Ankara Şehrinin Kuruluş Efsanesi

Ankara Şehrinin Kuruluş Efsanesi

Günlerden bir gün: Ankara-Eskişehir yolu üzerinde bulunan, Armada alışveriş merkezinin hemen önünde bulunan büyük bir maket çapa dikkatimi çekti. Öyle ya: Ankara gibi, Anadolu’nun bozkırlarının ortasında kurulu bir şehirde, gemi çapa’sının ne işi var? Hani, Ankara bir deniz kıyısı kenti olsa, gemi çapa’sını anlamak mümkün olabilir. Ama, öyle değil, bu çapa’nın burada işi ne?

Evet, kesinlikle ilginç gelecek bir gerçek var. O da şu: Ankara şehrinin tarihi süreç içindeki ilk kurucuları: deniz kökenli bir kavim ve bunlar; buraya gelirken, hatıra olarak yanlarında, bir çapa getirmişler ve bu çapa; onların geldikleri yöreleri, denizleri anmaları için, yerleşim yerinde bulunan bir simge olarak, yıllarca önemini korumuş.

Hikayenin, özeti yukarıda. Gelelim, şimdi biraz daha ayrıntılı olarak, bu çapa olayından söz etmeye. Ankara’nın simgesi “çapa” olur mu diye düşünen okurlar için, inanıyorum ki, ilginç bir bilgi birikimi olacaktır.

FRİGLER DÖNEMİNDE, ANKARA ŞEHRİNİN KURULMASI:

Günümüzdeki Polatlı yöresinde Gordion şehrinde konuşlanmış bulunan Friglerin kralı Midas: bir gece, rüya görür. Rüyasındaki ses, ona “Topraklarında hemen bir gemi çapası ara ve o çapanın bulunduğu yere bir şehir kur, bu şehir sana mutluluk getirecektir” der.
Bunun üzerine: Kral Midas, tüm adamlarını, bölgede “gemi çapası” aramak üzere gönderir. Zamanla, bugünkü Ankara kalesinin bulunduğu yerde, bir gemi çapası bulurlar. Bunun üzerine, hemen oraya bir şehir kurarlar. Kurulan şehrin adına ise, gemi çapası anlamına gelen “Anker” ya da “Ankira” ismini verirler. Bulunan gemi çapasını ise, uzun yıllar, tapınaklarında saklarlar.

Evet: gemi çapası konusu ilk kez, burada geçiyor. Ancak: bu söylencede: Friglerden önce, bu gemi çapasının, buraya yani Ankara şehri yerleşim yerine nasıl geldiği belli değil.

Bir başka söylence ise şöyle:

Galatlar: MÖ.280-274 yılları arasındaki dönemlerde, Balkanlar ve Ege kıyılarında yaşamakta olan, Orta Avrupa kökenli “Kelt” halkıdır.

MÖ.280 yılında: Brennios komutasında, doğuya doğru yürüyüşe geçen Galat halkı: bugünkü Macaristan ve ardından Yunanistan’daki Delphi kentini yağmaladılar. Aynı yıl: Byzantion (İstanbul) kenti karşısındaki bir tepeye karargah kurarak, kenti bir süre tehdit ettiler. Galatların, bir kış mevsimi geçirdikleri bu tepe, bu tarihten sonra “Galata” olarak anılmaya başlanır. Uzun görüşmelerden sonra: Byzantionlular, Galatlara, büyük haraç ödemek ve boğazı geçmelerine yardım etmek koşulu ile, kurtulurlar.

Boğazın karşı yöresine, Anadolu’ya geçen Galatlar: MÖ.277-274 yılları arasında: Ege kıyılarını yağmalarlar. MÖ.274 yılında ise, Bergama krallığı, Galatları büyük bir yenilgiye uğratır ve onları, Orta Anadolu bölgesine doğru sürer.

MÖ.273 yılları. Karadeniz kıyılarında hüküm süren Pontos ülkesinin kralı Mithridates: İstanbul boğazından geçerek Karadeniz’e giren Mısır donanmasına karşı savaşmak üzere: daha önce antlaşma yaptığı “Galatlar”dan yardım ister ve çoğunluğunu Galatların oluşturduğu Pontos ordusu, Batı Karadeniz bölgesindeki “Paplogonia” düzlüğünde toplanır. Mısır donanması, Sinop doğusunda karaya çıkar ve burada yapılan kanlı savaşlar sonunda: Galatlı askerlerin yoğunlukta olduğu, Pontos ordusuna yenilirler.

Galatlar yani Tektosaglar: yanan Mısır gemilerinden elde ettikleri ganimetleri, 3 boy arasında bölüşürler. Geminin çapasını da, olayın hatırası için yanlarında getirirler.

Karadeniz kıyılarındaki hükümdar Pontos ülkesi kralı Mithridates: Karadeniz kıyılarında, Mısır donanmasına karşı yaptığı savaşta, kendisine yardım eden “Galatlar” ın; isteklerini kıramaz ve onlara: Anadolu içlerinde yerleşebilmeleri için toprak verir.

GALATLARIN ANADOLU’DA ŞEHİR KURMALARI:

Galatlar: kendilerine verilen bu topraklar üzerinde, 3 şehir kurarlar. Bu kentler: daha önce Frigler tarafından kurulan Pessinus şehrinin bulunduğu yerde: Nemeton kenti. Diğeri: şarap yapmakta öne çıkan Trokmiler tarafından kurulan Tavion kenti. Ve diğeri: Tektosaglar tarafından daha önce bir Frigya şehri bulunan yerde kurulan, Ankyra kenti.

ANKYRA (ANKARA) ŞEHRİNİN KURULUŞU:

Testosaglar: yerleştikleri bu yeni yere: biraz önce söylediğim gibi “Ankyra” adını verirler ki, bu kelimenin anlamı “Durduran-Yol kesen” dir. Bu deyim, daha sonra gemicilikte kullanılarak, “gemi çapası” yani “Anchor” anlamını alır. Bir söylentiye göre: Ankara kalesinin bulunduğu kayalık yerin görünümü “gemi çapası” na benzemektedir. Ancak, esas olan, Galatların: Karadeniz’den gelirken, beraberlerinde bir gemi (savaşta yendikleri Mısır gemisine ait) çapası getirmeleriyle bağlantılıdır.
Evet, bölgeye yerleşen Galatlar: Ankyra kenti çevresindeki bağlarda: kaliteli üzüm yetiştiğini anladıklarında, şarapçılık yapmaya başlarlar. Ürettikleri bu şarapları, yine kendi ürettikleri fıçılarda sakladılar ve komşu krallıklara sattılar. Ancak: Anadolu’nun nehirleri, kendi anavatanları olan “Galya” daki gibi, taşımacılığa elverişli değildir. Bu nedenle, şarap fıçılarını özel geliştirdikleri katır arabalarında taşıdılar. Aslında: yerleştikleri bu yeni bölge yani Anykra: o çağda, günümüzdekinden çok daha fazla orman, tarla ve çayırlıklara sahipti. Bozkır daha azdı. Ankara civarında, günümüzdeki kurak tepelerin yerinde, geniş orman alanları uzanıyordu. Bu ormanlık alanlarda: meşe, gürgen ve çam ağaçları ve Galatların çok sevdikleri kutsal hayvanları olan: geyikler ve yaban domuzları bolca bulunuyordu.

Galatlar: yeni yerleşim yerlerine, bir de kale (günümüzdeki Ankara kalesi) yaparlar.

ROMA İMPARATORLUĞU DÖNEMİ:

Sarışın ve mavi gözlü Galatlar: MÖ.1.yüzyıl sonlarında, Anadolu’da güçlenen Romalıların egemenliği altına girerler ve kendi kültürlerini koruyamayarak asimile olurlar. MÖ.189 yılında, Romalı general Vulso: Galatları yenerek, Anykra şehrini ele geçirir.

Hatta: MS.1.yüzyılda, St.Paulus’un çalışmaları sonucu, Hıristiyanlığı ilk kabul eden Anadolu halkının, Galatlar olduğu söylenir. St.Paulus’un, Galatyalılara Mektup isimli yazıtı, İncil’i oluşturan kitaplardan biri olarak kabul edilmiştir.

İşte bu dönemlerde: Anykra, Anadolu’nun en güzel şehirlerinden biri olur. Günümüzde, Ulus semtindeki Augustus tapınağının bulunduğu yüksekçe tepede, şehirde yerleşim olduğu sürece tapınma yeri bulunmuştur. Şehir halkı ise, bu tapınma yerinin çevresindeki bölgeye yerleşmiştir. Çankırı caddesi üzerindeki “Roma hamamı”, kale dibindeki “Roma Tiyatrosu” ve Hisar Tepesindeki “Kale”. İşte size Ankara şehri.

Burada oturanlar: Roma imparatoru Augustus’un, kente yaptırdığı: forum, tiyatrolar, sirkler, hamamlar, yollar, kaldırımlar, taşları döşenmiş caddeler, saraylar ve güzel villaları imrenerek seyrederler. Her yerde, heykeller vardır. Roma döneminde, Anykra şehrinde yapılan ve günümüze kadar ulaşan yapılar şunlardır:

ROMA HAMAMI:
Halen dünyadaki 3 büyük hamamdan biridir. MS.2.yüzyıl sonu ve 3.yüzyıl başlarında yapılmıştır.
Hamamda: yılan tutan, kocaman bir el simgesi bulunmuş olup: bu simge; yapının, Sağlık Tanrısı “Asklepius” adına inşa edildiğini düşündürmektedir.
Hamamın ortaya çıkarılması kazılarında: Roma İmparatoru Caracalla ve annesi Julia Donma adına yapılmış, çok sayıda sikke bulunmuştur.
Kentten, 60 km. uzaklıktaki “Elmadağ”dan getirilen su: bu hamam ile birlikte, bütün yerleşim yerlerine dağıtılıyordu.

ROMA TAPINAĞI:
Roma imparatoru Augustus: şehirde kendi adını taşıyan bir tapınağın yapılmasına izin verdi. MS. 10 yılında tamamlanan tapınağın duvarlarına: imparatorun Roma’da bulunan vasiyetnamesinin Latince ve Yunanca kopyaları yazıldı. Tapınak, günümüzde, Ulus semtinde, Hacıbayram camisinin hemen yanındadır.

Tapınağın cephesi ve giriş yeri, Helen kutsal yapılarında olduğu üzere, doğuya değil de, batıya dönüktür. Bunun nedeni: burada, Helen yerleşiminden önce de, daha önceki kültürlere ait bir tapınma yeri bulunmasıdır. Çünkü: Ankara yerleşiminde, Romalılardan önceki dönemde: 2 tanrıya tapılıyordu. Bunlar: Bereket Tanrıçası Kybele ve Ay Tanrısı Men.
Kybele: Friglerin en önemli tanrısıydı. Men ise, Luvi kökenli bir tanrı olup, ona da, Frigler ve Lydialılar tapıyordu. Bunun yanında: bu bölgede yaşayan Helenler de, Men’e tapıyorlardı. Bu tapınma için, bugünkü tapınağın bulunduğu yere, bir tapınma yeri yapmışlardı.

Roma İmparatoru Augustus (MÖ.27-MS.14): ölmeden 16 ay önce, Vesta rahibelerine, 4 adet belge verir.
Birincisi: vasiyetnamesidir.
İkincisi: Cenaze töreni hakkındaki istekleri,
Üçüncüsü: Parasal ve askeri durumu ile ilgili kayıtlar,
Dördüncüsü: Yaşadığı sürece yaptığı işler-icraatlardır. Yani: tanrılaştırılmış Augustus’un yaptığı işler.
Her ne kadar, 4 belge verdiği bilinse de, bunlardan yanlızca ‘ index rerum gestarum” isimli “Dördüncüsü” günümüze kadar ulaşmıştır. Bu da: Ankara Augustus Tapınağının duvarındadır.
Latince ve Helence olmak üzere, 2 dille yazılmıştır. Çünkü: o dönemde, Ankara yöresinde dil olarak Helence konuşuluyordu.
Latince metin: tapınağın “Pronaos” yani “Ön oda” denilen, iki yan duvarının iç yüzeylerindedir. Hacıbayram Camiine yakın olan duvarın üstünde; halen, okunaklı iri harflerle “RE-RUM GESTARUM DİVİ AUGUSTİ” yani “TANRILAŞTIRILMIŞ AUGUSTUS’UN İCRAATLARI” sözcükleriyle başlayan metin: duvarın büyük bölümünü kapsar.
Latince yazıtın arkası, onun karşısında kalan duvarın iç yüzünde devam eder.
Latince metnin Helence çevirisi ise, bu duvarın, yani batı-doğu doğrultusundaki tapınak duvarının dış yüzündedir.

Tapınak: Bizans döneminde, Hıristiyanlığın kabulüyle kiliseye dönüştürülür. Ortadaki büyük odanın, güney duvarına, 3 pencere açılır. Ortadaki büyük oda ile, arka odanın arasındaki duvar yıkılarak, büyük bir oda yapılır.

JULİANUS SÜTUNU:
Roma imparatoru Julianus’un, MS. 362 yılında, Ankara’dan geçerken, anısına, günümüzde Ulus semtinde bulunan “Julianus Sütunu” dikilir. Sütun: yivli taşlardan oluşmuş ve yaprak biçiminde bir taç ile süslenmiştir.

Tektosaglar: Yunanistan’da-Delphi şehrini yağmaladıklarından bu yana: epeyce değişmişlerdir. Ancak: yine de, bazı geleneklerine bağlı kalmışlardır. Özellikle: çok kalabalık olarak gerçekleşen şölen geleneği, aynen devam etmektedir.

TÜRKLER DÖNEMİ:

Derken: 1071 yılında, Bizanslılar, Malazgirt’te, Türkler tarafından büyük bir yenilgiye uğratılırlar, ancak, Türkler, bu zaferden sonra geri çekilirler. Bu sırada: Roussel de Bailleul; Bizans imparatorluğuna ihanet ederek, kendine bir krallık kurmak ister. Galatlara da güvenerek, Anadolu’yu ele geçirmek üzereyken, Bizanslılar, büyük bir hataya düşerek, Selçukluları yardıma çağırırlar. Bunun üzerine, binlerce Türk, Türk yaylalarından Marmara’ya doğru ilerler ve bir daha geri dönmezler.

Galat kaleleri: Türklere birkaç yıl daha direnir, ancak daha sonra her şey biter. Ancak: Türkler, kale halkıyla oldukça iyi anlaşırlar. Kendi ordularına, serüveni seven bu insanları da alırlar. Böylece: Türk-Galat kardeşliği başlamış olur.
Selçuklu döneminde: Ankara şehrinin adı: Zatül Selasil.

Takip eden dönemde ise, şehre “Engür” ismi verilir. Aslı Farsça olan kelimenin anlamı “Üzüm” dür. Bu isim: bir zamanlar: bağlık-bahçelik olarak bilinen Ankara şehrini, gayet güzel ifade etmektedir. Çünkü: o dönemde, Ankara ve çevresi: üzüm’ün anavatanıdır. Özellikle: Kavaklıdere bölgesinde, en iyi şarapların üretildiği bilinmektedir. Bu ismin kullanılmasındaki bir diğer iddia ise: Ankara kalesinin halka “angarya” ile yaptırılmasıdır.

Aranan kelimeler:

30 Ekim 2010
bosluk

Ankara Savaşı

Ankara Savaşı

Bir gün: Çankırı-Ankara yolunda ilerlerken, Akyurt üzerinden değil de, Çubuk-Esenboğa üzerinden döndüğümde: burası nispeten yüksek olduğundan, ileride, büyük bir açıklık gördüm. Burası: Ankara yöresinde, günümüzdeki “Kızılay” meydanından sonra, en düzgün yer olarak öne çıkıyor. Ama, aynı zamanda; Ortaçağ döneminin en kanlı savaşlarından birinin yapılmış olması, “Çubuk Ovası” olarak bilinen bu düzlüğün önemini daha da ortaya koyuyor. İlginç bir savaş. Birçok yönden ilginç. Ancak, yazı biraz uzun gelebilir. İnanın, mümkün olduğunca, ana hatları ve ilginç hususları yazmaya çalıştım.

Bu yüzden: inceledim, sizlerin de, bu ülkenin birer insanı olarak, bu ilginç özellikleri olan savaş hakkında kısa bilgi sahibi olmanız için, kısa bir savaş hikayesi yazmak istedim. Buyurun, öncesi, gelişimi ve sonrasıyla, birçok ilginçlikleri bünyesinde barındıran, bir savaş hikayesi.

Özellikle: Timur’un, Orta Asya Semerkant’tan kalkıp, Ankara önlerine ve hatta savaşın ardından, İzmir’e kadar gelmesinin anlamı ne olabilirdi? Veya, ordusunu hıristiyan Sırp askerleriyle güçlendiren Yıldırım Beyazıt: Anadolu topraklarında, neden Türkmen katliamına girişmiştir?

Yıl; 1400. Osmanlılar, gittikçe güçlenmekte ve büyümektedir. 1396 yılında, Tuna nehri üzerinde bulunan Niğbolu kalesi yakınlarında yapılan; Niğbolu Savaşı. Büyük bir haçlı ordusu, Osmanlı ordusu tarafından yenilgiye uğratılır. Balkanlar: tamamen, Osmanlının egemenliğine girer. Söylediğim gibi; gittikçe büyüyen, güçlenen ve gelişen bir imparatorluk. Macaristan içlerine kadar girerek, pek çok ganimet getiren Osmanlı akıncıları. En önemli sonuç: Balkanlarda Osmanlıları yenmenin mümkün olmadığı inancının yerleşmesi.

Ancak: batı’daki bu ilerleme, doğuda, yani Anadolu topraklarında görülmemektedir. Çünkü: Anadolu toprakları, ayrı Beylikler tarafından yönetilmektedir. Yani, birlik-beraberlik yok. Osmanlı padişahı Yıldırım Beyazıt: bu beyliklerin ortadan kaldırılarak, Anadolu’nun tamamen Osmanlı hakimiyetine girmesini düşünmek ve istemektedir. Böylece: İmparatorluk, Anadolu toprakları üzerinde de etkinleşecek, daha sonraki hamleler için sağlam bir zemin oluşturulacaktır.

Aynı dönemde: doğu, çok mu uzak, uzak olsa da, ulaşım olanakları çok yeterli olmasa da, Orta Asya bölgesinde, yine güçlü bir Türk ve Müslüman devleti, güçlü bir imparator ki adı Timur, güçlü bir ordu oluşturmuş, bölgede büyük bir güç olarak, çevrenin korkulu rüyası haline gelmiştir. Timur’un kurduğu devlet : Türkistan ve İran toprakları üzerinde yerleşmiş, batı sınırları, Anadolu topraklarına kadar dayanmıştı. Ancak: Anadolu’dan öte, Timur için, Çin önemliydi ve Çin üzerine hareket etmek, en büyük düşüydü.

Ama, bu arada: bu büyük güç; Altınordu/İlhanlı yani yine bir Türk devletini yıkıp, tarihten silerek; günümüze kadar ulaşan, Rusya’nın ortadan kalkmasını engellemiştir. Çünkü: aynı yıllarda, Ruslar, Moskoflar diye anılıp, İlhanlılara vergi veren küçük bir topluluktur.

SAVAŞ ÖNCESİ:

Yıldırım Beyazıt: Anadolu topraklarına girer: daha önce de söylediğim gibi, Anadolu’da birliği sağlamak üzere: Aydın, Menteşe, Karaman ve İsfendiyaroğulları Beyliklerine son verir. Bu beyliklerin başındaki Beyler ise, kaçarak Timur’a sığınırlar.

Timur: Karakoyunlu Beyliği ve Tebriz Hükümdarlığına son verir ve topraklarını ele geçirir. Karakoyunlu Beyi Kara Yusuf ve Tebriz Hükümdarı Ahmet Bey; kaçarak, Yıldırım Beyazıt’a sığınırlar.

Her iki tarafta, kendilerine sığınan ve egemenlikleri sona ermiş bey ve hükümdarlar tarafından, diğer taraf hakkında anlatılan, inanılmaz yalanlarla doldurulurlar. Yıldırım Beyazıt ve Timur arasında: mektuplaşma sürer. Bu mektuplarda: her ne kadar birbirine muhteşem hakaretler eden iki hükümdar ortaya çıksa da, bazı tarihçiler tarafından, bu tür mektuplaşmaların olmadığı, her iki hükümdarın birbirine gayet saygılı hitap ettiklerini yazmaktadırlar. Hatta, karşılıklı hakaret içeren mektupların: gerek kendilerine sığınan beyler tarafından ve gerekse kendi düşmanları tarafından (Bizans ve Çin) hazırlanan entrikalar sonucu ortaya atıldığı da söylenmektedir. Bu yazdıklarımın temelinde: 1398 yılından sonra, Timur ile ilişkilerini sürdüren Hıristiyan devletleri, özellikle Niğbolu Savaşının intikamını almak için, Timur’dan yararlanmayı düşünmüşlerdir. Özellikle: Yıldırım Beyazıt tarafından kuşatılan İstanbul’daki Bizans imparatoru II. Manuel, Timur’a elçiler göndererek, “Timur’un egemenliğini tanıdığını ve kendisine haraç ödemeye hazır olduğunu” bildirir.

Hatta: Timur; en büyük düşmanı olarak gördüğü Çin üzerine harekat yapmak varken, Anadolu üzerine ve Osmanlı topraklarına yönelme fikrini ortaya atınca: ordusunun komutanları: Anadolu’ya yapılacak bir harekatın kendileri için ağır olacağını, esas düşman olan Çin üzerine yürünmesi gerektiğinde ısrar ederler. Ancak: Timur; Anadolu istikametine yürümeyi kafasına koyduğu için: Yıldırım Beyazıt’tan, mektuplarda, yerine getirilemez isteklerde bulunarak ve Yıldırım Beyazıt tarafından yapıldığı öne sürülen “hakaretleri” gündeme getirerek, bir anlamda, savaşın kaçınılmaz hale gelmesini sağlamıştır.

Söylediğim gibi: her ne kadar, bazı tarihçiler tarafından, bu mektuplardaki karşılıklı hakaret içeren tutumların, sahte mektuplar yazılarak geliştirildiği söylense de, bir yandan da, Yıldırım Beyazıt’ın, cesur ve sabırsız, konuştuğu zaman kendini kaybeden bir yapıda olması, bu mektuplarda yazılanlar hakkında, bizleri kararsız bırakmaktadır.

Evet, tüm bu mektuplaşmalar; her iki hükümdarın kendi aralarında bir anlaşma sağlanmasına yetmez ve savaş kaçınılmaz olur.

Timur: 1400 yılında; Gürcistan’da, İran ve Türkmenistan kavimlerinden, büyük bir ordu oluşturur ve Anadolu içlerine doğru harekete geçer. Erzincan, Kemah ve Sivas üzerinden ilerler, geçtiği yerleri ele geçirir, yakıp-yıkar. Özellikle: Sivas şehrinde, sıkıntılar yaşanır. Timur; uzun süre kuşatıp alamadığı şehri ele geçirmek için, bazı vaatlerde bulunur, şehri teslim alır. Ancak, vaatlerini tutmaz ve şehirde büyük katliam yapar. Böylece: Anadolu halkının dayanma gücünü kırmak ve Yıldırım Beyazıt’ı tahrik ederek, üzerine gelmesini sağlamak istemektedir. Çünkü: Niğbolu savaşında, büyük haçlı ordusunu yenen Yıldırım Beyazıt’tan çekinmektedir. Ama: bir yandan da, “İslam Dünyası”nın hamisi olduğu iddiasıyla, Hıristiyan devletlere elçiler göndermektedir.

Yıldırım Beyazıt: İstanbul kuşatmasını kaldırır ve Bursa’da, büyük bir ordu toplar. Evet: Yıldırım Beyazıt’ın Timur tehlikesi nedeniyle, İstanbul kuşatmasını kaldırmış olması: elbette, Bizanslıların rahat etmesini sağlar. Yani: her iki hükümdar arasında ortaya çıktığı söylenen çatışmaların temelinde: düşünüldüğünde, Bizans’ın bulunduğu olasılığı bile gündeme gelebilmektedir. Sonuçta: iki Türk ve Müslüman hükümdar ve güçleri, birbirini kıracak bir çatışmaya doğru süratle sürüklenmektedirler. Timur; Çinlileri, Yıldırım Beyazıt ise, Bizanslıları unutmuştur.

Timur: Sivas şehrinin müdafaasında yaşadıklarını düşünerek, Anadolu’nun diğer şehirlerinde de aynı sıkıntıyı yaşamamak için: Batı Anadolu’ya ilerlemekten vazgeçer ve yukarıda da söz ettiğim gibi, Yıldırım Beyazıt’ın kendi üzerine gelmesini beklemeyi tercih ederek, Suriye üzerine yönelir. Antep, Halep ve Şam şehirlerini ele geçirir.

Bu sırada: Yıldırım Beyazıt: Kayseri’ye ulaşır. Ancak: Timur, yaptığı çatışmalar sonucu ordusunun yıpranmış olmasını düşünerek, Kayseri bölgesine değil, Bağdat istikametine yönelir.

Yıldırım Beyazıt ise: Timur tarafından ele geçirilen, Erzincan şehrine yönelir ve burayı ele geçirir. Şehrin hükümdarı Muttaharten’i esir alır. Kemah ve Sivas, yeniden Osmanlılar tarafından ele geçirilir ve ordu Bursa’ya döner.

Timur: Bağdat şehrini ele geçirir ve Irak bölgesini tamamen işgal ettikten sonra, Azerbaycan bölgesine döner, burada, bütün kuvvetlerini toplamaya başlar. Hazırlıkları tamamlanınca: Timur ve ordusu: Kırşehir üzerinden hızla gelerek, Ankara kalesini kuşatır. Kale koruyucusu Yakup Bey, muhteşem bir mücadele vererek, kaleyi korur. Timur ordusu: Osmanlı ordusunun geldiğini duyunca: Kayseri bölgesine yönelir. Timur, yine, Yıldırım Beyazıt’ın ordusunu, kendisine çekmek istemektedir.

Bu sırada: Osmanlı ordusu, Bursa’dan yola çıkarak, Ankara önlerine gelir. Timur ordusunun burada olmadığı öğrenince, Kızılırmak nehrini geçerek, Artova-Akdağmadeni bölgesinde toplanırlar. Yıldırım Beyazıt; kendi ordusunda piyade askeri çok olduğundan, savaşı, dağlık bölgede yapmak istemektedir. Ancak: Timur, ordusuyla birlikte, yeniden Ankara önlerine gelir ve Yıldırım Beyazıt’ın geleceğini düşündüğü yolu kapatarak, beklemeye başlar.

Ancak: Osmanlı ordusu, Tokat üzerinden hareketle, Timur’un hiç beklemediği bir yoldan, bölgeye gelir ve yerleşir. Hatta: Yıldırım Beyazıt; bölgeye geldiğinde, Timur ordusunun başka yönde yerleştiğini görmesine rağmen; mertlik adına, bir gece geride kalır ve bunun üzerine, Timur ve ordusu; Yıldırım Beyazıt’ın ordusu karşısında mevzilenir. Ancak: bu arada; Osmanlı ordusu, bölgede sürekli hareket halinde bulunması nedeniyle yorulmuş, bölgedeki tüm su kaynakları Timur ordusu tarafından imha edildiğinden (hatta bir nehrin yatağının bile değiştirildiği söylenmektedir) yaz sıcaklarında, büyük susuzluk çekmektedirler. Her iki ordu: Çubuk ovasında; karşı karşıya gelirler. Ancak, biraz önce söylediğim gibi, Timur ordusu dinç, Yıldırım Beyazıt ordusu ise, yorgundur.

SAVAŞIN GELİŞİMİ:

Ankara önlerinde, her iki ordu yerleştiğinde: güç dengeleri şöyleydi:

Osmanlı ordusu: 70.000 kişilik bir askeri güç olarak öne çıkıyordu. Ancak: bu gücün, yaklaşık 20 000 kişilik bölümü, tamamen zırhlı, kayınbiraderi Sırp prensi Stefan ve Sırp askerlerinden yani Hıristiyan askerlerinden oluşuyordu. Bu ilginç durum, Beyazıt tarafından bilinçli olarak oluşturulmuştu. Çünkü: Osmanlı askeri; karşısındaki askeri gücün Müslüman ve Türk olduğunu biliyor ve bu yüzden isteksiz davranıyordu.

Timur ordusu: 160.000 kişilik askeri bir güç ve 32 filden oluşan, yörede bilinmeyen değişik bir güç. Ancak: orduda, gayri Türk unsur yoktu.

Osmanlı ordusu: merkezde: Yıldırım Beyazıt ve Vezir ile şehzadeler: Mustafa, Musa ve İsa Çelebiler. Sağ kolda: Anadolu kuvvetleri, Kara Tatarlar ve onların sağında okçular vardı. Solda: Rumeli yani Sırp birlikleri, askerleri bulunuyordu. İhtiyatta ise: Amasya Sancakbeyi Şehzade Mehmet Çelebi’nin güçleri yerleştirilmişti.

Timur ordusu: merkezde: Timur, bizzat kendisi bulunuyordu. Sağ kolda: iki oğlu, Miranşah ve Emirzade Mehmet ve bunların askerleri vardı. Sol kolda: Timur’un diğer iki oğlu ve askerleri yerleştirilmişti.

28 Temmuz 1402 günü: sabahı, savaş; Timur ordusunun saldırısı ile başladı. Ancak: başlangıçta, Osmanlı güçleri üstün göründüler. Timur ordusunun önünde bulunan okçular, Osmanlı süvarilerini okları ile etkisiz hale getirmeye çalıştılar ve geri çekildiler. Bu geri çekilme üzerine, Osmanlı ordusu, ileri atıldı ve Timur ordusunun bozguna uğradığını düşünerek, geri çekilen Timur ordusu güçlerini kovalamaya başladılar. Ancak: Timur ordusunun bu bilinçli hareketi sonucu, bir süre sonra, Osmanlı ordusu, Timur ordusu tarafından, ay şeklinde, kuşatma altına alındı.

Bunun üzerine: Osmanlı ordusunun sağ tarafında bulunan: Kara Tatarlar (bunlar sonradan Türkleştirilmiş Moğollardır) aniden, Timur ordusu tarafına geçerek, Osmanlı askerlerine saldırdılar. Çünkü: Timur; savaştan önce, Anadolu’da bulunan “Tatar Beyleri”ne mektuplar göndererek: “Aynı soydan olduklarını, zamanında, Tatarların Anadolu’da egemen olduklarını, Türkmenlerin Tatarların kölesi olduğunu yazar. Osmanoğlu aradan kalkarsa, kendilerini Anadolu’da yeniden egemen yapacağını söyler ve Tatarların bir savaş durumunda, kendi saflarına katılmalarını” söyler.

Kara Tatarların bu ani taraf değiştirmeleri üzerine; buradaki tımarlı sipahiler, üstün gayret göstererek, mevzilerin yarılmasını engellediler. Ancak: bu sırada: Timur ordusu saflarında bulunan, Anadolu Türk Beyleri, sancak açtılar ve Osmanlı ordusundaki, Türk Beyliklerinden derlenen askerler de, bu sefer, Timur ordusu saflarına katıldılar.

Bu arada: hiç fil görmemiş, Osmanlı askerleri ve atları; aniden karşılarına çıkan ve hiç tanımadıkları bu güç karşısında; ürktüler. Hatta: fillerin, Timur ordusunda, Esenboğa isimli bir komutanın emrinde bulunduğu söylenir. Esenboğa isimli bu komutanın emrindeki filler, bugünkü esenboğanın bulunduğu yerde, sislerin arasından çıkıp, Osmanlı askerlerine saldırırlar. Düşününce, buranın yani Esenboğa bölgesinin günümüzde de, yoğun olarak sisli bir yer olduğunu biliyoruz. Ama, buraya yani yoğun sisli bir yere, havaalanı yapılmasını anlamak mümkünmü?

Tam bir bozgun. Osmanlı ordusunun: hem sağ ve hem de sol kanatları çöktü. Bunun üzerine; her iki kanatta bulunan Osmanlı güçleri: kuvvetlerini toparlayarak geri çekilmeye başladılar. Yıldırım Beyazıt ise; özellikle kendisini kaçırmak üzere merkez bölgesine gelen Sırp askerlerinin tüm uyarılarına rağmen, savaş alanını terk etmek istemedi. Merkezden; yanındaki 3000 askerle, doğrudan Timur ordusunun merkezine saldırarak, Timur’u öldürmeyi ve böylece savaşı kazanmayı düşündü. Ancak: Timur, üzerine doğru gelen, Yıldırım Beyazıt’ın sağ olarak yakalanması emrini verdi ve Timur askerleri, Yıldırım Beyazıt’ı, üzerine ağ atarak, sağ yakaladılar.

Evet; Ankara savaşı, toplam 14 saat sürdü.

SAVAŞIN SONUNDA:

Savaşın sonunda: yukarıda da söz ettiğim gibi, Yıldırım Beyazıt, Timur’un askerleri tarafından sağ olarak yakalanır. Böylece: Osmanlı imparatorluğu tarihinde, ilk ve son kez, bir padişah, savaş alanında sağ olarak, düşman eline geçer.

Yıldırım Beyazıt: Timur tarafından: önce gayet güzel şartlarda karşılanır. Taşkent’e götürülür. Yanında: karısı Sırp prensinin kardeşi Despina Lazareviç’de bulunmaktadır. Önceleri: şehirde, bir konakta serbestçe ve birlikte yaşayan, Yıldırım Beyazıt ve karısı, bir süre sonra, ayrılırlar. Timur, çatışma öncesi yazışmalardaki hakaretlerde geçtiği gibi, Beyazıt’ın karısını kendi haremine sokar. Hatta: Yıldırım Beyazıt’a hitaben “İşte bu kadın yüzünden, Türklere kıydın ve bu hallere düştün” diye hitap eder. Bunun dışında: Yıldırım Beyazıt’ın, kafes içinde, Anadolu’da gezdirildiği de söylenmektedir.

Bunlara dayanamayan: Yıldırım Beyazıt, bir kısım tarihçi tarafından nefes darlığından ve başka bir kısım tarihçi tarafından ise, yüzüğündeki zehri içerek intihar eder ve 44 yaşında, esir düştükten 8 ay sonda: Akşehir’de iken ölür.

STRATEJİK SONUÇLAR:

1. Anadolu topraklarında, İki Müslüman ve Altay Türkü kökenli hükümdar: kendine sığınan beylerin ve Hıristiyan ülke liderlerinin olmadık şeyler söyleyip, aralarını açmaları sonucu, büyük bir savaşa tutuşmuşlar ve Ortaçağ’ın bu en büyük ve kanlı savaşında, 200.000 Türk ölmüştür. Timur: Moğol değildir. Günümüzdeki Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 Türk devletinden birisi de, Timurlar devletidir.

2. Yıldırım Beyazıt: Anadolu topraklarındaki Türkmenleri telef etmek için; Hıristiyan Sırp askeri güçlerinden yararlanmıştır ki, bu tutumu anlaşılır gibi değildir.

3. Sırplar; her ne kadar Osmanlı güçlerine, Timur ile ilgili savaşta yardım etmiş olsalar da, bu durum, Sırpları hiçbir zaman tarihimiz açısından olumlu göstermez. Çünkü: yakın geçmişte, Balkanlarda, Müslüman Bosnalılara karşı kıyım uygulayan Sırplar, 600 yıl önce de, Osmanlılarla birlikte de olsa, Anadolu topraklarında, yine Müslüman ve Türk katliamı yapmışlardır.

4. Savaş sonunda:

a. Anadolu Türk birliği parçalanmıştır.

b. Bizans ve İstanbul’un fethi: 50 yıl sonraya kalmıştır. Yıldırım Beyazıt tarafından, bu dönemde İstanbul alınmış olsaydı, büyük olasılıkla, Fatih Sultan Mehmet tarafından, Viyana ve Vatikan ele geçirilebilirdi.

c. Osmanlı devletinin gelişimi, bu savaşın kaybedilmesi sonucu, 50 yıl sonraya kalmıştır.

d. Timur ve ordusu her ne kadar bu savaşı kazanmış olsa da, takip eden dönemde büyük bir devlet kurmayı başaramamışlardır. Halbuki bu savaşı kaybeden Osmanlılar, takip eden dönemde, çok daha büyük bir devlet kurmuşlar ve askeri güç haline gelmişlerdir.

e. Timur: Yıldırım Beyazıt’ın isteği üzerine, Tatarları, Anadolu’dan sürgüne gönderir.

f. Timur: İzmir şehrine kadar ilerler ve buradaki Hıristiyanları, şehirden atar. Anadolu Beylerine, topraklarını geri verir. Anadolu’daki Osmanlı varlığını tamamen yok etmez. Çünkü: söylenenlere göre, buna “Şeyh Bedrettin” engel olmuştur. Timur: Hint ve Çin diyarlarını ele geçirmek üzere, Doğu’ya yönelir.

g. Savaş esnasında: Türkmenlerin, Anadolu Beyleri tarafından bayrak açılması üzerine, Osmanlı ordusunu terk ederek, Timur ordusuna katılmaları sonucu: Sırp prensi, “Türkler bize ihanet etti, yurdumuza dönelim” şeklinde, Yıldırım Beyazıt’a teklifte bulunduğu ve ancak, bu teklifin kabul edilmediği söylenir.

h. Osmanlılar: savaş sonunda, Anadolu’daki tüm topraklarını kaybetmiş olmalarına rağmen, Balkanlarda bir tek taş dahi kaybetmezler. Bu yüzden: imparatorluk tarihi boyunca, Türk unsurlara güven sarsılır ve bunun sonucunda, devlet yönetiminde, Türk unsurlara çok az yer verirler.

i. Timur’un, Yıldırım Beyazıt’ın karısına karşı olan tutumu nedeniyle: takip eden dönemlerde, Osmanlı padişahları, kadınlarıyla evlenme alışkanlıklarından vazgeçerler ve evlenmezler.

Aranan kelimeler:

21 Ekim 2010
bosluk

Demokles’in kılıcı

Demokles’in kılıcı

Size aşağıda anlatacağım hikaye, ünlü Romalı hatip Çiçero tarafından MÖ.260 yıllarında yazılan “Tusculanae Disputationes” yani “Turculum Tartışmaları” yazıtlarında bulunmaktadır.

MÖ.4.yüzyıl: Akdeniz’de-Sicilya adasında- Sirakuza kralı Dionysios.

Kralın sarayında: Damokles isimli bir yakın dostu ve aynı zamanda danışmanı bulunmaktadır. Kral Dionysios ve danışmanı Damokles; ülkenin yönetimi konusunda sürekli konuşmaktadırlar. Ancak, bu konuşmalarda, ana tema: Damokles tarafından, sürekli olarak: kralın ve krallığın bahşettiği mutluluklardan söz etmektir.

Kral Dionysios: bu konuşmalardan bıkar ve bir gün: Damokles’e: “ Bu mutluluğu, seninde tatmanı istiyorum” der ve krallık tacı ve tahtını, büyük bir şölen düzenleyerek, Damokles’e devreder.

Damokles: büyük bir sevinçle, krallık giysilerini giyer, tacını takınır ve tahta oturur. Şölen devam ederken, birden, başının üstünde: tahtın hemen yukarısında bir şeyin sallanmakta olduğunu görür. Dikkatlice baktığında ise, bunun: “at kuyruğu kılına bağlı, keskin ve büyük bir kılıç” olduğunu görür. Anlam veremez, korkar.

Ancak düşündüğünde: krallığın; sadece güç ve zenginlik olmadığını, aksine, tahta oturan kişinin canını dahi tehlikelere sokabilecek bir mevki olduğunu anlar. Ayrıca: güçlü mevkilerdeki insanların; bir hata yaptıklarında, bu hatalarının, gerektiğinde en büyük şekilde cezalandırılacağının anlar. Güç ve kudret, sorumlulukla birliktedir. Sorumluluk ise, çoğu zaman: güç ve kudreti bir anda bitirebilir.

Son olarak: Çiçero dan söz edince, onun çok sevdiğim bir sözünü, sizlerle paylaşmak istiyorum “İnsanın en büyük düşmanı, kendisidir”

Aranan kelimeler:

17 Ekim 2010
bosluk

Kurbağa

Kurbağa

Geçenlerde, keçiler üzerine bir yazı yazmıştım. O yazıda, suçlu keçiydi. Şimdi: yine değişik bir yazı yazmak istiyorum. Bu kez, konu: kurbağa. Ama: kurbağa suçlu değil. Kurbağa: kurban.

Evet: bir kap içindeki suyu bir miktar ısıtıp, içine bir kurbağa attığınızda: kurbağa, ısınmış suda, bir nebze yanmanın verdiği sıkıntı ile, içine düştüğü ortamın olumsuzluğunu “aniden” hisseder ve kaçmaya gayret eder.

Ancak: aynı kap içindeki suya, bir kurbağa atıp: daha sonra; azar azar ısıtmaya başlarsanız; içindeki kurbağa, önceleri bu yavaş değişimi pek hissedemez, hatta yadırgamaz. Zamanla, bu değişime, yani ısınmaya alışmaya bile başlar. Hatta: bu ısınma onu gevşetir, vücut ve beyin fonksiyonlarını zayıflatır. Düşünmesini engeller, hareket etmesini yavaşlatır. Sonuçta: suyu ısıtmaya devam ettiğinizde, içindeki kurbağa; öleceğini anlasa, rahatsız bile olsa, biraz önce söylediğim nedenlerle ( gerek beyin fonksiyonlarının yani düşünce yeteneğinin bitmesi ve gerekse fiziksel gücünün azalması) artık kıpırdamaz ve su gerekli ısı düzeyine ulaştığında, ölür.

Sonuç mu: bir canlıyı, bulunduğu ortama alıştırmanın en önemli yolu: yavaş yavaş alıştırmaktır. Ani değişim ve gelişimlere, canlılar kolay adapte olamazlar. Önemli olan: hani derler ya, yavaş yavaş, alıştıra alıştıra, sindire sindire.

İşte, kurbağa deneyimiz de, bu söylediklerimin ne kadar gerçekçi olduğunun anlaşılması açısından önem taşıyor. Bu arada, bunun tarihle, tarihin izinde ile ne ilgisi varsa derseniz, onu da siz bulacaksınız.

Aranan kelimeler:

16 Ekim 2010
bosluk

cumhuriyet tarihi Son Yazılar FriendFeed
kişi siteyi ziyaret etti