At nalı ile ilgili inanış ve söylencelerin bir çoğu, batıya ait yani Hıristiyan literatüründe geçmektedir. Ama yine de, ülkemizde de, bir kısım inanış, “At nalı” nın, koruyucu, kutsal ve uğur niteliğine inanışı simgeler. Yani: bizdeki “Nazar Boncuğu” nun batı versiyonu “At Nalı” denilebilir.
Batı’da at nalı hakkındaki en bilinen söylence şöyle: “ Ortaçağ dönemleri. İngiltere’de; Dunstan isimli bir nalbant var. Bir gün: şeytan, kılık değiştirerek, bu nalbant’ın dükkanına gelir ve at ayağı şeklindeki ayaklarına, nal takmasını ister. Nalbant; her ne kadar kılık değiştirmiş olsa da, şeytanı tanır ve kafasından bir plan yapar. Şeytan’a hitaben, ayaklarına nal takabilmesi için, kendisini duvara zincirlemesi gerektiğini söyler. Şeytan, kabul eder ve nalbant, şeytanı, çok sağlam zincirler ile, duvara sıkıca zincirler. Daha sonra ise, yaptığı nalları, şeytanın ayağına; büyük ızdırap ve acı verecek şekilde, takmaya çalışır. Şeytan, bu acı ve ızdıraba dayanamaz ve bunun üzerine, nalbant Dunstan; şeytan’a “ bir daha Tanrı’ya inanan insanların mekanlarına girmeyeceksin” der. Şeytan, bunu kabul eder. Ancak: nalbant’a şu soruyu yöneltir. “Peki, insanları inançlarına göre nasıl ayırt edeceğim”. Nalbant: elindeki at nalını gösterir ve “işte işaret bu nal olacak ve sen bunun bulunduğu mekanlara girmeyeceksin” der. Şeytan, bunu kabul eder ve uzaklaşır.
Nalbant Dunstan ise, bu olaydan sonra: İngiltere’nin en önemli katedrallerinden birine, başpiskopos olur.
Evet: at nalı hakkındaki inanışlar, elbette bundan ibaret değil. Konuya, Ortaçağ’dan girmiş olmama rağmen, daha da eski dönemlere ait anlatılanlar var. Yeryüzünde, demir madeni bulunduğunda, insanlar: bu madenin, büyücü ve şeytanlara karşı bir güç olarak ortaya çıktığına inanırlar. Bu inancın sonucunda: büyücü olduğundan şüphe edilen veya inanılan kadınlar, ölünce veya öldürülünce, bir daha dünyaya geri gelmesinler diye, tabutlarının üzerine at nalı çakılır.
Nal: “U” şeklindedir ve bu şekil, dünyanın uydu’su “Ay”ın, hilal konumuna benzetilir. Bu nedenle: şekil itibarı ile, at nalının: bolluğu, koruyu gücü ve iyi hali de temsil ettiğine inanılır. Ayrıca: nal üzerinde 7 çivi deliği bulunur ve “7” rakamının uğuruna inanılır.
Evet, at nalı’nın: inanışlara göre önemini ve Tanrıya inanan insanlar tarafından, yaşadıkları mekana asılması gerekliliğini öğrendik. Şimdi: at nalının ne şekilde asılması gerektiğine bakalım. At nalı: bulunulan mekana: belli bir kurala göre asılır. Bir kısım insan: kapının tam üzerine ve asılmasına, çünkü iyi şans’ın nalın uçlarından aşağıya süzülüp gitmemesini düşünerek, uçlarının yukarı bakacak şekilde asılmasına inanır. Diğer bir kısım insan ise; nalın uçlarının aşağıya doğru olması gerektiğine, çünkü: iyi şansın, süzülerek evin içini doldurması gerektiğine inanırlar.
Değişik görüş ve düşünceler; elbette farklı uygulamalar ve sonuçlar yaratıyor. Önemli olan: her şeyi bilmek, ama doğru olduğuna inandıklarımızı uygulamak. Yani: bunları yazarken, kimseye, evinize “at nalı” asın veya asmayın diye öneri de bulunmak elbet te mümkün değil.
Baba ocağı; ilginç bir konu. Daha çok; aile bağları, baba evinin önemini öne çıkarıyor. Ve ilginç olan; gerek İslamiyet öncesi Türk gelenekleri ve gerekse Romalılar ve Helen kültüründe; bu konuda, benzer söylenceler var. Ama sonuçta en büyük birliktelik: baba ocağının yani baba evinin, aile yanının kutsallığı ve bu kutsallığa bağlı kalınmasıyla ilgili.
Önce İslamiyet öncesi Türk kültürüne bakmak gerekirse: Türkler; baba ocağını “Törkün” olarak isimlendirirler. İnanışa göre: Aile Tanrısı, bu ocakta barınır ve bu yüzden, ocağın ateşinin hiçbir zaman sönmemesi gerekirdi.
Bu nedenle: büyük ve ortanca kardeşler evlenerek, Törkün’ü bıraktıktan sonra, ocak bekçisi olarak küçük kardeş kalırdı. Ancak, belirli zamanlarda, tüm aile bireyleri, baba ocağında toplanarak “Ata’ya saygı” törenleri düzenlenirdi. Yani: gerek yurt ve gerekse ocak sevgisi, insanlar arasındaki güçlü bir bağın yaratılmasının en büyük etkeniydi. Törkün hakkındaki bir kısım bilgi, Kaşgarlı Mahmut tarafından günümüze yansıtılmıştır.
Gelelim, Helenistik ve Roma-Bizans dönemlerine. Bu kültürlerde de: Aile ocağı tanrısı olarak: “Vesta” geçer. Vesta: ocak, yuva, ev ve ailenin bakire tanrıçasıdır. Yunan mitolojisindeki ismi: “Hestia” dır. Tanrılar tanrısı Zeus’un kız kardeşidir. Yani: mitolojide, verilen öneme atfen, en tepe noktalardan birine konumlandırılmıştır. Evin ve yuvanın koruyucusudur. Bu yüzden, ocak tanrıçası olarak da bilinir.
Ama yinede, çok belirli bir kişiliği yoktur ve anlatıla gelen mitlerde pek yer almaz, hatta hiç betimlenmemiştir. Onun esrarlı varlığının en büyük ve tek belirtisi: hiç sönmeyen, sönmemesi gereken kutsal alevdir.
Evet, gelelim sonuca. Günümüzde: elbette bu mantık veya söylenceler, birçok kişi için saçma gelebilir. Ama unutulmaması gereken şu; düşünün ki, atalarımız olarak kabul ettiğimiz insanlar, binlerce yıl önce, buna inanmışlar, sahip çıkmışlar ve saygı göstermişler. Peki; bugün yaşadıklarımız, binlerce yıl sonra bu dünya üzerinde yaşayan insanlar tarafından nasıl görülecek, nasıl değerlendirilecek ve nasıl karşılanacak. Günümüzden binlerce yıl sonra, bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar, bugünkü şartlarımızı, kurallarımızı, yaşantı tarzımızı çok mu benimseyecekler? Bence: her toplumun fikir, görüş ve düşüncesine, yaşadıkları dönemin özelliklerine binaen saygı duymak şart.
Unutulmaması gereken tek ve en önemli şey; her ne olursa olsun; baba ocağına ve dolayısı ile baba evine sahip çıkmak ve belirli zamanlarda, tüm aile bireyleri olarak, baba ocağında toplanmak.
Roma imparatorluğunda: 14 Şubat tarihi, her yıl: Roma tanrı ve tanrıçalarının kraliçesi olan “Juno” ya saygı günü olarak kutlanır, temizlik ve arınma zamanı olarak kabul edilen bu tarihte: evler süpürülür ve temizlenirdi.
Ertesi günü, yani 15 Şubatta ise: “Lupercalia Bayramı” başlardı. Bayram: Roma imparatorluğunun kurucuları olan “Romus ve Romulus” ile Roma Tarım Tanrısı “Faunus” a ithaf edilirdi. Kutlamalar: aynı gün, Luperci üyeleri ve Romalı papazların kutsal bir mağarada toplanması ile başlardı. Bu mağarada: bereket için keçi ve arınma için bir köpek kurban edilir, bunların postları yüzülür, akan kanları, postlarının ucuna sürülür ve bu postlar ile; papazlar, karşılarına çıkan genç kız ve kadınlara vururlardı. Kadınlar, kendilerine post ile vurulduğunda doğurganlıkların artacağına inanırlardı.
MS.3’ncü yüzyılda: Roma imparatorluğu bölgesinde; kadın ve erkek ilişkilerinde büyük kısıtlamalar vardı. Festivalin ilk günü: genç kızların isimlerinin yazıldığı metal plakalar bulunan bir vazo, yine aynı mağaranın önüne bırakılır, Romalı genç erkekler, bu vazodan ismini çektikleri kızlar ile, bayram boyunca birlikte olurlar ve hatta bazıları birbirlerine aşık olarak evlenirlerdi.
Ancak: Roma İmparatoru II.Cladius zamanında: imparator, bekar bir erkeğin, evli erkekten daha iyi savaşacağını düşünerek, “evlenmelere” yasak getirdi. Ancak: Roma papazlarından “Valentin” imparatorun bu emrine karşı geldi ve genç kız ve erkeleri evlendirmeye devam etti. Zamanla, bu durum, imparator tarafından öğrenildi ve Valentin; 270 yılında, 15 Şubat tarihinde idam edilerek öldürüldü.
Aradan geçen uzun zaman sonunda: Papaz Valentin’e, Vatikan kilisesi tarafından “Aziz” ünvanı verilir. Roma kapılarından biri, onun adı ile anılmaya başlanır.
14 Şubat 496 tarihinde ise: Papa Gelasius tarafından, 14 Şubat günü: “Aziz Valentin” günü olarak ilan edilir. Bu yüzden: “Sevgililer Günü” bazı toplumlarda “Aziz Valentin Günü” olarak kutlanır. Valentin kelimesi: “hoşlanılan kişi” veya “sevgili” anlamında kullanılır.
13’ncü yüzyılda: İngiltere ve Fransa’da, 14 Şubat tarihi, kuşların çiftleşme günü olarak kutlanır ve bu günün anısına, sevgililer, birbirlerine güzel sözler yazılı notlar verirlerdi. Bu notlarda, birbirlerine “Valentin” diye hitap ederlerdi.
1840 yılında: Amerika’da, ilk sevgililer günü kutlaması, yazdığı kart ile; Esther A.Howland tarafından gerçekleştirilir. 14 Şubat 1840 tarihinde, Esther, sevgilisine bir kart gönderir ve böylece, her yıl 14 Şubat tarihinde, sevgililerin birbirlerine, aşk ve sevgi ifadeleri yazılı kart yollamaları alışkanlığı ortaya çıkar.
Evet, işte sevgililer gününün ortaya çıkma hikayesi bu. Kökeni, anlattığım gibi, Katolik Hıristiyan kültürünün günümüze kadar yansıyan bir alışkanlığı. Alışkanlık önceleri, değişik şekillerde uygulansa da, zamanla sevgililerin bu günde birbirlerine karşılıklı sevgi nameleri olan kart göndermeleriyle sürdürülmüş. Ama günümüzde, bu kart yollama alışkanlığı, sevgilileri pek tatmin etmemiş olacak ki, işin boyutu değişmiş ve büyük bir “hediye sektörü” ortaya çıkmış. Sevgililer birbirlerine günün anlamını ifade eden hediyeler almaya başlamışlar. Elbette, bu hediye sektörünün ortaya çıkarılmasında, reklam sektörünün etkisini unutmamak gerek. Yoksa, gayet masum bir kart göndermek ve bir kısım sevgi sözleri yazılmak suretiyle kutlanan bir günün, nasıl büyük boyutlu bir alışveriş çılgınlığının yaşandığı faaliyet haline gelmesini anlamak mümkünmü? Tek izahı, toplumun bu şekilde yönlendirilmesi.
Düşünüyorum da; insanın sevgilisini, eşini, sevdiğini hatırlaması elbette güzel. Ama, bu hatırlama, yılda bir kez mi olmalı? Veya insanın sevgisini, aşkını herhangi bir hediye ile mi ifade etmesi gerek, bu da meçhul? Ama, öte yandan, bu tür kutlamalarda ortaya çıkan büyük bir hediye sektörü ve ekonomik hareketlenme, insanların çılgınca para harcama alışkanlıkları var ve bu da, elbette ekonomik sektörün birimlerini gayet mutlu ediyor. Halbuki sevginin ifadesinin o kadar çok yöntemi var ki………….
Aziz Valentin gününüz, hayır hayır, yanlış söyledim, Sevgililer gününüz kutlu olsun.
Anneler günü, sevgililer günü, şu günü, bu güne derken, toplumda genellikle unutulan bir gün “Babalar Günü”. Kesinlikle, birçok toplum ferdi, Babalar gününün ne zaman olduğunun pek farkına varmaz. Ama, tarihi süreç incelendiğinde, ilk kez, 1910 yılında Babalar gününün kutlandığı ve günümüze kadar olan süreçte, yaklaşık 100 yıldır kutlanageldiği görülür.
Peki: Babalar günü kutlaması nasıl ortaya çıkmış? Babalar gününün kutlandığı, Haziran ay’ının 3’ncü Pazar gününün herhangi bir anlamı varmı? Buyrun, bunları birlikte inceleyelim.
Amerika’nın Virginia eyaletinde yaşayan; Wılliam Smart; altıncı çocuğunu doğururken ölen eşi’nin ardından, tüm hayatını çocuklarına adar. Bunun üzerine; çocuklarından John, babasının doğum günü olan: 5 Haziran tarihinin, özel bir gün olarak kutlanması için, çeşitli yerlere müracaat eder ve bir kampanya başlatır. Bunun üzerine: ilk kez, resmen 19 Haziran 1910 tarihinde, Amerika-Washington-Spokane şehrinde “Babalar Günü” kutlaması yapılır.
Takip eden tarihi süreçte: 1924 yılında, Babalar Günü, Amerika’da, bizzat Devlet Başkanı Calvin Coolidge tarafından kutlanır. 1966 yılında ise, yine Amerika Başkanı Lyndon Johson tarafından; her yılın, Haziran ayının, 3’ncü Pazar gününün “Babalar Günü” olarak kutlanması, resmen ilan edilir. Avrupa kıtasında “Babalar Günü” kutlamaları ise, 1954 yılında, İngiltere’de başlar ve buradan tüm kıt’aya yayılır.
Evet, işte “Babalar Günü” kutlamasının, ortaya çıkış hikayesi bu. Yani: Amerikan kökenli bir uygulama. Ama elbette kökeni önemli değil. Önemli olan: yılda bir kez de olsa, babaların; bir anne, bir sevgili kadar önemli olduğunu hatırlamak ve kendisine hatırlatmak.
Ankara’da yaşayanlar bilirler, Çankaya semti gayet büyük ve şehrin en modern, güzel ve yüksek semtlerinden biridir. Hatta: Cumhurbaşkanının köşkünün bu semtte bulunması, buraya bambaşka bir hava vermektedir. Ancak, elbette isim ilginç. Yani; “Çankaya”. Çan kelimesi irdelenince, akla hemen Hıristiyan din kültürünün simgesi olan “çan” geliyor. Bu yüzden, Çankaya semtinin isminin bir dönem değiştirilmesinin bile düşünüldüğünü duymuştum. Neyse, biz isterseniz, buraya neden “Çankaya” isminin verildiğine şöyle bir bakalım.
Elbette çeşitli söylentiler var. Yani: Çankaya isminin verilmesinin nedeni olarak; birçok söylenti var. Bunlar:
1. Bölgede, günümüzde bile bulunan bir yer var. Papazın bağı olarak isimlendirilen bu yerde: bir zamanlar kilise varmış. Tapınma saatlerinde, bu kilisenin çan’ı hiç durmadan çalarmış ve bu nedenle, bu yöreye, bu semte “Çankaya” ismi verilmiş.
2. Yıllar önce, burada üzeri tamamen yosunlarla kaplı büyük bir kaya bloku varmış. Bu kayanın içinden akan su, kayanın hemen dibindeki havuzda toplanırmış. Havuzda toplanan bu suyun, birçok hastalığa iyi geldiği rivayet edilirmiş. Bu nedenle: bu semte “canlara can veren” bu havuza istinaden; “Cankaya” ve zamanla değişerek “Çankaya” ismi verilmiştir.
3. Burada, yani yörede, bir zamanlar “çengi” oynatılırmış ve bu yüzden buraya “çengi kayası” ismi verilmiş ve zamanla bu isim değişerek günümüze “Çankaya” olarak gelmiş.
Tüm bunların yanında: Çankaya semtinin, çok önemli bir özelliği daha var. Cumhurbaşkanlığı köşkü. Ankara’nın merkezi olan Kızılay semtinin güneyinde, 5 km. uzaklıkta. Ancak: bu yemyeşil ortam, elbette gayet normal olarak güvenlik nedeniyle, halka kapalı. Hatta: Atakule seyir terasında, Cumhurbaşkanlığı köşkünün bulunduğu bölgeye geçmek bile yasak, sebep güvenlik.
Birçok kaynakta: “864 Rakımlı tepe” olarak geçen köşk, aslında bu cümleden hareketle, 864 metre yükseklikteki tepe üzerindemidir? Hayır, buranın rakımı, yani köşkün bulunduğu yerin rakımı: 1071 metre. 864 rakımlı tepe ismi siyasi bir deyim olarak literatüre girmiş.
Köşk: ilk kez, Ankaralı bir Ermeni tüccar tarafından, 1800’lü yılların sonuna doğru yaptırılmış. O dönemdeki bilinen ismi: “Kasapyan köşkü” Takip eden dönemde: savaş s ırasında, bu köşk, eşyalarıyla birlikte, Ankara’nın sayılı zengin ailelerinden “Bulgurzadeler” tarafından satın alınır.
Mustafa Kemal: 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara’ya geldiğinde; uzun süre, Ziraat Mektebinin küçük bir odasında kalır. Çünkü: ulusal mücadeleye destek için Ankara şehrine gelenler, yoğun olarak kalacak yer sıkıntısı doğmasına neden olmuşlardır. Yani: Ankara’da kalacak yer sıkıntısı yaşanmaktadır.
Savaş dönemi bittikten sonra ise: Mustafa Kemal Atatürk: Ankara’da, Tren garı bitişiğindeki, iki katlı istasyon şefi lojmanını hem ev ve hem de çalışma yeri olarak kullanmaktadır. Ancak: asker ve cephane nakilleri nedeniyle, tren istasyonunda sürekli bir hareket ve buna bağlı olarak gürültü olmaktadır. Elbette; özellikle geceleri geç saatlerde yatan Atatürk için, bu durum, sabahın erken saatlerinde kalkması ve yoğun bir yorgunluk oluşturmaktadır. Mustafa Kemal, sabaha kadar çalışıyor ve uykuya daldığı sırada, tren garının gürültüsüyle uyanmak zorunda kalıyordu.
1921 yılının bir Mayıs günü, gazeteci Ruşen Eşref: kendisiyle bir görüşme yapmak üzere randevu alır. İkili, birlikte Çankaya sırtlarında at gezintisine çıkarlar. Çünkü: gazeteci Ruşen Eşref, Atatürk’ün dinlenmesi gerektiğine ve daha rahat bir eve çıkması gerektiğine inanmaktadır. Ancak: Ankara şehir merkezinde, ev bulmak büyük sorun.
İkili; birlikte, Çankaya sırtlarında at gezintisine çıkarlar. Bu gezintinin bir amacı da, burada bulunan; bağ-bahçelerin içindeki evlerin görülmesidir. Gezinti sırasında: Atatürk, 2 katlı, moloz taşlı, döşemeleri ve çatısı ahşap ve üzeri kiremit örtülü bir bağ evini beğenir.
Ev; yeşillikler içindedir. Zemin katında, holün her iki yanında, iki küçük odası bulunmaktadır. Odalardan birinden, merdivenle üst kata çıkılır. Üst kat: zemin katın aynısıdır. Ayrıca: iki tane balkon bulunmaktadır. Tuvalet ise, evin dışındadır. Ayrıca: bu evin hemen yanında: 3 ev daha bulunmaktadır. Bu evler de: korumalar, yaverler ve yardımcılar için düşünülür.
xxxxxxxxxxxxxxx
Çankaya’daki bağ evi, Atatürk tarafından beğenilince, Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı ve aynı zamanda Ankara Müftüsü Rıfat Efendi; halktan topladığı 4.500 Lira ile, bağ evini, Bulgurzade Tevfik Efendi’den satın alır ve 30 Mayıs 1921 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk’e hediye eder.
Atatürk; bu hediyeyi bir şartla kabul eder. Bağ evini: Türk Silahlı Kuvvetlerine bağışlayacaktır ve aynı yıl, bağ evinin tescil işlemi: Milli Savunma Bakanlığı adına yapılır.
Atatürk: 1921 yılında, köşke taşınır ve 1932 yılına kadar burada yaşar. Ölümünden sonra ise, Cumhurbaşkanları, yine bu köşkte yaşamayı sürdürürler.
MÜZE KÖŞK:
Köşk: 1950 yılında kullanımdan kaldırılmış ve müze olarak ziyarete açılmıştır. 2002-2007 yılları arasında yapılan restorasyon sonucu: 19 Nisan 2007 tarihinde yeniden ziyarete açılmıştır.
Ancak: kurumsal ziyaretler yapılabiliyor ve önceden telefon ile randevu almak gerekiyor. Yani: kişisel olarak, müzeyi ziyaret edebilmeniz, sadece: Cumartesi-Pazar günleri, saat: 13.00-16.00 arasındadır. Bu saatler arasında, askeri lojmanların bulunduğu 5 numaralı kapıdan girerek, Müze’yi ziyaret edebilirsiniz.
Müze köşk: ihtişamdan uzak, mütevazi bir yapı. Ancak, Atatürk’ün ince zevkini yansıtacak şekilde döşenmiş. Hemen girişte bir hol var. Holde: bilardo masası, tam karşı köşede bir piyano bulunuyor. Hole açılan 3 kapıdan: sağ kapıdan: yeşil salona, karşı kapıdan: yemek salonuna ve soldaki kapıdan: elçi kabul salonuna giriliyor. Yine, sol yanda: üst kata çıkan merdivenler var.
Üst katta: büyük bir sofa, çalışma odası, kütüphane, yatak odası, oturma odası ve banyo var.
Tarihe meraklı olanlar mutlaka rastlamışlardır: antik dönemde ölenlerin ağızlarına, alt ve üst çene arasına bir para yerleştirilir ve öyle lahit içi ve mezar yapılarına konulurlardı. Hatta: mezar soyguncuları, bir mezarı talan ettiklerinde, hiçbir şey bulamazlar sa, ölüye ait bu parayı çalarlardı. Ben ilk kez: Bodrum Müzesinde bu konuda bir resim gördüm. Müzede, sikkeler bölümünde dikkatinizi çekebilir.
Peki, bu para neden ve niçin ölünün ağzının içine, alt ve üst çene arasına sıkıştırılırdı?
Elbette: bu, Yunan mitolojisindeki bir inanışın sonucu. İsterseniz, bu inanışın nedenlerini birlikte anlamaya çalışalım.
Yunan mitolojisinde: ölüler ülkesi “Hades”te, Arkadia bölgesinde bir nehir var. İsmi: Styriks nehri. Hades denilen ölüler ülkesinin çevresinde, bu nehir dolanıyor.
Nehrin suları: 200 metre yükseklikten dökülüyor. Ama, suları çok soğuk ve zaten bu yüzden öldürücü sayılıyor.
Ölen kişinin ruhu: nehrin yanına geliyor. Nehrin kıyısında: Kharon isimli “iskelet bir kayıkçı” var. Ölen kişinin ruhu nehrin kıyısında: Kharon isimli bu kayıkçı tarafından nehrin karşı kıyısına yani Hades ülkesine geçiriliyor. Ama, karşıya geçmek, yani Hades’e ulaşmak için, kayıkçıya yani Kharon’a mutlaka rüşvet vermek gerekiyor. Rüşvet vermese, uzun süre nehrin kıyısında bekler ve ruhu rahata kavuşmaz. Hatta, nehrin karşı kıyısına geçemez ise, ölünün ruhu, sonsuza dek, nehrin kıyılarında dolaşmak zorunda kalır.
Özellikle, öldükten sonra, cenaze törenleri yapılmayanların, karşı kıyıya geçemedikleri söylenir. Peki karşı kıyıda ne var? Daha önce söylediğim gibi, Hades ülkesi, yani “Elisium bahçeleri” ve “Tartaros” var. İnsanlar buraya ulaştıklarında, ruhları huzura kavuşuyor ve yeniden dünyaya gelene kadar, burada huzur içinde bekliyorlar.
xxxxxxxxxxx
Nehrin başka bir özelliği daha var. Nehrin sularından içildiğinde “ölümsüz” olduğuna inanılır. Ayrıca, yine nehrin sularından içildiğinde, o ana kadar yaşanmış bütün her şey unutulur. Yani: hafıza sıfırlanır.
Troya savaşına katılan, ünlü kahraman Archille, annesi Irmak tanrısı Thetis tarafından çocukken, bu nehrin sularına batırılmış ve ölümsüzlük kazanmış. Ancak, annesi onu nehrin sularına batırırken topuğundan tuttuğu için, Paris tarafından atılan bir ok ile topuğundan vurularak öldürülmüş.
Irmağın bir diğer özelliği de, ırmak üzerine edilen “yeminler” dir. Tanrılar, ırmak üzerine ettikleri yeminden dönemezler. Aslında, mitoloji tarihinde, birçok saçma olay, sırf bu ırmak üzerine edilen yemin yüzünden oluşmuştur. Irmak üzerine yemin eden, yeminini bozacak olursa, korkunç bir cezaya çarptırılır. Bir yıl boyunca, ağzına ne tanrı balı, ne de tanrı şarabı koyabilir. Soluk alamaz, sonra da dokuz yıl boyunca, diğer tanrılardan, toplantı ve şölenlerden uzak durmak zorundadır.
xxxxxxxxxx
Evet, işte böyle. Antik dönem Yunan mitolojisinde: ölüm anlayışı bu. Elbette bir efsane, söylenti. Ama, unutmayın ki, bir dönem yani yüzlerce yıl, insanlar buna inanmışlar. Hatta; İstanbul Edirnekapı’da bulunan Khora Manastırı (Kariye Camisi) nda yani Bizans döneminin en önemli manastır kilisesinde: tonozda, cehennem ırmağı Striks resmedilmiş. Ancak; koyu kırmızı renkte. Yolunuz düşerse, mutlaka görün.