yoğun, ormanları bol bir “cennet” vatan istiyorum. Ben bugün Anadolu’nun iç bölgelerinde, saatlerce araçla giderken, bozkır, hiçbir yeşilliği, ağacı olmayan bölgelerde saatlerce ilerlediğimde, hüzünleniyorum. Günümüzde: yine de, ülkemin azımsanmayacak bir bölümü ormanlık. Ama, bu şekilde, keçi yetiştiriciliği sürerse, inanıyorum ki, 100 veya 200 yüz yıl sonra, buraların da elden gitmesi büyük olasılık. Bu yüzden, bence, keçi yetiştiriciliği ve de özellikle, yabani ortamda keçi bulundurulması iyice düşünülmeli ve genel bir politika belirlenerek, keçi yoğunluğundan kaçınılmalıdır. Çünkü: ormanların, ağaçlık ve yeşil alanların getirisi, keçinin getirisinden daha yoğun olacaktır.
Ülkemizde: adalet kavramının bulunduğu mekanların önünden geçerken: çoğunlukla aynı görüntünün bulunduğu bir heykel, bir resim veya bir rölyef görebilirsiniz. Bunun minyatür biçimleri ise, hukukla uğraşanların, çalışma ortamlarını süslemektedir. Avrupa’da ise, hukuksallıklarıyla övünen, özellikle Fransızlar, bu bayanı çok severler ve ülkelerinin birçok yerinde, gözleri kapalı, elinde kılıç ve terazisiyle, bu bayanın heykelleri bulunur.
Peki, kimdir bu heykel ile ifade edilen şahıs?
Öncelikle bir bayan. Bu simge aslında, hukukun ifadesi olarak kullanıldığından, hukukun en iyi ifadesi veya uygulaması, bir bayan tarafından mı yapılabilmektedir?
Hayır. Bu simgenin ortaya çıkış öyküsü incelenmesi gerekir. Bu simge: antik Yunan mitolojisinden, günümüze kadar ulaşan tarihi sürecin başlangıcında: “Themis” ismiyle ortaya çıkan bir simge.
Themis: biraz önce söylediğim gibi, eski Yunan mitolojisinde: onların yaşam tarzında bulunan birçok tanrı ve tanrıça gibi: “Adalet ve Düzeni” simgeleyen bir tanrıça. Yunan mitolojisinde: Olympos şehrinde, yani tanrıların yaşadığı yerde yaşayan ve buranın: düzenini koruyan odur.
Yasa demektir. Düzeni o ve onun tarafından belirlenen kurallar korur. Ama bu kurallar, tanrısal yasalar olarak düzenin sağlanmasında etkindir. Tanrısal yasalar: geçici değil, evrensel ve ölümsüz yasalardır ve her yerde, her zaman vardırlar.
Bu kurallara ve yasalara uymayanlar ise, yine bir tanrıça olan “Nemesis” tarafından cezalandırılır. Evet: Themis: kelime anlamıyla: “koymak, yerleştirmek, oturtmak” demektir.
Tarihi süreç içinde: yani antik Yunan döneminden sonra gelen medeniyetler tarafından: Themis, başka isimler altında şekillenmiştir. Örneğin: Roma döneminde, Themis’in yerini “Jusitia” alır. Jusitia’nın Themis’ten farkı: gözlerinin kapalı olarak simgelenmesidir. Sanırım: Romalılar: tanrıçanın, adaletli bir yargılama yapabilmesi için, gözlerinin kapalı olmasını ve karşısındakini görüp etkilenmemesi gerektiğini düşünmüşler.
Yine de: her iki heykel figürünün ortak yönleri daha yoğun. Şöyleki: ellerinde bir terazi bulunmaktadır. Kefeleri boş olan bu terazi: adaletin dengeli şekilde dağıtıldığını simgelemektedir. Kılıç ise, adaletin keskin gücünü göstermektedir. Yazının başında da belirttiğim gibi: simgenin kadın ve bakire olmasının anlamı ise: bağımsızlığın simgesidir.
Bu simgeler: takip eden dönemlerden günümüze kadar ulaşan hukuk kavramının: temel ilkelerini oluşturmaktadır. Doğal olarak, bunun sonucunda: Themis veya bir başka adıyla Jusitita: hukuk ve adalet ile birlikte anılır olmuştur. Elbette: hukuk ve adalet kavramlarının yaşandığı yerlerde de: antik dönemlerden günümüze kadar ulaşan, bu simgeler, heykel, resim veya rölyef olarak yerleştirilmektedir.
Hani: bir gün, herhangi bir adalet veya hukuk yapısı önünden geçerken, değişik (bir elinde kılıç, diğer elinde teraziyle, bazen gözleri açık ve bazen de gözleri kapalı heykel) bir heykel görürseniz: işte, bu heykelin kimliği bu.
7 Aralık 1941 günü Japonlar: Hawai adalarının “Oahu” adasında bulunan Amerikan Pasifik filosuna büyük bir saldırı düzenlerler ve bu saldırı sonucunda: gafil avlanan Amerikan güçleri: 12 savaş gemisi, 188 savaş uçağı kaybeder ve 2400 Amerikan askeri ölür. Yani: limanda bulunan Amerikan savaş gemilerinin hepsi hasar görür. Yalnız: bir gemi hasar görmez. Çünkü, bu geminin, her iki yanında da: “ gayet büyük haç” işaretleri bulunmaktadır ve hastane gemisi olarak kullanılmaktadır.
Bu gemi: 25.000 Amerikan gencini, savaş bölgelerinden, Amerika’ya taşır. Savaş sonrasında ise, Solace gemisi sayesinde hayatını kurtaran Amerikalı gençler bir dernek kurarlar ve bir madalya yaptırırlar. Madalyanın üzerinde, Solance gemisinin resmi bulunur ve bu madalyaları takmaya başlarlar. Amerikan devleti, bu durumdan rahatsız olur. Solance gemisini yok etmeye karar verirler. Ancak, sapasağlam gemi, nasıl yok edilecek? Başlıca çözüm olarak: geminin uzak bir ülkeye satılması ve makyajının değiştirilerek, başka bir amaçla kullanılmasına karar verilir. Çünkü, Amerika’da gemi, savaş karşıtlarının bir simgesi haline gelmektedir.
xxxxxxxxxxxx
Gelelim, Türkiye’ye: II. Dünya Savaşı biter, 1945 yılında, ülkemizde, deniz yollarındaki yolcu talebini karşılamak için, yeni yolcu gemilerinin alınmasına ihtiyaç duyulur. İlk müracaat edilen Amerika’nın: elinde, ihtiyacımızı karşılayacak, çalışır durumdaki 6 gemi, yolcu gemisi olarak kullanılmak üzere satın alınır.
Bu gemilerden bir tanesi: 1933 yılında yapılan; 125 metre uzunluğunda, 19 metre genişliğinde, “Solage Ah 5” adıyla Amerikan Deniz Kuvvetleri tarafından kullanılan bir hastane gemisiydi. Evet, tahmin ettiğiniz gibi, biraz önce sözünü ettiğim, bu gemi, 1948 yılında, Türkiye’ye yolcu gemisi olarak satılıyor. Bu güzel gemi; aynı yıl, yapılan tadilatlar sonucu, bir çok kamaralı bir turistik yolcu gemisi haline sokulur. İsim olarak ise “Ankara” ismi konulur. Uzun bir yolculuktan sonra, Türkiye’ye getirilir.
Evet, güzel ve rahat bir gemi olarak “Ankara” gemisi öne çıkar. Beyaza boyanır. Geniş salonları, rahat yemekhaneleri ve bir de garajı bulunmaktadır. Yani, yolcuların araçları da, geminin yan tarafındaki kapaklar açılarak, iç bölümde bulunan garaja alınabilmektedir. Ankara gemisinin her sefere çıkışı ve her seferden dönüşü, gazete sütunlarında haber olurdu.
Ekim 1977 tarihinde, gemi sökülmek üzere: Halit Tersanesine yanaştırıldı. Tüm güverte üstü söküldü, kesilip ayrıldı. 1979 yılında ise: bir römorkör eşliğinde; İzmir Tersanesine çekilerek götürüldü.
Bu sırada: İstanbul-Kasımpaşa Cami Altı Tersanesi yanında bulunan ve 1776 yılında, Sadrazam Çorlulu Ali Paşa tarafından yaptırılan: Çorlulu Ali Paşa camisinde; çatıdaki onarım sırasında kullanılan kaynak nedeniyle büyük bir yangın çıkar ve hasara neden olur. 1980 yılında: Caminin restorasyonuna başlanır. Deniz Kuvvetleri Komutanlığına bağlı Haliç Tersanesi yakınlarındaki caminin onarımı tamamlanır. Ancak; şadırvan kısmının onarımına sıra geldiğinde, şadırvan çatısının kurşun bölümünün yenilenmesi gerektiği anlaşılır. Ancak: kurşun bulunmamaktadır. Kıtlık yılları. Etibank dahi, kurşun talebini geri çevirir. Şadırvan, çatısız kalma durumundadır. Birçok yere, şadırvan çatısı için kurşun plakalara ihtiyaç bulunduğu haberleri gönderilir.
İzmir-Aliağa Tersanesinde; römorkör eşliğinde getirilen; Ankara gemisi, tamamen sökülerek, jilet olmayı beklemektedir. Bu sırada; İstanbul’dan gönderilen, şadırvan çatısı için kurşun ihtiyacı bulunduğu haberleri buraya kadar ulaşmıştır. Aliağa Tersanesinde görevli, emekli bir asker; geminin mazisini, geminin bir hastane gemisi olarak kullanıldığını bildiğinden (çoğu insan tarafından geminin bu özelliği tamamen unutulmuştur): geminin içinde kurşun bulunabileceğini düşünerek, İstanbul’daki sökümde, dokunulmayan gemi duvarlarında araştırma yapar ve röntgen odasının duvarlarında, kurşuna rastlar. Duvarlar söküldüğünde ise, röntgen odası olarak kullanılan yerin duvarlarının, radyasyondan korunmak için tamamen kurşun kaplanmış olduğunu görür.
İstanbul Haliç Tersanesine haber verilir ve buradaki görevliler gelirler, hayretler içinde, Ankara gemisinin, daha önce röntgen odası olarak kullanılan, kamarasının odasının duvarlarındaki kurşun levhaları sökerek, İstanbul’a götürürler ve Çorlulu Ali Paşa Camisinin şadırvanının çatısı bu kurşun levhalarla kaplanarak, restorasyon çalışmaları tamamlanır. Evet, Çorlulu Ali Paşa. Zamanında; Padişah’ın kızıyla evlenerek, Saraya damat olarak giren, daha sonra Sadrazamlık mevkiine kadar ulaşan ve İsveç-Rus savaşında, İsveç tarafının tutulmasını sağlaması ve İsveç’in Ruslara yenilmesi nedeniyle idam edilerek öldürülen bir paşa.
Ankara Gemisi: 5 Mayıs 1981 tarihinde, İzmir-Aliağa Tersanesinde tamamen parçalanarak yok edilir. Keşke, tarihi süreç içinde oynadığı rolü iyi bilinse idi ve parçalanmasaydı. İnanıyorum ki, günümüzde, Amerika’dan yanlızca bu gemiyi görmek için binlerce insan, ülkemize gelebilirdi. Çünkü: başta da belirttiğim gibi, gemi, canını kurtardığı insanlar tarafından, büyük bir idol olarak değerlendiriliyordu.
Neyse: günümüzde, yine de bu gemiden geriye kalmış birkaç obje var. Bunlar: T.Denizcilik İşletmelerinin Tarih ve Sanat Müzesinde sergilenen: geminin dümeni ve İstanbul-Kasımpaşa-Haliç Tersanesinde bulunan Çorlulu Ali Paşa camisinin şadırvanının çatısı. Yolu buraya düşenler, şadırvandan buz gibi su içerek serinlerken, başını kaldırıp, şadırvanın çatısına bakmayı ihmal etmesinler. Kahraman gemiden, geriye kalan bir parçayı görüp, bu satırları hatırlayarak, tarihin derinliklerine kısa bir yolculuk yapabilirler.
Son günlerde: televizyonlarda bazı kanallarda bir reklam var. Geçen gün bu reklam karşıma çıktığında, çocuklar, bu reklamın ne demek olduğunu sordular. O zaman; benim de söyleyecek bir şeylerim olmadığını düşündüm. Çünkü, bizler hiçbir zaman, başkalarının toprakları üzerinde hak iddia etmedik, hayalde olsa, düşüncelerimiz olmadı. Ama, başka ülke insanları, sürekli olarak siyasetlerinde bizim topraklarımız üzerine her türlü iddia, hayalleri kurmaktan ve bu hayallerini bazı ortamlarda kağıt üzerinde yazmaktan, harita üzerinde işaretlemekten çekinip sıkılmadılar.
Peki, ya bizlerin, yani bir toplam olarak Türklerin bu tür iddia, tez, düşünce ve belki de hayalleri varmı? Yokmu? Belki de: aşağıda anlatacağım olay, İstanbul’un fethiyle noktalanmış olabilir. Hatta takip eden dönemlerde, bu olay, Viyana ve belki de, Roma ile bütünleştirilebilir. Ama: bugün için, böyle düşüncelerin, hatta düşünceyi geçin hayallerin bile olmadığı kesin. Sanırım en güzel olan; herkesin kendi bulunduğu toprakları üzerinde yaşaması, bu toprakları üzerinde en mutlu, refah ve huzurlu yaşamanın yollarını araştırmaları ve her türlü hayallerden uzak kalmalarıdır.
Ben yine de; sizlere “kızıl elma” olayını anlatmak istiyorum.
Kızıl elma olayı’nın temeli: Oğuz Türklerine, yani atalarımıza kadar dayanmaktadır. Oğuz Türkleri, Hazar denizinin doğusunda yaşarken: Hazar bölgesinin tümüne egemen olan “Hazar Kağan” ı nın ipek çadırının tepesindeki “altın top” (kızıl elma) onlar için, ulaşılması güç te olsa, nihai bir hedefi oluşturuyordu. Çünkü, bu altın top, yani kızıl elma; Hazar kağanları için bölgelerindeki hakimiyetin, egemenliğinin en büyük ifadesiydi. Bu altın top, kimin eline geçerse, hakimiyet te onun oluyordu. Altın top; böyle bir ideal idi.
Zamanla: bu ideal, bir hayal de olsa, Oğuz Türkleri tarafından elde edildi. Elde edildikten sonra ise, yeni idealler belirlendi. Çünkü: onlar için, toplumdaki kişileri birbirine bağlayan en büyük bağlantının, çıkar ve ihtiyaç birliğinden öte, bu tür ideal birliktelikleri olduğuna inanılıyordu. İdealleri olmayan bir toplumun; yürüyen bir yığından farkı olmadığı düşünülüyordu. Zamanla, bu deyim: fethedilecek yerin, fethedilme sebebi olarak beyinlere işlendi.
Takip eden dönemlerde: Hz.Muhammed’in “İstanbul mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onun askerlerine ne güzel askerlerdir” hadisi ile müjdelenen ideal hayata geçirilir. İstanbul fethine kadar anlatılan ancak İstanbul’un fethi ile olgunlaşan “kızıl elma”.
İstanbul’un fethinden sonra ise, Türkler için “kızıl elma”, Roma’ya St.Pierre kilisesinin kubbesine taşınır. Çünkü, burası “Katolik” dünyasının kalbidir. Zaten: Fatih Sultan Mehmet zamanında yapılan, İtalya-Ortanto seferinin sebebi de budur.
Bir söylentiye göre: Kızılelma, Dağıştan’dan Anuşirvan tarafından, İran hazinesine konulmuş ve orada da Roma’ya kaçırılmıştır.
ORTANTO VE FATİH SULTAN MEHMET:
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden sonra, Arnavutluk’u ele geçirmek için, bu bölgeye, birçok akıncı birlikleri gönderir. Bu birlikler: Dalmaçya kıyılarını geçip, Adriyatik denizinin karşı yakasındaki İtalya’ya yaklaştıkça, İtalya’da büyük korkular egemen olmaya başlar. 1477 yılında, İtalya’nın kuzeybatısındaki “Friuli” bölgesine girerek, bazı yerleşim yerlerini yağmalarlar. Bunun üzerine: 1479 yılında “Osmanlı-Venedik Anlaşması” imzalanır.
Venedik, böylece bölgesindeki Osmanlı tehlikesini durdurmuş olur. Ancak: bu sırada, Venedik’in en büyük sıkıntısı: gerek İspanya ve gerekse İtalya’nın güneyinde gittikçe güçlenen “Napoli krallığı” ile savaşmasıdır. Ancak, Venedik, bu savaşında kendisine müttefik olarak Osmanlıları ayartmakta gecikmez. İstanbul’a gönderilen Venedik elçisi Sebastiyano Giritti: Puy ve Kalabra isimli büyük şehirlerin, Doğu Roma İmparatorluğuna ait olduğunu ve İstanbul yani Doğu Roma İmparatorluğu hakimi Fatih Sultan Mehmet’in de, bu şehirleri isteme hakkı bulunduğunu iddia ederler. Bu sırada: Napoli krallığı; Osmanlılarla yaptığı ittifakları dinlemez ve özellikle Osmanlı tarafından kuşatılan Rodos şövalyelerine yardım göndererek, Osmanlıların tepkisini çeker.
Bunun üzerine: Fatih Sultan Mehmet: bölgede bulunan Gedik Ahmet Paşa’yı: Arnavutluk sahilinden asker alarak, Güney İtalya’nın Avlonya limanına çıkmasını ister. Zaten: Fatih’in: İtalya üzerinde büyük çalışmalar yaptığını, hatta İtalya bölgesini gayet iyi bildiğini ve Roma’yı ele geçirmek gibi bir düşüncesinin bulunduğu bilinmektedir. (Kızıl Elma)
26 Temmuz 1480 tarihinde, Gedik Ahmet Paşa; emrinde 135 gemi ve 18.000 asker ile, İtalya’nın güney ucunda bulunan “Otranto” bölgesine çıkarma yapar. Aslında, bu seferin nihai hedefi her ne kadar, brindisi şehrinin bulunduğu “Puglia” bölgesi olsa da, daha korunaksız durumdaki “Otranto” bölgesine çıkılması uygun bulunmuştur.
Karaya çıkan Osmanlı birlikleri: şehri kuşatır, şehir direnemez ve 11 Ağustos 1480 tarihinde ele geçirilir. Şehre yerleşildikten sonra: bölgedeki; Brindisi, Lecce ve Taranto şehirleri yönlerinde hamleler yapılır. Ancak: bölgedeki Napoli krallığı güçleri ile büyük çatışmalara girmek gerekmektedir. Derken; neritone, kastro ve ogentino şehirleri ele geçirilir. Ancak, ele geçirilen bölgelerdeki halk, daha kuzeye kaçar ve şehirlere dönmeyi kabul etmezler. Böylece, Türkler, yiyecek ikmali bakımından sıkıntılar çekmeye başlarlar. Bunun üzerine: Gedik Ahmet Paşa; bölgede, deniz yolu ile beslenebilecek bir miktar asker bırakılarak, (Haydar Paşa komutasında, 8000 asker ve 1.5 yıl yetecek mühimmat) kuvvetlerin büyük bölümü geri çekilir.
Ancak, bir sonraki yıl, Fatih Sultan Mehmet’in çok daha büyük bir askeri güç ile bölgeye geleceği ve bölgenin tümüyle ele geçirileceği söylentisi yayılır.
Türk istilası korkusu, üst düzeye varır, Papa, Vatikan’dan ayrılarak, Fransa’daki Avignon’a kaçmayı bile düşünür. Ama: bu sırada, Türklerin kuvvetlerinin büyük bölümünün geri çekildiğinin duyulması üzerine; derhal bir haçlı seferi ilan edilir. Bir sonraki yıl için, kıyı başı tutmuş olan Türklerin bölgeden atılması için: para ve asker toplanmaya başlanır. Tam bu sırada: 3 Mayıs 1481 tarihinde, Fatih Sultan Mehmet; ölür ve yerine geçen oğlu II.Beyazıt: kardeşi Cem Sultan olayı nedeniyle; İtalya ile uğraşmak istememektedir. Tarih sayfalarının ara notlarında: Fatih Sultan Mehmet’in; Romalılar tarafından anlaşılan doktoru tarafından zehirlenerek öldürüldüğü de yazılıdır.
Haçlı ordusu: Otranto kalesini kuşatır. 8000 askerin telef edilmemesi için, Napoli kralı ile anlaşma yoluna gidilir ve Otranto kalesi, haçlı ordusuna teslim edilerek, askerler, yanlarına mühimmatlarını da alarak, gemilere biner ve bölgeden ayrılırlar.
Böylece: Osmanlı devleti, 12 ay boyunca, bayraklarının dalgalandığı İtalya topraklarından, 10 Eylül 1481 tarihinde ayrılır.
Evet; hani yazının başında söylemiştim ya: sanırım o tarihlerde televizyon olsaydı: Osmanlı devleti tarafından televizyonlara verilen yayınlarda: gerek İtalya, gerek Roma ve gerekse Viyana toprakları da, Osmanlı toprakları olarak gösterilirdi. İşin şakası bir yana, biz “kızıl elma” konusunu anlatmaya devam edelim.
xxxxxxxxxxx
Yazımın başında belirttiğim gibi “kızıl elma”; Türk tarihinde; ulaşılması, fethedilmesi, ele geçirilmesi gereken bir düşünce olarak öne çıkıyor. Düşüncenin temelinde; hani Hazar kağanının ipek çadırının en tepesindeki “altın top” dan sözetmiştim ya, kızıl elma düşüncesiyle ortaya atılan “ele geçirilmesi, elde edilmesi” düşünülen yerlerde de, bu tür simgelerin, işaretlerin bulunduğu hep söylenegelmiştir.
Örneğin: Roma-St.Pierre kiliseninin mihrabında, bir altın top bulunduğundan söz edilir. Hatta: Viyana’da, yine şehrin en ünlü katedralinde, bir top bulunduğu ve hatta bu topun üzerinde “ay-yıldız” işaretinin bile bulunduğu söylenir. Bilmiyorum, görmedim, bunlar duyumlar.
Sonuç olarak: Büyük önderimiz, Mustafa Kemal Atatürk; bizim için, ülkemiz, vatanımız, insanımız için, bu tür hayallerin peşinde koşulmamasını sağlayacak şekilde, hedef olarak “Yurtta sulh, cihanda sulh” cümlesini bir ulaşılması gereken ideal olarak ortaya atmıştır. Ancak: işte, bizler her ne kadar barışçı olsak da, cennet vatanımızın toprakları üzerinde, çevremizdeki ülkelerin, insanların ve hatta çevremizden uzak ülkelerin ve insanların bile çeşitli hayallerinin bulunmasını engellemek mümkün değil.
İşte, televizyonlarda, son günlerde çıkan ve ülkemiz topraklarının çeşitli bölümlere ayrılmış haritasının bulunduğu kareleri böyle hayallerin ürünü olarak değerlendirmek lazım.
Afrika kıtasında, Kızıldeniz’in en güney noktasında, Hint Okyanusu kıyısında bir ülke. Ülkenin genelinde: kurak ve sıcak bir iklim hakimdir. Hint Okyanusunun kıyısında bulunan, başkent Mogadişu’da: yıllık sıcaklık ortalaması çok yüksektir. Somali ülkesinde yaşayanların hepsi, “Sünni Müslüman”lardır.
Somali’de: Ocak 1991 tarihinde, diktatör Siyad Berri, yönetimine son verildikten sonra: iktidar kavgası ortaya çıkmış ve belli bir siyasi otorite oluşturulamamış ve ülkede iç savaş çıkmıştır. İç savaşta: bir cephede “Haviye” kabilesi ve diğer cephede ise, “Habar” kabilesinden “Muhammed Farah Aydid” bulunmaktadır.
İç savaş ve aynı döneme denk gelen kuraklık: ülkede büyük bir açlık faciasının ortaya çıkmasına neden olur. Uluslar arası kuruluşların ilgisizlikleri ve yardım konusunda gösterilen gevşeklik, faciayı daha da dramatik hale getirir.
Bu durumda: Kasım 1991 tarihinde, Amerika, Somali’ye 30 bin asker gönderme kararı aldığını bildirir. Çünkü: Amerika, açlık nedeniyle bu ülkeye yapılan yardımların, iç savaş yüzünden, yerlerine ulaşmadığını düşünmektedir. Zaten, bu nedenle, açlıktan ölümler gittikçe artmaktadır.
BM Güvenlik Konseyi: 4 Aralık 1992 tarihinde: bir karar alarak “ Somali’ye, Amerika komutasında, bir askeri harekatta bulunulması “yönündeki Amerikan teklifi onaylar. 733 ve 746 no’lu kararlar uyarınca “UNOSOM I” adlı görev kuvveti oluşturulur. Operasyona “Umut Operasyonu” ismi verilir ve onaylanmasının ardından, başlatılır.
Birleşmiş Milletlerin 794 sayılı kararına istinaden, TBMM’nin 8 Aralık 1992 tarihinde, İnsanı yardımların açlık çeken halka ulaştırılmasını sağlamak üzere, TSK nin, Somali’ye birlik göndermesine karar verilmiştir.
Bunun üzerine: TSK tarafından, Somali’ye gönderilmek üzere, Muharebe ve Muharebe Destek unsurları ile takviye edilmiş, 320 kişilik bir birlik oluşturulur. Bu Türk birliği: 19 Aralık 1992 tarihinde, Mersin’den hareket eden gemilerle yola çıkarılırlar. Kafile: 2 Ocak 1993 tarihinde, Mogadişu kentine varır.
Bu sırada: operasyona katılan ve diğer ülkelerden gönderilen Barış Gücü askerleri de, 9 Aralık 1992 tarihinde, Somali’ye varırlar. Başlangıçta: 28 000 asker ve 2800 sivil polis görev yapmış, sonra ise ilerleyen yıllarda, bu rakamlar değişmiştir.
Amerika; 35 000 kişilik bir askeri güç ile, bölgeye giren en büyük askeri güç olarak öne çıkar. Birlikler: Magodişu kentinde, BM. Ordusu karargahına yerleşirler. Türk birliğine, başlangıçta, Mogadişu havaalanının korunması ve savunulması görevi verilir. Ancak, operasyon başlamış olmasına rağmen, bölgede açlık tehlikesi giderilememiş olup, açlıktan ölenlerin sayısı 450 bin civarındadır.
Ancak: operasyon başladıktan sonra: bazı gerçekler ortaya çıkar. Operasyonun amacının: Amerika tarafından, Somoli’de bir askeri üs kurmak ve petrol olduğu ortaya çıkar. Çünkü: Amerikan yanlısı Başkan Mohammed Siad Barre, devrilmeden hemen önce, ülkenin büyük bölümünde petrol aramak üzere, bir kısım Amerikan firmasına, büyük ayrıcalıklar verdiği ortaya çıkar.
Bu sırada: 24 Ocak 1993 tarihinde, Amerikan askerleri, Somali’de, silah toplamaya başlarlar. Direnenler, Amerikan Cobra helikopterlerinin saldırıları sonucu öldürülür. Ancak, yerli güçler, gerek Amerikalılar tarafından yapılan bu operasyonlar ve gerekse bölgeye gelen yabancı güçlerin, bölge halkının dinini değiştirecekleri yönündeki propagandası sonucu: yerel milis güçleri, yabancı askeri güçleri, ülkeden çıkarmak için, iç savaşı yani kendi aralarındaki mücadeleleri bırakarak, çatışmalara başlarlar.
Bu sırada: ilk çatışmalarda: 24 Pakistanlı ve 19 Amerikan askeri öldürülür. Bu sırada: Somali’de görev yapan BM. Barış Gücü Komutanlığı görevine: 19 Şubat 1993 tarihinde, Korgeneral Çevik Bir atanır. Korgeneral Bir: bir yıl boyunca bu görevi sürdürür ve 14 Şubat 1994 tarihinde, görevi başkasına devreder.
Bu dönemde: bölgedeki Türk birliklerine, BM.Barış Gücü ordusunun karargahının güvenliği görevi verilir. Mogadişu kentinde, kısa adı “UNOSOM” olarak adlandırılan ve 34 ülkenin askerlerinin barındığı ana karargahın güvenliği, Türk askerleri tarafından sağlanıyordu. 1 km. karelik bir alan üzerinde kurulmuş olan, ana karargahın nizamiye kapıları ve nöbetçi kulübelerinde Türk askerleri bulunuyordu. Türk askerlerine, daha sonra ise, şehirde, asayişi sağlama sorumluluğu görevi verilir.
Ancak: Türk birlikleri, 45 derece sıcaklıktaki bu ülkede: yine ülkeden kaynaklanan bir takım sıkıntılar yaşıyorlardı. Özellikle yemekler konusunda yaşananlar ilginçtir. Çünkü: Türk askerleri, Türkiye’den gönderilen: ıspanak, pırasa, lahana gibi kış sebzelerini yemek zorunda bırakılmışlardı. Çünkü: Türkiye, Birleşmiş Milletlerden, fert başına ödenen 15 dolarlık yemek parasını kendisi alıp, Türk askerlerine karavana yediriyordu. Bunun yanında: bölgedeki zor şartlarda görev yapan diğer ülke askerleri çok daha fazla maaş alırken, Türk askerleri bunların çok altında maaş almışlardı.
Haziran 1993 ile Ekim 1993 ayları arasında: 13 Eylül 1993 tarihinde: yerel general Aidid komutasındaki 150 militan tarafından, bir Amerikan askeri konvoyu pusuya düşürülür ve bu konvoy, Türk askerleri tarafından kurtarılır. Hatta: CNN televizyonunda yayınlanan bir programda, ölümden dönen askerlerin yakınları, ekranda “Thank you Turkey” demeleri, bölgede görev yapan Türk askerlerine büyük moral verir. 3 Ekim 1993 tarihinde ise, Mogadişu kentinde düzenlenen operasyonda, 2 adet Black Hawk helikopteri düşürülür ve 19 Amerikan askeri öldürülür. Öldürülen Amerikan askerlerinin, Mogadişu sokaklarında sürüklenmesini gösteren görüntülerin basına yansıması sonucu, Amerika’da Clinton yönetimi zor günler yaşar. (Black Hawk helikopterlerinin düşürülmesi, sonraki yıllarda film yapılarak; “Kara Şahin Düştü” ismiyle, ülkemizde de gösterime girer.) Amerika tarafından düzenlenen, başarısız operasyonlar, Birleşmiş Milletlerin bölgedeki görüntüsüne zarar verir. Bazıları ise, bu sırada, komuta kademesinde bulunan general Çevik Bir’in görevinde başarısız olduğunu yazarlar.
Ancak: operasyonları düzenleyen Amerikalı general William Garrison’un büyük hataları da söz konusudur. Çünkü: kendisine fazla güvenmektedir ve operasyonu tek başlarına bitirmek istemektedirler. Fakat, fatura ağır olur. Yerel general Aidid’in adamlarının hepsinde: kalaşnikof tüfekler ve roketatarlar bulunmaktadır. Operasyonda kayıplar arttığında: General Garrison, Pakistan birliklerinden yardım istemek zorunda kalır.
Tüm bunların sonunda: Amerika, Somali’den geri çekilme kararı alır. Buna istinaden, operasyona katılan birçok ülke de, askerlerini geri çekme kararı alırlar.
3 Mart 1995 tarihinde: geri çekilme işlemleri başlatılır ve yabancı güçler, en son olarak: 31 Mayıs 1995 tarihinde, Somali’den tamamen çekilirler. Türk birliği ise: 22 Şubat 1995 tarihinde, Somali’den ayrılarak Türkiye’ye geri döner.
SONUÇ:
Operasyon sonunda: BM Barış gücü birliklerinden: 149 asker, 3 uluslar arası memur, 2 mahalli memur olmak üzere, toplam: 154 kişi ölmüştür. Başkent Mogadişu sahillerine çıkan Amerikan Deniz Piyadeleri ve ardından gelen “Delta Focus” adlı özel harekat timi, 1 yıl boyuncu sürdürdüğü operasyonlarda, yaklaşık 10.000 Somalilinin yaşamını yitirdiği tahmin ediliyor. Operasyonun maddi maliyetinin ise: 1.6 milyar ABD Doları olduğu açıklanmıştır.
Askeri güçler ülkeden çıktıktan sonra, Somalili yerel kabileler arasındaki iç savaş yeniden çıkmış ve binlerce insan, yine açlığın etkisinde kalarak ölmüşlerdir. Ülkede, özellikle güney bölümünde egemen olan aşırı İslamcılar, ülkede istikrarın yerleşmesinin en büyük engeli olarak öne çıkmaktadırlar.
Somali’de: 34 ülkenin askeri birliklerine, UNOSOM Komutanı Korgeneral Çevik Bir’in komuta etmesi: Birleşmiş Milletler tarihinde, ilk defa, bir Türk generalinin BM. Barış Gücü Komutanlığını yapması açısından önemlidir.
Türk birlikleri: Kore Savaşından sonra, ilk defa, yurt dışında bir operasyonda görevlendirilmiştir.
Son olarak: Türk askerinin; Afrika’nın bir ucunda bulunan bir ülkede görevlendirilmesinin mantığını hakkında, yorumu okuyucularıma bırakıyorum. Bu arada: bizim askerimiz, şimdi de, Somali açıklarında, Somalili korsanlara karşı, bölgedeki ticari gemileri koruyor.
Güzel bir yaz günü, Ankara’da, Ulaştırma Bakanlığının hemen çarpraz karşısındaki bir yer dikkatimi çekti. Aslında uzun yıllardır, Ankara şehrinde yaşarken, belki defalarca önünden geçtiğim ve sizlerin de geçtiğimiz bu anıt “Kore Savaşı Şehitleri Anıtı” Bu anıtın bulunduğu alana girdiğinizde: Kore Savaşında şehit olanların isimlerinin yazılı bulunduğunu görüyorsunuz.
Peki: bu anıtta, taş zemin üzerine kazınan bu isimler, neden ve nasıl şehit oldular? Bu insanlar en değerli varlıkları olan canlarını nasıl ve neden verdiler? Peki, ya geride kalanları? Bunları düşününce, Kore Savaşını incelemek istedim. Okudum, okudum, okudum ve yazdım. Buyrun sizlerde okuyabilirsiniz, bir “Kore Savaşı Macerası”
KORE SAVAŞI:
SAVAŞ ÖNCESİ:
Kore: 1900’lü yıllar öncesinde: kolera salgını ile hırpalanan, okuma-yazma oranı düşük ve endüstrileşmemiş bir ülkeydi. 1905 yılında: Japonya yani bölgenin en büyük gücü: Çin üzerinde baskı kurmak için, bu bölgedeki Rus Çarlığını bertaraf ederek, Kore ülkesini işgal eder.
Bu işgal sürerken: 1917 yılında, Çarlık Rusya’nda Bolşevik Devrimi ve sonunda komünist rejim ve Stalin iş başına geçer. Çin de ise, yine kızıllar, yani Mao idareyi ele geçirir.
1945 yılında, II.Dünya Savaşı sonunda yenilen Japonya: Kore topraklarından çekilir. Kore ülkesinin kuzey bölümü 12 Ağustos 1945 tarihinde SSCB ve güney bölümü ise, 8 Eylül 1945 tarihinde Amerikan birlikleri tarafından işgal edilir. Bu iki süper güç: Kore ülkesinde, kendilerine bağımlı hükümetler kurarak, egemenlik kurma uğraşısına girerler. Böylece: Kore ülkesi, ikiye bölünür. Arada ise, 38. enlem, sınır olarak kabul edilir. Ancak: 1950 yılı başlarında, Amerikan Dışişleri Bakanı Dean Acheson: yaptığı bir konuşmada: “ Amerikan menfaat sahaları sınırlarını çizerken, Güney Kore’yi belirtmeyi ihmal eder”. Bu durumu: Kuzeyde yerleşik ve komünizm yanlısı Kore hükümeti, kendileri için bir yeşil ışık olarak algılarlar.
ÇATIŞMALAR BAŞLIYOR:
Kuzey Kore’de iktidarı elinde bulunduran yerel hükümet: SSCB gizli desteğini alarak; Amerikan Dışişleri Bakanının beyanına da güvenerek; güney bölümüne saldırır ve Seul kentini ele geçirir.
Bunun üzerine: ABD Başkanı Truman: Japonya’da konuşlu bulunan Amerikan Birlikleri Komutanlığından, Güney Kore’ye askeri malzeme yardımı yapılmasını emreder. Ayrıca: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, toplantıya çağırılır.
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER SAFHALARI:
Birleşmiş Milletlerde; 27 Haziran 1950 tarihindeki toplantıda: “Kuzey Kore’nin saldırgan olduğu ve birliklerini 38. enlemin kuzeyine çekmesi” yönünde, bir karar alınır.
Kuzey Kore hükümeti: alınan bu kararı kabul etmez.
Birleşmiş Milletlerin, bir bölgeye müdahale edebilmesi için, güvenlik konseyinin çoğunluğunun oyu yetmez. Daimi 5 ülkenin (Amerika, Fransa, Çin, İngiltere, Rusya) oybirliği şarttır. Rusya oylamaya katılmayınca, Amerika Dışişleri Bakanı, getirdiği teklifle, Güvenlik Konseyi yerine, Genel Kurul’a, müdahaleye karar verme yetkisi tanınmıştır. Ancak, bu durum: Rusya’nın oyuna gerek görülmeden alınan bir karar olduğundan, Birleşmiş Milletler prosedürüne aykırıdır. Ancak, daha sonra emsal karar olmuş ve uygulanmasına devam edilmiştir. Evet, Genel Kurulda, Kore’ye müdahale konusunda karar alınır.
Böylece; ABD Askeri güçleri harekete geçerler. Aynı gün: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi: Birleşmiş Milletlere üye ülkeleri, Güney Kore’ye yardım etmeye yönelik bir çağrıda bulunur. Bu çağrıya: aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 16 ülke olumlu cevap verir.
ÇAĞRIYA OLUMLU CEVAP VEREN ÜLKELER:
Bu 16 ülke: askeri güçlerini bölgeye gönderirler.
TÜRKİYE DURUM:
25 Haziran 1950 tarihinde, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, müdahale kararı aldığında, Kore’ye asker göndermeyi ilk teklif eden ülke “Türkiye” oldu. Ama aynı zamanda, diğer 15 ülkeden farklı olarak, savaşa sembolik değil de, Tugay seviyesinde büyük askeri güçle katılmayı teklif eden bir ülke. Bununla da bitmedi: Türkiye, diğer ülkelerden ayrı olarak, askerlerini Amerikan ordusunun emrine vermeyi kabul eden, tek ülke olarak da tarihte yerini aldı.
Türkiye hükümeti tarafından bu karar alınınca: SSCB etkisiyle, komünist rejimin egemen olduğu Bulgaristan’da yaşayan Türkler, ülkemize göçe zorlandılar. İki yıllık süreçte, Bulgaristan’dan, ülkemize 37.351 aile ve onların oluşturduğu 154.393 göç etmek zorunda bırakıldılar.
Dönemin hükümeti: Birleşmiş Milletler Genel Sekreterine yazdığı niyet mektubu: TBMM tarafından oybirliğiyle onaylandıktan sonra, Kore’ye gönüllü bir milis gücü gönderilmek üzere, bir dernek kurulur. Kurulan bu derneğe: daha ilk gündü: 3000 kişinin başvurduğu biliniyor. Bu elbette şaşırtıcı bir rakam, çünkü, Amerika’da bile, bu kadar gönüllü yoktu.
25 Temmuz 1950 günü akşamı: Türkiye’nin, Kore’ye 4500 kişilik bir birlik göndereceği kararı: büyük bir gururla, kamuoyuna açıklanır. Ancak, muhalefet partileri, hükümetin bu kararını, sadece “TBMM’nin onayı alınmadığı” için eleştirirler. Hükümet ise: “İlan edilen savaş değil ki, sadece Birleşmiş Milletler kurallarını ihlal eden bir güce ceza verileceği” diye savunur. Yani: TBMM’nin onayının alınmasına gerek görülmez.
Bu karar üzerine, toplumdaki tepkiler şöyle gelişir: Cumhuriyet Gazetesi: “Milli Birliği bozmamaya dikkat” diyerek, desteğini sunar. Dönemin en büyük öğrenci örgütü, Türkiye Milli Talebe Federasyonu Başkanı Can Kırıç: “karardan dolayı” hükümete şükranlarını sunar ve Türk gençliğinin kendisine verilecek her türlü görevi, başarmaya hazır olduğunu” söyler.
En önemlisi, Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki: “Kore harekatına katılarak bu savaşta ölenlerin şehir olacakları” fetvasını verir.
Bu arada: hükümetin Kore savaşına katılım kararına, yanlızca Behice Boran’ın önderliğini yaptığı “Barışseverler Derneği” kampanya düzenleyerek karşı çıkar. Ama, bu tepki, Boran’ın hapse mahkum edilmesiyle sonuçlanır.
Bu arada: bu dönemdeki dünya siyasetini bilmekte de yarar var. Şöyleki: Türkiye; Haziran 1941 tarihinde, Almanya ile saldırmazlık paktı imzalayınca: başta Amerika olmak üzere, Almanlarla olan bu yakınlaşma, Sovyetler Birliğini çok kızdırdı. 1945 yılında, Almanya savaştan yenik ayrılınca: İngiltere, Rusya ve ABD tarafından, Yalta Konferansında, San Fransisdo’da yapılacak ve Birleşmiş Milletlerin kuruluşunun sağlanacağı toplantıya : yanlızca Almanya’yı ortak düşman eden ülkelerin katılmasına karar verildi. Dolayısıyla, Türkiye, kurulmaya çalışılan yeni dünya sisteminin dışında kalıyordu.
Türkiye: bunu önlemek için, 23 Şubat 1945 tarihinde, Almanya ve Japonya’ya savaş ilan eder. Ancak: Sovyetler Birliği, bununla tatmin olmaz. Daha da ileri giderek: Türkiye’den karşılanması imkansız isteklerde bulunur. Bu isteklerinden özellikle: Kars ve Ardahan’ın kendilerine verilmesi isteği, Türkiye’de büyük tepkiyle karşılanır. Ruslar: Türk sınırına asker yığmaya başlarlar. İnsanlar, her an sınırlardan, bir Rus tankının girmesini korkarak beklemeye başlarlar. Yani: Türkiye’nin, Batı ile ve özellikle en büyük güç olan Amerika ile yakınlaşmasından başka seçeneği kalmamıştır.
Ancak: Amerika, Doğu Akdeniz bölgesinde, Türkiye ve Yunanistan’ın önemini bildiği için “Marshal Yardımı” ile, bu iki ülkeyi desteklemeye başlar. Bu ilgiden cesaret alan Türkiye, Nisan 1949 tarihinde, NATO’ya üye olmak için müracaat eder. Ancak, bu müracaat kabul edilmez. NATO güçleri, Türkiye’yi birliğe üye olarak almak için, Kore’ye asker gönderme şartını ileri sürerler.
TÜRK ASKERİ GÜCÜ:
PERSONEL:
Türk askeri gücü: 1 Tugay ve 241.Piyade Alayı: Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasına verilir. Askeri birliğin personel mevcudu: 259 Subay, 18 askeri memur, 4 sivil memur, 395 Astsubay, 4414 Erbaş ve Er olmak üzere, toplam: 5090 personelden oluşmaktadır. Savaşa katılacak askerler, özellikle 1929 doğumlular arasından seçiliyorlardı.
Tugay Komutanı Tuğgeneral Tahsin Yazıcı: I.Dünya ve Kurtuluş Savaşına katılmış, çeşitli cephelerde savaşmış ve 1949 yılında Generalliğe yükselmiş bir askerdir. Ancak, bu yaşlı komutanın küçük bir kusuru vardı. Yabancı dil yani İngilizce bilmiyordu. Bu eksikliğin, ileride nelere malolacağını maalesef kimse görmemişti.
271.P.A.Komutanı olarak ise, Albay Celal Dora görevlendirilir.
Başlangıçta, Tugay gönüllülük esasına göre oluşturulacaktı. Ancak, sonradan bunun böyle olmadığı anlaşıldı. Askerlerin çoğu, Anadolunun yoksul köylü çocuklarıydı.
Az sayıdaki gönüllünün büyük bir kısmı ise “ailelerine çok iyi maaş bağlanacağı” vaadine kananlardı. Elbette, Kore topraklarındaki “komünizm” tehlikesinin bertaraf edilmesi amacı da, gönüllülerin yüreklerini dağlayan büyük etkenlerden biriydi.
Tugayın birlik yapısı ise şu şekilde oluşturulmuştu: her biri 3 taburdan oluşan, 3 piyade alayı, 1 topçu taburu, 1 istihkam bölüğü, 1 uçaksavar bataryası, 1 ordudonatım bölüğü, 1 ulaştırma bölüğü, 1 tanksavar takımı, 1 depo bölüğü.
TÜRKİYE TOPRAKLARINDAKİ ASKERİ EĞİTİMLER:
Ankara-Etimesgut’ta yapılan eğitimlerde: Kore savaşında kullanılacak Amerikan M1 piyade tüfekleri geç geldiği için, bu silahların atış eğitimleri yapılamadı. (bu eğitimler daha sonra yolculuk sırasında gemilerde yaptırıldı) Daha sonra: Polatlı’da, eğitimler sürdürüldü.
Ardından, Türk askerleri, trenlerle İskenderun’a götürüldüler.
GEMİ YOLCULUĞU:
Türk askerlerini, İskenderun-Kore arasındaki yolculukları: Mac Ree, Haan ve Private isimli Amerikan gemileriyle yapılacaktı. Gemiler, 25-30 Eylül 1950 tarihlerinde, hüzünlü törenlerin ardından, İskenderun limanından hareket ederler.
Türk birliklerinde: hiç gemiye binmemiş askerler çoğunluktaydı. Hatta, deniz bile görmemiş erler vardı. Onlar için, Akdeniz’in uçsuz-bucaksız suları, hele hele her türlü konfora sahip bu kocaman gemiler, anlatılmaz birer heyecan kaynağıydılar.
Gemilerde her türlü konfor vardı. Yemekler bol ve güzeldi. Ama, ekmek ancak 2 ince dilimden ibaretti. Çok ekmek yemeğe alışmış Türk askerleri, ne kadar yemek yerlerse yesinler, doymuyorlardı. Gemilerdeki un stokları ancak adam başına 2 ince dilim ekmeğe, yani Amerikan beslenme alışkanlıklarına göre düzenlenmişti. Ekmek eksiğini gidermek için, patates eklenmeye başlandı. İlk durak yeri olan Seylan Adasından, un sipariş edildi. Ancak, bu unlar da kurtlu çıktı ve ekmek sıkıntısı, Kore’ye kadar sürdü.
Gemilerde, başka sorunlar da yaşandı. Özellikle: alışık olmadıkları Amerikan tuvaletleri, rezervuarları, duş ve lavabo gibi aletleri kullanmakta sıkıntılar yaşandı. Bu sorunlar, erlere teorik ve uygulamalı dersler verilerek aşıldı.
Ortalama 22 gün süren deniz yolculuğu: teorik ve silahlı eğitimle değerlendirildi. Askerlere: Kore ve Kore savaşları hakkında bilgiler veriliyor, derslerde değişik savaş eğitimleri öğretiliyordu. Ayrıca, beraberlerinde götürdükleri Amerikan M1 piyade tüfeği atışları yaptırılıyordu.
KORE’YE ULAŞIM:
Gemiler; okyanusta geçen 22 günlük yolculuk sonunda “Puson” limanına vardılar.
18-19 ve 20 Ekim 1950 tarihlerinde, gemiler iskeleye yanaştılar ve yorgun ama inançlı Türk askeri gücü, iskeleye çıktı. İskeleye çıkıştı, törenler düzenlendi. Bir süredir sakal bırakmalarına izin verildiği için: uzamış sakalları, bellerinde dev kasaturaları ve süngüleriyle, karaya çıkan Türk askerleri, özellikle Korelilerin büyük ilgisiyle karşılaştılar. Amerikalılar ise, bu durumu şaşkınlık yanında gülümseyerek karşıladılar.
Kafileri rıhtımda, Tokyo’da Amerikalı General Mc.Arthur karargahında oluşturulmuş Türk irtibat gurubu subayları karşıladılar. Ayrıca: Amerikalı yetkililer, Puson Valisi ve Belediye Başkanı, ellerinde Birleşmiş Milletler bayrağı taşıyan Koreli öğrenciler ve halk karşıladı. Karşılıklı konuşmalar yapıldı, hediyeler alınıp-verildi. Törenlere: Amerikan ve Kore bandoları eşlik ettiler.
İLK EĞİTİM YERİNE GÖNDERİLME:
Törenlerden sonra, gelen kafileler: limandan araçlara bindirilerek tren istasyonuna götürüldüler. Trenlerle: “Taegu” kentine gönderildiler.
Bu tren yolculuğu da: Türk askerleri açısından ilginçti. Çünkü: Amerikan kumanyaları kullanıyorlardı. Bu kumanyalar: 3 öğün düzenlenmişti ve içlerinde: daha önce görmedikleri şeyler vardı. Yani: tatlısından tuzlusuna kadar her şey. Mehmetçik için, bu bir kral sofrası, daha doğrusu saray yemeği gibiydi. Fakat, bazı konservelerde, domuz eti bulunuyordu ve Türk askerleri tarafından yenilmeyen bu domuz etli konserveler de, yine Türk askerleri tarafından yol boyundaki, fakir ve aç Korelilere ikram ediliyor ve sevinçle karşılanıyordu.
Bu arada: Amerikan Dış İşleri Bakanı Foster Dulles tarafından, Türk askerleri hakkında: “çok masrafsız, günlük masrafları 23 centi aşmıyor” sözleri, değişik tepkilere neden olur.
TEAGU KENTİ:
Trenlerle buraya ulaşan kafileler, 20 Ekim 1950 tarihinde, Amerikan 8. Ordusunun emrine katılarak, eğitime başlarlar.
En büyük zorluk: şöför eğitimde kendisini gösterdi. Çünkü: % 98’i; kıta şöför eğitim merkezinde sürücülüğü öğrenen bu erler; yeterli eğitim fırsatı bulamadıklarından acemiydiler. Kore’de verilen zaiyatın % 10’u, sürücülerin araç devirmesinden ileri gelmişti.
Pusan ve Teagu kenti arasında: top, silah ve araç-gereç nakliyatı sırasında, bir sürü kaza oldu. Bu kazalar: yaralanmalara ve araç-gereçlerde zaiyata neden oldu. Ayrıca: Teagu kentinde: Türk askerlerinin sebep olduğu bir trafik kazasında: 2 Koreli çocuk ölmüş, 3 Koreli sivil yaralanmıştı.
O günlerde: Tokyo’da çıkan “Star” adındaki bir Amerikan dergisinde: Türk sürücüleri hakkında, şöyle yazılmaktadır: “Türk sürücüleri, Kore’ye ayak bastıkları andan itibaren, Korelileri ve Kore’deki Birleşmiş Milletler mensuplarını, korku ve heyecan sarmıştır. Türk sürücüleri: trafik kurallarına asla uymaz, yolun hep ortasını takip eder, geriden gelip korna çalarak yol isteyenlere asla yol vermez, yollarda yazılı en çok hız koşullarına bağlı kalmaz ve aracını her yolda, son hızla sürmekten zevk alır.” Tabii, ben bunu okuyunca, hemen günümüz aklıma geldi, aradan yıllar geçmiş, sürücü alışkanlıklarımızın günümüzde de pek fazla değiştiğini söylemek mümkün değil, trafik kurallarına uymamak genlerimiz de mi var yoksa?
Evet, Amerikalılar, korkudan üzerinde ay-yıldız işareti bulunan araçları gördüklerinde, kenara çekilip yol vermeye başlarlar.
Tüm bunların yanında: beslenme, tuvalet ve banyo gibi günlük işlemlerde de uyumsuzluklar çıkıyordu. Ayrıca, askerlerimizin dil bilmemeleri, dil bilen elemanların azlığı, bir sürü yanlış anlamalara ve tatbikatlarda ciddi sorunlar çıkmasına neden oluyordu. Zaten, takip eden dönemlerde, Türkiye’den bölgeye tercümanlar gönderilecekti.
CEPHEYE HAREKET:
Taegu şehrinde: eğitim ve atışlarda geçen 20 günün ardından, 7 Kasım 1950 tarihinde, 9. Amerikan Kolordusunun 25. Tugayının geri emniyetini almakla görevlendirilirler.
Niye geri bölge emniyeti? Çünkü: Türk birlikleri, bölgeye gelirken, niye ise, yanlarında cemse gibi araçları getirmezler. Dolayısıyla, Amerikan birlikleri ilerlerken, çoğu yaya olarak ilerlemek zorunda kalan Türk birlikleri, Amerikan birliklerinin hareketini yavaşlamaktadır. Bu yüzden, Türk birlikleri, geri bölge emniyetini almakla görevlendirilirler. Ayrıca: ABD.9.Kolordu Komutanı General John Walker: kendi üstlerine ; dil sıkıntısı ve eğitim, araç, gereç noksanlığı konusunda, durumun vahametini bildirir. Ama, Birleşmiş Milletler Komutanı Mac Arthur, bunlara aldırmaz, çünkü acelesi vardır, kendi askerlerine “Noel’e kadar” bu işin bitirileceği sözünü vermiştir.
10 Kasım 1950 günü, sabahı, erken saatlerde, 5000 askerden oluşan Türk birlikleri, Amerikan 8. Ordusu birlikleriyle birlikte, cepheye doğru yani Yalu nehri istikametinde hareket ederler.
Bu bilinen bir savaş değildir. Türk askerleri: kim olduğu, ne zaman ve nerede karşısına çıkacağı belli olmayan, gerillalara karşı savaşacaktır. Bunun yanında, birçok araç ve silah eksikliği vardır. Yeni silahlarla yapılan atışlar tamamlanmamıştır. Ama, yapabilecek bir şey yoktur.
Türk birlikleri: Kore’deki ilk şehidini, bu yolculuk sırasında verir. Uçaksavar bataryasının bir kamyonu devrilir ve araçta bulunan Astsubay Başçavuş Sedat Boran ölür.
Bu arada, Kore’deki genel durum şudur: Birleşmiş Milletler güçleri, Kuzey Kore birliklerini, daha önce işgal ettikleri Seul şehrinden atarak, 38. parelele sürerler, ancak burada da durmayarak, Kore’nin kuzeyini işgal etmeye başlarlar ve Çin sınırına ulaşırlar. Bu durumda, o ana kadar savaşa ilgisiz kalan Çin, tepki gösterir ve aktif olarak Kuzey Kore’yi desteklemeye başlar. Zaten, o dönemde, Mao yönetimindeki Çin, SSCB ile birlikte, Kuzey Kore’deki komünist yönetimi desteklemektedir.
24 Ekim 1950 tarihinde, Birleşmiş Milletler güçleri, savaşı bitirecek son bir hücuma girişecekken, sınırı geçen yüz binlerce Çinli, Kuzey Kore saflarında savaşa girişirler. Bunun üzerine; Birleşmiş Milletler güçleri bulundukları konumda kalırlar ve savaş: Amerika-Çin savaşı haline gelir.
Aslında: Amerika ve SSCB arasında, soğuk savaş yıllarındaki tek direkt çatışma burada yaşanmaya başlamıştı. Amerikan ve SSCB uçakları, Kore hava sahasında, birçok çatışmaya giriyorlar ve bunun sonucunda: birçok Amerikan ve SSCB uçağı düşürülüyordu. (Düşürülen uçak sayısı, savaş sonu blançosu: Amerikan 1300 ve SSCB 345 uçak) Ama, her iki taraf, savaşın büyümesinden ve dünya savaşına dönmesinden çekindikleri için, bu direkt çatışmaları gizli tutmuşlar, medya ve halka yansıtmamışlardı.
Tabii, birde olayın “nükleer silah” boyutu vardı. Amerikalılar, II.Dünya Savaşının sonunu getiren atom bombasını Japonya’da kullandıkları gibi, burada da kullanmaya deneyebilirlerdi. Ancak, karşılarındaki gizli güç, SSCB de de nükleer silah bulunması, bu olasılığı başlangıçta tercih dışına etti.
DÜŞMANLA İLK TEMAS: KUNURİ SAVAŞLARI:
24 Kasım 1950 günü, Amerikan 8. Ordusu : Çin sınırına doğru ilerleme emri alır. Kunuri bölgesinden hareket eden birlikler, Kacehon-Simnimni-Wawon boyunca hareket ederek Tokchon bölgesine doğru ilerlemeye başlarlar. 28 Kasım 1950 tarihinde, düşmanla ilk temas sağlanır. Sabaha karşı: Türk birliklerinin karargahının çevresindeki dağlardan, silah sesleri gelmeye başlar. Türk Tugayının Keşif Takımı, keşif görevi için gittiği bölgeden geri çekilirken, yol üzerinde gördüğü arızalı bir Amerikan telsiz kamyonunu kurtarmaya çalışırken: Çinlilerin baskınına uğrarlar ve takımın personelinin bütününe yakını imha edilir. Yanlızca, 2 subay ve birkaç er sağ kalır. Bunlarda, yaralılarla birlikte, esir edilirler.
Çinlilerin bu karşı saldırısı: çok ani ve etkili olur. Çünkü: Çinliler, genellikle gece ilerlemişler ve 18 gün boyunca, günde 30 km.yol almışlardı. Gündüz saatlerinde, yalnız keşif birliklerinin dolaşmasına izin veriliyordu. Diğer Çin askerleri, dağınık arazide saklanıyorlardı. Çinli komutanlar, gündüz, yerini belli eden askeri vurma yetkisine sahiptiler. Olumsuz hava ve arazi şartları da, düşman Çin ve Kuzey Kore askerlerine avantaj sağlıyordu.
Bölgedeki, Amerikan ve Güney Kore askerleri, aniden karşılarında gördükleri, bu büyük Çin güçleri karşısında başarılı olamayınca, geri çekilmeye, yani kaçmaya başlarlar. Ancak: bu geri çekilme ve karşıdaki düşman güçleri hakkında, Türk birliklerine herhangi bir bilgi verilmez. Daha sonra yapılan incelemelerde: bilgi verilmeye çalışıldığı, ancak Türk birliklerinde yabancı dil bilen bulunmadığından, verilen bilgilerin anlaşılamadığı öğrenilir.
Bu arada: kara harekatı sürerken, havadan destekle görevlendirilen Amerikan uçakları, bölgede dost-düşman ayırt edemediklerinden, çatışmaya yardımda bulunamazlar.
Geri çekilmeden haberdar olmayan Türk birlikleri: 28/29 Kasım 1950 gecesi; Çin askerlerinin cephe gerisine sızmasıyla iyice sıkışırlar. Gece karanlığında, Türk askerlerinin ısınmak için yaktıkları benzin bidonları, Çinli askerler tarafından, Türk askerlerinin yerlerinin öğrenilmesinde büyük etken olur. Gece, cephe gerisine sızan Çinli askerler ile Türk askerleri arasında büyük çatışmalar yaşanır. Ancak, Türk askerleri, sahip oldukları mevzileri terk etmezler. Bu sırada: Amerikalı ve Güney Koreli askerlerin kaçması için, zaman kazanılmış olur. Yani: Türk askerleri mevzilerini terk etselerdi, Amerikalı ve Güney Koreli askerlerle birlikte, topyekün bir imha söz konusu olacaktı.
Evet, bu gece, Türk birlikleri yerlerinden ayrılmazlar, ama büyük kayıplar verilir. Bir gecede: 78 kişi şehit olur ve 352 kişi yaralanır. Amerikan 8. Ordusu, tamamen geri çekilerek, kurtulur.
Yani: Birleşmiş Milletler Ordusunun tam bir bozgunu ve darmadağınık geri çekilme. Çünkü: karşısındaki düşman, bölgeyi çok iyi bilen, gündüzleri köylüler arasına karışıp, geceleri saldırıya geçen, azıcık prinç lapasıyla doyan, yere kıvrılıp uyuyabilen Çinli ve Kuzey Koreli askerlerdir.
Evet, Birleşmiş Milletler Ordusu geri çekilirken, bölgedeki Türk askerleri unutuluyor veya onların tabiriyle haber veriliyor ama yabancı dil bilen olmadığından, verilen uyarılar dikkate alınmıyor.
Neyse: 29 Kasım 1950 günü, Çin ordusunun kuşatma harekatı geçici olarak durdurulur. Ancak, aynı günün gecesi, Türk Tugayı, ikinci kez baskına uğrar. Daha önce söylediğim gibi, Türk askerleri ısınmak için, ateş yakmaktadırlar ve bu ateşler, Çinliler tarafından, Türk askerlerinin yerlerinin tespitinde en büyük etkendir. Çinliler; gece karanlığında, Türk birliklerinin çevresini sarmaya başlarlar, Türk askerleri direnir ve buz gibi bir havada, zifiri karanlıkta, Çinli askerlerin çıkardıkları ürkütücü sesler eşliğinde, geri çekilmeye başlarlar. Geri çekilen Tugayın arkasındaki 400 asker, Çinlilerle çarpışarak bir dağın eteğinde sıkışırlar. Sonunda teslim olmak zorunda kalırlar
Bu arada: biraz önce sözünü ettiğim gibi: cephedeki Türk Piyade Taburları; ne diğer müttefik birliklerle ve ne de kendi artçı birlikleriyle temas kuramamaktadırlar. Bunun sonucunda, elbette büyük zaiyat ortaya çıkıyor. Birleşmiş Milletler Güçleri, Türk birliklerinin kendileriyle aynı anda geri kaçmamaları ve Çinlilere karşı koyarak, onları oyalamaları nedeniyle, zaman kazanmışlar ve zaiyatsız olarak geri çekilmişlerdir. Ama, biraz önce söylediğimi gibi, tarih sahnesinde gizli kalan bir durum, “geri çekilme Türklere haber verildimi, verilmedi mi?” Bilmiyorum. Kimse bilmiyor.
Türk Tugayının kayıpları çok ağırdır. 26 Kasım-1 Aralık 1950 günleri arasında süregelen bir haftalık çatışmalarda: Türk Tugayı, Birleşmiş Milletler Ordusu içinde: asker sayısına oranla, en çok kayıp veren birliktir. Bu çatışmalarda: 12 subay, 7 astsubay ve 199 erbaş ve er olmak üzere, toplam: 218 şehit verilmiştir. Yaralı sayısı ise: 5 subay, 10 astsubay, 440 erbaş ve er olmak üzere, toplam: 455. Bunların yanında, kayıplarda yani esirler de var. Kayıplar: 7 subay, 2 astsubay, 85 er olmak üzere: toplam 94. Bunlar: savaş sonuna kadar, 3 yıl süresince, esir hayatı yaşarlar. (Esirler konusuna, daha sonra değineceğim)
Ama, bu kadar büyük kayıplar verilmesine rağmen, Kunuri olayları/savaşı bir destan olarak tarih sahnesine yazılır. Ama: yanlızca bizim açımızdan bir destan. Yoksa: aradan geçen, 60 yıllık süreçte, bu savaşın bir destan olduğu yönünde, Amerikan kaynaklarında hiçbir açıklama yapılmayacaktır.
O günlerde, savaşın ardından, bir Amerikalı yazar şöyle yazacaktır.” Türkler, Kore’de çok büyük kayıplar verdiler. Türk Tugayının fazla kayba uğraması yüzünden, Türk halkının üzüntülerini hesaba katan Amerikan hükümeti, sessiz-sedasız bir şekilde, Türk makamlarından özür dilemek zorunda kalır. Ancak, Türkler, Amerikalıların ne demek istediklerini pek anlayamazlar.” Yani: sanki, umursamıyorlar mı demek lazım, bilmiyorum.
Yine, bu savaşın ardından söylenenler değerlendirildiğinde, İngiltere Savunma Bakanı E.Shinwel’in sözleri şöyledir.” Türk askerlerinin güç koşullarda savaştığı kabul ediliyor ve Kore’deki Türk Tugayının son savaşlar sırasında diğer Birleşmiş Milletler kuvvetlerine oranla, en güç koşullar altında savaşmış ve buna rağmen vazifesini başarı ile yapmıştır.”
Bir diğer yorum: Amerikalı Yarbay Blair’den: “ Türklerin bu taarruzu, gördüğüm muharebelerin en kanlısıydı. Dövüşme çok şiddetli olmuş, Çinliler çok iyi donatılmışlardı. Tüfek bombası, çeşitli otomatik silahlar ve havanları vardı. Yiyecek ve cephaneleri de boldu. Mevzilerinde ölünceye kadar direnmeleri, Türklerin disiplinlerinin iyi olduğunu gösteriyordu. Buna rağmen, savaş başarıyla sonuçlandı.”
Buna rağmen kelimesi az gelir. Bölgede: son 40 yılın en soğuk kışı yaşanmaktadır. Mançurya’dan esen sert rüzgarlar: askerlerin hareketlerini güçleştiriyordu. Ayrıca, askerlerimizin giysileri, teçhizatları ve eğitimleri, bu soğuk cehennemi yaşamak için hiçte uygun değildir.
Sonuçta, askerlerimiz arasında, ilk donma olayları yaşanmaya başlar. Özellikle: gece nöbetleri dondurucu oluyordu. Askerler: boş tenekelerde yakılan ateşlerin başında ısınıyorlardı ama bu ateşler de, Çinliler tarafından çok uzaklardan görülüp, askerlerimizin mevkileri tespit ediliyordu.
Hatta, ilgisizlik ve umarsızlık o kadar ileri düzeye gelir ki, bu dondurucu soğuğa rağmen, yarı bellerine kadar buzlu sularda yaya geçme durumunda kalanların ölümleri içler acıtır. Tıbbi ekipler, donan askerleri tedavi etmeye çalışıyorlardı. Acilen kan verilmesi gerektiğinde, plazmanın 90 dakika ısıtılması gerekiyordu. Su içeren ilaçlar donmuştu. Kamyonlardaki benzine, donma tehlikesine karşı alkol karıştırılıyordu. Hatta, geceleri, askerlerin postallarının içinde biriken ter bile donuyordu. Bunun yanında: biriz önce sözünü ettiğim gibi, Çinli askerlerin yöreyi tanımaları ve yaşantılarının sadeliği, Kuzey Kore’nin uzun sıra dağları ve bunların arasındaki vadilerden oluşan arazi yapısının hareketleri zorlaştırması, tüm bu etkenler; Birleşmiş Milletler güçlerinin ve çok doğal olarak Türk askerlerinin olumsuz etkilenmesine neden oldu.
Yazının en sonunda, yine okuyacağınız gibi, amaç büyük olasılıkla NATO’ya girmek, ama NATO Kore’de savaşmamızı istiyor, ama ya kahramanlık, kahramanlık bize mi borç. Yunanlılar da, NATO’ya alındılar, ama Kore’de hiçbir kahramanlıkları yok, çünkü askerlerini bile bile buzlu sulara sokma gereğini hissetmediler.
KUNURİ SAVAŞI SONRASI:
Çin halk gönüllü ordusu: Birleşmiş Milletler Birliklerini, 38.enlem güneyine püskürterek, Güney Kore’yi işgal etmeye başlarlar. Ancak, karşı taarruz ile, her iki kuvvet: 38. enlem boyunca sabitlenir.
İKİNCİ BÜYÜK ÇATIŞMA:
Ancak, Birleşmiş Milletler Ordusu, Çin güçlerinin ateşkese yanaşmayan tutumları nedeniyle, yeniden, taarruzi keşif hareketlerine girişirler. Türk Tugayının vurucu gücünün de, bu yıpratıcı taarruzlarda, görev alması öngürülür.
25-27 Ocak 1951 tarihlerinde, Kumyangjang-ni kasabası ve çevresinde, ikinci büyük çatışma olur. Çinliler, kendi mevzilerinden gayet planlı ve etkili bir şekilde ateş yağdırırken, Türk Tugayı, bunları önemli kayıplar verdirerek geri çekilmeye zorlarlar. Bu zafer, Birleşmiş Milletler Komutanlığı karargahında, yeni başarı ümitleri doğurur. Aksi halde, Kore’nin tahliyesi düşünülmektedir. Ancak, Türk askerleri çatışmaların odak noktasında olunca, yine kayıplar verilir. (Türk tarafının kaybı: 12 şehit, 31 yaralı iken, Çinlilerin kaybı: 474 ölü, 23 esir) Yani: Türk Tugayı, karşısında, kendinden 3 misli büyük bir askeri güç ile çatışmış ve galip gelmiştir. Yalnız, burada, Tugay Komutan Yardımcısı Albay Nuri Pamir’in ölümü, üzüntü yaratır.
Bu zafer : yurtta ve dünyada büyük yankı bulur. Dünya basınında, günlerce: Türk milletinin kahramanlığı, savaşçılığı, demokrasiye ve hür dünyaya bağlılığı yazılır. Devlet başkanları, mesajlarla, Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve Kore Türk Tugayını kutlarlar. Yurtta, büyük sevinç gösterileri yapılır. Bu arada: Amerikan kongresi, Türk birliğine “Mümtaz Birlik Nişanı” verir. Daha önce söylediğim gibi, Amerikalılar, Türk askerlerinin bu kahramanca ölüme gidişleri ve fedakarlıklarını anlamakta büyük zorluk çekmektedirler. Özellikle: Topçu üsteğmen Tahir Ün’ün, bulunduğu tepenin düşman tarafından işgal edilmesi gündeme gelince, kendi toplarının tüm ateşinin bulundukları tepeye yönelmesini istemesi, nedeni sorulduğunda ise, düşman ateşiyle değil, kendi ateşimizle ölmek istediğini söylemesi ve bunun üzerine, bölgeyi ateş altına alan Türk toplarının kendi askerlerimiz le birlikte, birçok düşman askerinin ölmesine neden olması. Tüm bunları, Amerikalıların anlaması mümkün değildi. Bu arada, bu kahraman üsteğmen Tahir Ün’ün cenazesi asla bulunamamıştır. Hatta: Ankara’daki Kore Şehitleri Anıtına giderseniz, şehitlerin isim listesinin en üstünde, onun ismini görebilirsiniz.
Ama, kesin olan şu ki: Amerikan 8. Ordusu, Kore’nin tahliye edilmesi üzerine planlarını yapmışken, Türk Tugayının bu başarısı üzerine, planlar tadil edilir ve yeniden, taarruz emri verirler ve 24 Mayıs 1951 tarihinde, Birleşmiş Milletler güçleri Çin birliklerini yenilgiye uğratırlar ve 38. enlemi aşarlar. Bu sırada, önceden büyük kayıplar vermiş olan Türk birlikleri, yedeğe alınmıştır.
BARIŞ GÖRÜŞMELERİ:
Her iki gücün, 38. enlemde durması ve savaşın durağan bir hal alması üzerine: taraflar barış görüşmelerine başlarlar.
27 Temmuz 1953 tarihinde, savaş, kocaman bir kanlı nokta ile noktalanır. Ateşkes anlaşması imzalanır. Ateşkes anlaşmasına göre: 3 ay içinde, Cenevre’de başlaması gereken barış görüşmeleri, bir türlü başlayamaz. 9 ay sonra: 26 Nisan 1954 tarihinde, Türkiye’nin de içinde bulunduğu, savaşa katılan 16 ülke temsilcileri, SSCB, Çin ve Kuzey Kore temsilcileri, Cenevre’de bir araya gelirler. 2 ay süren görüşmelerden, olumlu bir sonuç alınamaz.
Ateşkes yapılmasından, 1.5 ay sonra, 4 Eylül 1953 tarihinde, savaş esirlerinin değişimi başlar. İki taraf savaş esirlerinden: ülkelerine dönmeyi kabul etmeyenler olur. Birleşmiş Milletler ordusunun 13.500 esirinden, 21 tanesi Amerikalı olmak üzere 357 kişi, kendi ülkelerine dönmeyi kabul etmezler. Amerikalı esirler: ölüm, hastalık ve geri dönmeme gibi birçok fire vermesine rağmen, 234 Türk esiri ise, fire vermeden, ülkemize geri dönerler. Türk esirlerinin: % 96’sı, savaşın ilk aylarında esir düşmüşler ve yaklaşık 3 yıllık bir süre, esir kamplarında kalmışlardır. Amerikalılar tarafından, daha sonraki tarihlerde, aşağıda yazdığım gibi, çeşitli araştırmalar yapılarak bu durumun, yani esirlerin yaşantıları ve psikolojik durumlarının nedenleri tespit edilmeye çalışılmıştır.
Ancak, barış anlaşması imzalanmaz. Barış anlaşması, 2007 yılında, Güney Kore ve Kuzey Kore arasında, kağıt üzerinde imzalanır.
SAVAŞTAN SONRA:
Ateşkesten 3 hafta sonra: 3.Türk Tugayı, yerine 4.Türk Tugayına bıraktı. 4.Türk Tugayı savaşa girmedi. Ama, cephedeki yerini aldı ve tedirgin bir bekleyiş içindeydi. Bu tedirginlik, kuşkusuz yalnız Türk Tugaylarında değil, tüm BM.Ordusunda ve karşısındaki düşmanda da vardı.
Bu süre içinde: 1960 yılına kadar, her yıl değiştirilmek suretiyle, 4.Tugaydan sonra 6 Türk Tugayı daha, Koreye gitti. 10.Tugaydan sonra, yerine Kore ye 1 Bölük gönderilmeye başlandı. 1962 yılından sonra, Bölük te 1 mangaya indirildi.
SAVAŞIN SONUÇLARI:
Savaş sonunda: 50 binden fazla Amerikan askeri ölmüştür. Resmi kayıtlara göre: Birleşmiş Milletler Ordusunun kaybı: 94.000 ölü ve kayıplar olmak üzere, toplam: 500.000 kişiyi buluyordu. Bunun yanında, baştanbaşa yakılıp-yıkılan Kore ülkesinde ise, 1.5 milyon Koreli sivil ölmüştü.
7190 Amerikan askeriyse, Çinliler tarafından esir alınır ve bunlardan 21 tanesi, savaş sonunda, Amerika’ya dönmeyi kabul etmezler. Bu nedenle: Amerikalılar, esirlerin durumları hakkında birçok araştırma yaparlar.
1958 yılında yayınlanan bir Amerikan Psikoloji Dergisi olan “Mc.Call” dergisinde: esir kampındaki mehmetcik ve coni kıyaslanmıştır. Anadolu bozkırının ortasında doğan, binbir mahrumiyet içinde büyüyen Mehmetçik, her türlü imkanlara sahip coni den, hangi sebeplerden dolayı üstün olduğunun cevabı açıklanmıştır.
Esir kampındaki bir Türk subayının anlattıkları şöyledir.
“ Bu akında, kızıllar çok miktarda esir almışlardı. Büyük esir kafilesini, Kızıl Çin’e doğru bir ölüm yürüşüne başlattılar. Hava çok soğuk ve karlıydı. Kafilede: pek çok hasta ve yaralı vardı. Yürüyemeyen esir, hemen yolun kıyısında öldürülüyordu. Fakat, Türk esirlere gelince, iş tamamen değişiyordu. Bizden de gücü kesilen, yürüyemeyen ve yolun kenarına çekilen esir, hemen bizden birileri tarafından kaldırılıp, sırtlanırdı. Halbuki, onlar da yorgun ve hastaydılar.
Esir kampında, Çinlilerin yaptıkları ilk iş şudur:
BM. İn ve kendi ülkelerinin esirlere verdikleri tüm üniformalar çıkartılır, yerine, üzerinde herhangi bir rütbe alameti bulunmayan düz ve tek tip elbiseler giydirilirdi. Dolayısıyla, ilk anda: çeşitli ülkelerin askerlerine, rütbesiz olmanın getirdiği disiplinsizliği başlatırlardı. Rütbe otoritesinin yerine, pazu kuvveti başlardı. Türk esirlerinin üniformaları ve rütbe işaretleri yoktur. Ama, yüzbaşı yine yüzbaşıdır. Başçavuş yine başçavuştur. Aynen eskisi gibi, disiplinli bir hayat vardır.
Çinliler, 100 esir bulunan her bölüme: 15-20 kişiye yetecek kadar yemek bırakırlardı. Ortaya bırakılır, kol kuvveti olan aslan payını alırdı. Bizimkiler ise, yemekhane nöbetçisi bulundururlar, yemek 100 eşit parçaya bölünür ve her 100 kişiden yanlızca 1 kişi günlük olarak doktora görünürdü. Türk esirler, aralarından en ağır hasta olanları doktora götürürken, İngiliz ve Amerikalılar tarafından bu hak, gücü olanlar tarafından kullanılırdı.
SAVAŞIN SONUNDA, TÜRKİYE AÇISINDAN GELİŞMELER:
Türk birlikleri: Kasım 1951 tarihinde, Türkiye’ye dönerler. Tuğgeneral Tahsin Yazıcı, Tümgeneralliğe yükseltilir. 1952 yılında emekliye ayrılır. 1854-1960 yıllara arasında; Demokrat Parti İstanbul Milletvekili olarak görev yapar. Ancak: 1960 darbesinden sonra yargılanarak; 5 yıl hapis cezasına çarptırılır. Ancak, daha sonra çıkarılan bir af kanunu ile serbest bırakılır.
1971 yılında vefat eder.
Amerikalılar, savaş sonunda, 3 askerimize, Distinguished Service Cross (Üstün Hizmet Haçı) madalyası verirler. Aslında, bu madalyayı, savaşa katılanlar arasından 14 kişiye layık görürler. Bunlardan 3 kişisi Türk. Bunlar: Çavuş Mehmet Ergin, Yüzbaşı Şinasi Sükan ve Üsteğmen Rüştü Ürer. Madalyanın verilmesindeki en büyük neden: savaş sırasında sıra dışı kahramanlık göstermek.
Ayrıca: katılan tüm askerlere, Amerika tarafından “Kore Savaşı” madalyası verilmiştir.
Ayrıca: Kore’de: Kumpangjangi bölgesinde: Türk Zafer Anıtı yapılmıştır.
BÖLGEYE GİDEN DİĞER TÜRK BİRLİKLERİ:
2.DEĞİŞTİRME TUGAYI:
16 Kasım 1951 tarihinde, Tuğgeneral Namık Arguç komutasında bölgeye gider. Bu Tugay, 8 ay boyunca, düşmanla temas halinde ve daimi düşman ateşi altında görevini tamamlar.
3.DEĞİŞTİRME TUGAYI:
Ağustos 1952 tarihinde, Kurmay Albay Sırrı Acar komutasında, bölgeye gider ve görevi devir-teslim alır.
28 Mayıs 1953 tarihinde yapılan çatışmalarda, bu Tugayda: 151 şehit ve 239 yaralı zaiyatı olur.
4.DEĞİŞTERME TUGAYI:
6 Temmuz 1953 tarihinde, görevi devir-teslim alır. Bu Tugay, savaşın sona ermesinden sonra da, Kore’de kalmaya devam eder.
TAKİP EDEN DÖNEMDEKİ ASKERİ BİRLİKLER:
Takip eden süreçte, Kore’ye, değiştirme Tugayları gönderilmeye devam edilir. 1960 yılında ise, Kore’deki askeri güç: 1 Bölük kuvvetine indirilir. 1965 yılında ise, sembolik anlamda: 1 manga bırakılır. Daha sonra, on kişiden oluşan bu birlik te, 1971 yılında geri çekilir.
KORE’YE GİDEN TOPLAM ASKERİ GÜCÜMÜZ:
3 yıllık Kore savaşında, 24882 askerimiz görev yaptı.
Savaş sırasında, Türk askerleri 13 çatışmaya katılırlar ve bunlardan 4 tanesi tarihe geçer.
KAYIPLAR:
Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığının, resmi rakamlarına göre: Kore Savaşına katılan; 1, 2 ve 3’ncü Türk Tugaylarının kayıplarının blançosu şöyledir:
Şehitler: 37 subay, 26 astsubay ve 658 erbaş ve er olmak üzere: Toplam: 721.
Yaralılar: 2147, Hasta: 346, Esir: 234 ve Kayıp: 175
Toplam kayıplarımızın mevcudu: 3277.
Tugayları, ortalama 5000 kişi kabul edersek, toplam: 15.000 kişiden, 3277 kişilik kaybın, % 22 olduğu görülür. Bu rakamlar: hiçte küçümsenmeyecek oranda, büyük kayıplardır. Şehitler, toplam kayıpların: % 27’ sini oluşturmaktadır.
Askerlerimizin en çok “topukları”ndan vuruldukları savaş olarak öne çıkar. Bunun nedeni: düşman ateşiyle karşılaşıldığında, yere yatmakta geç kalmak veya yere yatarken, verilen eğitimlerin aksine, ayaklarını yani topuklarını hemen yere yapıştırmamak, havada kaldırdıktan sonra, yere düşürmek.
Şehitlerimiz: Seul-Pusan kasabası yakınlarındaki: “Tanggok” mezarlığı içindeki “Pusan Şehitliği” nde yatmaktadırlar.
Bu şehitlikte, 721 Türk şehit mezarı bulunmakta olup, bazıları yani kayıpların ki, sembolik mezarlıktır.
ÜLKEYE DÖNEN GAZİLER:
Savaş sonunda, bedensel ve ruhsal açıdan sakatlanmış bir yığın insan, akli dengesi bozuk insanlar kalmıştır. Bu insanlara, asla psikolojik destek verilmedi. Zaten, ülkemizde, o tarihten sonra; sokaklarda görülen akli dengesi bozuk insanlara: haksız ve aşağılayıcı bir şekilde “Koreli” lakapları verilmeye başlanması da, Kore’de savaşıp ülkeye dönen insanların içinde bulundukları durumun en büyük ifadesidir.
Evet, Kore gazilerine ve şehit dul ve yetimlerine, yıllar sonra maaş bağlanır. Hatta: bunlar için Birleşmiş Milletler tarafından gönderilen paraların, dönemin hükümeti tarafından başka yatırımlara yönlendirildiği hakkında, bir kısım söylentiler de çıkarılır. 1974 yılında şeref aylığı adı altında bağlanan maaşları, 1983 yılında, Kenan Evren tarafından kesilir. Düşünün, asker maaşlarını, asker kesiyor. Ancak, takip eden dönemde, Özal zamanında, maaşları yeniden verilmeye başlanır.
Günümüzde, Kore şehitlerinin dul-yetimleri ve gazilerinin aylıkları: üç ayda bir, 780 TL. Düşük olduğunu düşünmemek elde değil.
ANKARA’DAKİ ANIT:
Ankara’da, 1973 yılında, şehitlerin hatırasına, bir anıt yaptırılmıştır.
SONUÇ:
Kore savaşı sonucunda, bu kadar çok kayıp vermemizin nedenleri, hiç araştırılmamıştır. Çünkü: Kore savaşına katılan ve ülkeye dönen askerlerimiz: orada olanları, daima bir başarı destanı olarak bizlere yansıttılar. Olumsuzlukları, kötü koşulları asla anlatmadılar. Belki geceleri uykularından, telaş ve bağırıp-çağırarak uyanan bu insanların yaşadıklarını, asla tam olarak öğrenemedik. Her zaman olduğu gibi, olayın hep destansı yönleri, millete yansıtıldı. Biraz önce sözünü ettiğim bu kahraman insanlara: yaşamlarını sürdürmeleri için, uzun süre, aylık-maaş bile vermedik. Şu anda verilen maaşları da inanıyorum ki, hayatlarını sürdürmenin çok gerisinde, yanlızca ayakta kalmalarını sağlayacak miktardadır.
Olayın sonuçlarının; meşhur NATO üyeliği açısından değerlendirirsek: hani NATO üyelik müracaatımızı kabul etmemişler ve Kore savaşına katılma koşulunu öne sürmüşlerdi ya, buna inanmak pek mümkün değil. Çünkü: SSCB yani komünist rejim, eğer askeri güçlerini sınırlarımızdan geçirmiş olsalardı, büyük olasılıkla, başta Amerikan ve İngiliz güçleri olmak üzere, NATO zaten bölgeye hemen müdahale ederdi. Çünkü: daha sonra alenen belli olduğu üzere: Amerika ve İngiltere, Ortadoğu’daki gelişmeler ve bunalımları düşünerek: Türkiye ve Kore savaşına çok küçük boyutlu askeri düzeyde katılan ve hiçbir destansı başarısı sözkonusu olmayan Yunanistan’ın NATO’ya üyeliklerini kabul etti. 20 Şubat 1952 tarihinde, Lizbon’da, üyelik anlaşmaları imzalandı. Ama, Kore’deki savaşa katılmanın yanı sıra, bu anlaşmalarda, NATO’ya katılmanın bir diğer görünen şartı olarak: Amerika’ya ülkemiz toprakları üzerinde “askeri üs” kurma izni de verildi.
Zaten, tüm bu gelişmeler üzerine, 30 Mayıs 1953 tarihinde, SSCB, Kore savaşı öncesinde gelişen Türkiye’den olan toprak taleplerinden vazgeçtiğini açıklayacaktır.
Birleşmiş Milletler açısından sonuç değerlendirildiğinde ise: 3 yıllık süreçte, gırtlak gırtlağa yaşanan bu çatışma, Birleşmiş Milletler kararlarında “Polis harekatı” olarak geçmekte olup, bu da olaya verilen önemin ifadesi açısından, eminim ki, şehitlerimizin ruhunu ve geride kalanlarını yaralayan en büyük nedenlerden biridir.