Anlaşılır gibi değil, geçen gün karşılaştım, Miladi takvim, Rumi takvim vs. Nedir bu takvim durumu? Miladi, Hicri, Rumi derken, bunlar nedir, ne zaman başlar? Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk tarafından, 1 Mart 1926 tarihinde milli devrimler bünyesinde kabul edilen Miladi Takvim ve diğerleri, buyrun aşağıda bu takvimlerle ilgili sizlere güzel ve fazla uzun olmayan bir yazı.
En basit anlatımlar ile, takvimler:
HİCRİ TAKVİM:
Hz. Ömer tarafından: Hicretin 17’nci yılında, (639) takvim konusunda bir çalışma yaptırılır. Çünkü, o dönemde, İslam dünyasında, her önemli olay, bir tarih başlangıcı olarak kabul ediliyordu. Örneğin: en son olarak “fil vakası” yeni bir takvim dönemi başlangıcı olarak kabul edilmişti. Ancak, bu tür bir uygulama, birçok yeni dönemin oluşmasına ve sonuçta, karışıklıklara neden oluyordu.
Sonunda: yeni bir takvim sistemi belirlendi. Bu sistemde: takvimin başlangıcı olarak ise: Hz.Muhammed’in Mekke’den Medine şehrine hicreti kabul edilir. Ama: yine de, tek bir takvim uygulaması kabul edilemez ve iki tür hicri takvim belirlenir; Hicri Şemsi Takvim ve Hicri Kameri Takvim. Bu takvimlere: İslami takvim, Müslüman takvimi denilir.
HİCRİ ŞEMSİ TAKVİM:
Hz.Muhammed’in Kabe’ye geliş günü: 20 Eylül 622 tarihi, takvim yılının başlangıcı olarak kabul edilir.
“Şems” kelimesi: Arapçada, “Güneş” anlamına gelmektedir. Zaten, buna istinaden, bu takvimin: gün-ay-yıllarının hesaplanmasında ise: dünyanın, güneş çevresindeki dolaşımı esas alınır. Yani, bir anlamda, dünyanın güneş çevresinde dolaşımını esas alan “Miladi Takvim” ile benzerlik gösterir. Aralarındaki tek fark: “Başlangıç tarihleri” dir. Dünyanın güneş çevresinde bir kez dolaşımı, 1 yıl olarak kabul edilir. 1 yılın, 365 günden oluştuğu değerlendirilir.
HİCRİ KAMERİ TAKVİM:
Hicretin 17’nci yılı, Hicri Kameri takvimin, 1’nci yılı olarak kabul edilir ve takvim uygulaması başlatılır. Yani: takvimin başlangıç tarihi: 16 Temmuz 639 tarihidir.
Muharrem ayı ise, yine Hicri Kameri takvimin başlangıcı olarak kabul edilir.
Ancak, bu takvimde: gün-ay ve yıllar: dünyanın uydusu olan “Ay”ın, dünya çevresinde dolaşımı esas alınarak belirlenir. Zaten: “Kamer” kelimesinin anlamı “Ay” demektir.
Ay; dünya çevresinde 12 kez dönünce: 1 kameri yıl olmuş sayılır. Bu 1 kameri yıl: 354 gündür. Ancak, bu gün belirlemesinde: çok hassas bir durum ortaya çıkar.
Her yıl: Miladi takvim ve Hicri Kameri Takvim arasında, 11 günlük bir fark oluşur. Çünkü: Miladi takvimde, 365 gün varken, burada 354 gün, yani 11 gün daha kısadır. Bunun sonucunda, her yıl, bir önceki yıldan 11 gün önce sona erer. Tarihler, 11 gün öne kayar. Her 33 yılda bir ise; Miladi takvim ile Hicri Takvim arasında, 1 yıllık bir kayma olur.
Takvimde bulunan 12 ay ( yani Ay’ın dünya çevresinde her turu, 1 ay fark edilir) : Muharrem, Safer, Rebiülevvel, Rebiülahir, Cemaziyelevvel, Cemaziyelahir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade, Zilhice olarak isimlendirilir.
HİCRİ YILI-MİLADİ YILA DÖNÜŞTÜRME:
Hicri yıl, 33 e böl ve çıkan sayıyı, hicri yıldan çıkar.
Çıkan sayıyı, 622 rakamı ile topla. Bu sonuç, Miladi yılı verir.
MİLADİ YIL-HİCRİ YILA DÖNÜŞTÜRME:
Miladi yıldan, 621 rakamını çıkar.
Bu sayıyı 33 e böl.
Çıkan sayıyı, ilk yani 621 e bölünen sayı ile topla.
RUMİ TAKVİM:
Karma bir takvim sistemidir.
Miladi 1840 ve Hicri 1256 yılı öncesinde: Hicreti, başlangıç kabul eder ve ay’ın dünya çevresinde dolaşımını ve 354 günlük bir yılı kabul eder.
Ancak, Miladi 1840 ve Hicri 1256 yılından sonra ise: dünyanın güneş çevresinde dolaşımını ve 365 gülük bir yılı kabul eder. Mart ayı ile başlar.
Dünyanın güneş çevresinde, bir kez dolaşımı, 1 yıl olarak kabul edilir. Bir yıllık süre, 365 günden oluşmaktadır.
SORUN:
Özellikle, büyük coğrafi alanlara yayılmış ülkelerde; ay takviminin kullanılması, birçok sıkıntılar yaratmaktadır.
Örneğin: bir çiftçi; tarlasındaki ekim işlerini, 9-10 yıl önce, “Şaban” ayında yaparken, şimdi “Sefer” ayında yapıyor. Niye: çünkü, her yıl, toplam gün sayısı 11 gün azalıyor ve 10 yıllık sürede, çiftçi, tarihe göre ekim yapacaksa, 33 gün önce, yani 1 ay önce ekim yapmak zorunda kalacaktır.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Doğum günlerimizi, bazen yaz aylarında, bazen ilkbahar aylarında, hatta kış aylarında kutlamamız gerekecektir. Çünkü: Hicri takvim ile, mevsimler arasında bir uyum söz konusu değil. Çünkü, her yıl, 11 gün önce bitiyor ve bir sonraki yıl, 11 gün öne geliyor.
Bir örnek daha: Miladi takvime göre, 15-20 Eylül tarihlerindeki “Kırkikindi Fırtınası”, her yıl aynı tarihlerde tekrarlanır. Ama, Hicri takvime bakarsanız, bu fırtınanın, her yıl 15-20 Eylül tarihlerinde tekrarlanmadığı, her yıl 11 gün öne gelerek, değişik tarihlerde ve hatta aylarda tekrarlandığı görülebilir. Bu durumda; coğrafi şartları belirlemek, coğrafi şartları takip etmek, coğrafi şartlara göre hayat şartlarını düzenlemek mümkün olmuyor.
Son bir örnek, aslında bu hepimiz tarafından bilinen bir örnek: her yıl, oruç ibadetimiz, bir önceki yıldan 11 gün önce başlamaktadır. Bunun sonucunda: özellikle, bizim gibi büyük ülkelerde yaşayan Müslümanlar için, yaz aylarında, 40 dereceye varan sıcaklıklarda, oruç tutmak zorunluluğu ortaya çıktı.
SONUÇ:
Evet: Ay’ın, dünya çevresinde dönmesi, dünya üzerinde pek fazla bir etki yaratmaz. Ortaya çıkan etkiler, sadece psikolojiktir ve bir de denizlerdeki gel-git hadisesidir. Halbuki, Güneşin dünya üzerindeki etkileri çok fazla ve anlamlıdır. Bu etkilerin başlıcası: hava sıcaklıklarında değişimleri ve mevsimleri yaratır. Ancak: bu söylediklerim, elbette, Hicri Takvimin tasarlandığı Arap Yarımadasında etkin değildi. Çünkü, orada mevsim farklılıkları yoktu ve mevsimlerin farklılıkları diye bir kavram bilinmiyordu. Bu nedenle; Arap Yarımadası ve çevresinde, Hicri takvimin uygulanması sakınca yaratmıyordu. Ama günümüzde, dünya büyümüş ve bu büyük dünyanın birçok yerinde, Müslümanlar yaşamaktadırlar. Bu Müslümanlar; Arap Yarımadasında, oranın şartlarına göre yaratılmış Hicri Takvim şartlarına ne ölçüde uyum gösterebilmektedirler?
Sonuçta, Mustafa Kemal Atatürk: Türk milleti için, Batı medeniyetini örnek ve hedef gösterdiğinden, Batı medeniyeti tarafından uygulanan takvimin kullanılması için, 1 Mart 1926 tarihinde, Hicri Takvim uygulamasını kaldırmış ve ülkemizde “Miladi Takvim” in uygulanmasını sağlamıştır. Hicri takvim, ülkemizde, sadece dini günlerin belirlenmesinde kullanılmaktadır.
Hicri Takvim, bugün, dünya ülkelerinden: İran, Pakistan, Afganistan, S.Arabistan ve diğer İslam ülkelerinde kullanılmaktadır.
Tarih: Aralık 1963.
Yer: Kıbrıs adasının tam merkezindeki Lefkoşa şehrinin, Küçük Kaymaklı kasabası.
Kasabada: önemli bir Türk yerleşimci sayısı var.
23 Aralık 1963 tarihinde, Küçük Kaymaklı kasabasının, dış dünya ile bağlantısı tamamen kesilir. Çünkü: kasaba, Rum çeteciler tarafından kuşatılmıştır. Ancak, kuşatmadan önce, mücahit Türkler, adanın diğer bölgelerindeki savunmasız soydaşları korumak üzere, birkaç parça halinde, adaya dağılırlar.
Geride, yani Küçük Kaymaklı kasabasında ise, sadece 500 kadar yaşlı-kadın ve çocuk kalır. Rum çeteleri kasaba içine girdiğinde, bölgeyi terk eden kasaba halkı, her türlü ısrarlarına rağmen, yatalak oğlunu terk etmek istemeyen İmam Hüseyin İğneci’yi beraberlerinde götüremezler.
Ancak, 80 yaşındaki imam Hüseyin İğneci, eşi ve yatalak 18 yaşındaki oğlu, Rumlar tarafından vahşice öldürülerek, şehit edilirler. Camide, duasını ederek evine dönen ve yatağında öldürülen bir imam.
Özellikle: gözleri görmeyen oğlun, yatakta öldürülmesi, vahşetin en büyük belgesi olarak tarihe yazılmış, ama kimlerin tarihine, sanki tarih sırf bizimmiş gibi, tarih anonim dir ve her ülke, bundan kendi istediği gibi sonuç çıkaramaz. Yani: Hüseyin İğnecinin, gözleri görmeyen oğlunu, yatağında öldüren zihniyeti, tarih yazanlar asla değiştiremez.
xxxxxxxxxxxxxxxxxx
GEÇİTKALE:
Tarih: 15 Kasım 1967.
Yunan-Rum askeri güçleri komutanı General Grivas: Geçitkale-Boğaziçi köylerinin bulunduğu bölgeye, büyük bir saldırı gerçekleştirir.
Karşılarında; küçük bir Türk birliği bulunan, vahşiler; topçu birliği, hafif zırhlı araç birliği, mekanize birlik ile birlikte saldırıya geçerler. Yani: her iki güç arasındaki dengesizlik, üst boyutlardadır.
Tüm bunlar bir yana. Yani, sonuçta, burada her ne kadar dengesiz güçlerin çatışması söz konusu olsa da; Geçitkale’de yaşanan bir olay, vahşi Rum çetecilerinin zihniyetlerini ortaya koyması açısından öne çıkmaktadır.
Geçitkale bölgesinde yaşayan Mehmet Emin ve eşi, 80’li yaşlardadırlar. Ancak, bu iki kahraman kişi; evlerini terk etmezler. Evlerinin kapısına gelen ve kapıyı kırarak içeri girmeye çalışan Yunanlı subay ve yanındakilere karşı koyarlar ve bu karşı koyma; vurularak öldürülme ve işte burası en önemlisi, üzerlerine gaz dökülerek yakılma ile sonuçlanır. Üzerlerine gaz dökülerek yakılan bu iki ihtiyar insanın kömür haline gelmiş cesedi, sonradan bölgeye gelenler tarafından bulunur. Elleri ve ayakları tamamen yanmış, vücutları büzülmüş, küçülmüş ve adeta kömür olmuş iki insan.
Adada, bu tür vahşetleri önleyen Türk ordusu işgalci, ama küçücük bir kasabayı, kat ve kat üstün kuvvetlerle basan ve insanları öldüren ve öldürdükten sonra cesetlerini yakanların tanıımını ben yapamıyorum?
Evet, bunları okuduktan sonra, siz okuyucular karar vermelisiniz “Türk Silahlı Kuvvetleri, Kıbrıs’ta işgalcimi, kurtarıcımı?” Özellikle, adada yaşayan soydaşlarımızın vereceği karar çok önemli, yoksa, ne Rumlar, ne Yunanlılar, ne Almanlar, bu konuda onların verecekleri kararlar ne kadar sağlıklı olabilir?
Evet, Kıbrıs’ta yaşanan katliamlara devam ediyoruz. Bu yazılar: Kıbrıs konusunda, gerek ülkemiz, gerek Kıbrıslı soydaşlarımız ve gerekse diğer yabancı ülke insanlarının bilgisi, geçmişi hatırlaması amacıyla yazılıyor.
Çünkü: bu yazılanların hepsi gerçek, bir zamanlar bu katliamlar yaşandı, 1915 yılında da yaşanmıştı, peki ya gelecekte?
Yıl: 13 Mayıs 1964.
11 Kıbrıslı Türk soydaşımız, her sabah olduğu gibi, erken saatte, işe gitmek üzere, otobüse binerek bulundukları Larnaka’dan ayrılırlar ve Dikelya İngiliz Üssüne çalışmaya giderler. Orada, yani İngiliz üssünde polis olarak çalışmaktadırlar. Her türlü tehlikeye rağmen, çalışmak ve para kazanmak zorundadırlar. Ancak, giderken eskort yapılması için yaptıkları tüm ısrarlar, eskort yapılmasını sağlamaz ve eskort olmadan ayrılırlar.
Ama, bu 11 soydaşımızı bir daha gören, haklarında bilgi sahibi olan olmamıştır. Giderken çıkardığı toz gibi, otobüs, sırra kadem basmıştı. Koca bir otobüs, hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuştu. Kaybolmalarının üzerine, hadi bırakın Türkler, Rum baskısı altında konuyu tahkik edememişler, peki İngilizler’e ne demeli? Kendi üslerinde, polis olarak çalışan 11 insan kayboluyor ve umurlarında değil. Herhangi bir tahkikat, inceleme yapma gereği hissetmiyorlar veya yapıyorlar, sonucu yani vahşeti görünce, seslerini çıkarmıyorlar.
Bu soydaşlarımızın: aradan geçen 46 yıl sonra, Rumlar tarafından kaçırılarak öldürüldükleri ve cesetlerinin kör bir kuyuya atıldığı tespit edilmiştir. Evet, bu 11 soydaşımızın kemikleri: Rum kesiminde Larnaka yakınlarındaki Voraklini köyündeki bir kuyudan çıkarılmış ve yapılan DNA testi sonucu kimlikleri onaylanmıştır.
Elbette, olay bununla bitmiyor. Kuyuda bulunan cesetlerin kalıntıları üzerinde yapılan araştırmalarda görülen kurşun izleri, bu kayıp soydaşlarımızın, Rumlar tarafından kurşuna dizilerek öldürüldüklerini göstermektedir.
Şimdi, düşünün bakalım. Bir otobüs, içinde, çalıştıkları yere gitmekte olan, savunmasız ve silahsız 11 insan, tek suçları Türk olmak, otobüsten indiriliyorlar ve vahşice katledilerek, cesetleri kör bir kuyuya atılarak, 46 yıllık bir meçhule itiliyor.
İşte, karşıdaki zihniyet bu. Hani dedik ya, Kumlu bölgesinde 6 aylık bebeğe ve iki kardeşine ve annesine, 33 mermi sıkan vahşi zihniyet, burada da, 11 savunmasız, silahsız ve günahsız insanı katlediyor.
Ve bu katliamları önlemek üzere, adaya giren Türk Silahlı Kuvvetleri işgalci diye tanımlanıyor. Kimse aksini düşünmek gereğini hissetmiyor, kimse demiyor ki, Türk Silahlı Kuvvetleri eğer adaya, bu vahşete müdahale etmeseydi, şu anda ne olurdu? Elbette bir çok şey olurdu, örneğin yukarıda sözünü ettiğim kör kuyudaki cesetler asla bulunmazdı ve daha yapılacak bir çok katliam, vahşet asla ortaya çıkmazdı ve adada, iki değil, tek bir bayrak dalgalanırdı, hani deniz rengi hakim bir bayrak.
Evet, Kıbrıs katliamlarına devam ediyoruz. Günümüzde, gerek ülkemizde, gerek dış ülkelerde ve gerekse Kıbrıs’ta yaşayan Türkler tarafından; önce hatırlanması ve sonra da asla unutulmaması dileğiyle……
Cengiz Topel: 1934 yılında İzmit’te doğmuştur. 1955 yılında Kara Harp Okulunu bitiren Topel: Kanada’da uçuş eğitimi gördükten sonra, 1957 yılında, Pilot olarak Türk Hava Kuvvetlerinde göreve başlar.
1964 yılında: Kıbrıs’ta yaşanan kriz ve Kıbrıslı Türklere: Rumlar tarafından yapılan vahşice saldırılar üzerine; Anavatan Türkiye, olaylara müdahale etme gereği duyar.
8 Ağustos 1964 tarihinde: Eskişehir’den, F-100 savaş uçakları, dört kol halinde, uyarı uçuşu yapmaları için, Kıbrıs üzerine gönderilirler. Kollarda bulunan uçaklarda, makineli toplar yüklüdür. Bu uçakların görevi: uyarı uçuşu ve gözle temas sağlanan Rum ve Yunan hedeflerine, makineli toplar ile saldırı yapılmasıdır.
Uçaklar: saat: 19.30 da hareket ederler ve 40 dakika sonra, saat: 20.15 de; Kıbrıs-Erenköy üzerinde olurlar. Rum hücumbotlarının bölgeden ayrılması nedeniyle, Rum mevzilerine makineli top saldırısı yapılarak geri dönülür.
Bu arada: Rum hücumbotlarının Erenköy ve Gemikonağı Liman bölgeleri civarında bulunduğu bildirilir. Bu hücumbotlar, Erenköy’ü top ateşine tutuyor ve burada yaşayan Türkler için büyük tehdit oluşturuyorlardı. Karadan Rum çetecilerinin ve bunların arasına karışmış Yunan subaylarının saldırılarına maruz kalan Türkler, özellikle Erenköy bölgesinde, arkalarını denize vererek savunma hattı oluşturmuşlar, ancak denizden de hücumbotlar ile top atışına maruz kalınca, iyice bunalmışlardı.
Bunun üzerine, 8 Ağustos günü, yine 2 adet F-100 uçağından oluşan bir keşif kolu hazırlanır ve bu keşif kolundaki uçakların belirledikleri, hücumbot mevzilerine, arkadan kalkan uçaklar tarafından (bunlardan birinin pilotu Cengiz Topel) yoğun top ateşi saldırıları düzenlenir.
Ancak, bu toplu uçuş sırasında: Pilot Yüzbaşı Cengiz Topel’in uçağı, Rum uçaksavarları tarafından vurulur ve uçağı düşer, kendisi paraşütle atlar. (Daha sonraki tarihte yapılan bir itiraf sonucu, Rum hücumbotu değil, Yunanistan tarafından gizlice bölgeye gönderilen Faethon isimli bir savaş gemisinden açılan ateş sonucu, Cengiz Topel’in uçağının vurulduğu öğrenilir.)
Paraşütle atlayan Cengiz Topel: Peristeronori isimli bir Rum köyü yakınlarında; asfalt bir yola iner. Yere indiğinde: bölgede bulunan mücahitler tarafından: üzerinde bulunan bir kısım harita ve belgeyi yaktığı ve bihahare Lefke yönünde, koşarak ilerlediği görülür. Ancak: arkasından ilerleyen jeep içindeki Rumlar tarafından, esir alınır.
Evet, Pilot yüzbaşı Cengiz Topel; yakalandıktan sonra, hakkındaki gelişmelerle ilgili sağlıklı bilgi alınamaz. Ama; elbette “Uluslar arası Savaş Hukuku” kurallarına göre, gerek kendisi, gerekse kendisini yakalayanlar, haklarının bulunduğunu bilmektedirler. Hatta ve hatta, bu hakların en başında “İşkence görmemek” hakkının olduğunu kim bilmez?
Tabii, hak-hukuk gibi kavramlar, bu kavramları bilen ve anlayanlar için geçerli. Kumlu katliamında, 6 aylık bebeği silahları ile tarayan zihniyet, burada da, elbette Pilot Yüzbaşı yakaladıklarında, işkence yapmaktan geri kalmaz. Cengiz Topel; Güzelyurt Rum Manastırına götürülür. Bu dini yapı, yani “Tanrı”ya inanış, yakarış, günahların bağışlanması için oluşturulmuş bu dini yapının bir kısmı, o sırada “işkence odası” na dönüştürülmüştür. Cengiz Topel, burada uzun süre işkence altında tutulur ve bilgi vermesi ve Türkiye aleyhine radyodan konuşması için zorlanır. Ama, elbette bunda başarılı olamazlar. Ancak, bu yoğun fiziksel ve psikolojik baskı sonucu, Cengiz Topel, vefat eder.
Evet, 12 Ağustos 1964 tarihinde, yapılan yoğun baskılar ve ısrarlar üzerine, geri alınan cenaze incelendiğinde, hastanede öldüğü söylense de, yoğun işkence izleri ( kırık bir ayak, kırık çene gibi) görülmüştür. Yüzyıllardır bastırılmış bir kin ve nefretin, savunmasız ve yaralı bir insan veya ölmüş bir insanın cesedi üzerinde yarattığı sonuçlar, gerçekten tüm insanlığın yüreğini burkmuştur.
Tabii, burada elbette: insanın ilk aklına gelen “Uluslar arası Savaş Hukuku” şartları. Ama, karşınızdaki insanın bunlara saygılı olabilmesi için, elbette bazı vasıflarının bulunması şart. İçlerindeki kin ve nefret; nasıl 1915 yılında ve devamında ortaya konulmuş ise, işte 1964 yılında yine ortaya çıkmıştı.