Kuleli Askeri Lisesi: İstanbul-Çengelköy ile Vaniköy arasında, İstanbul boğazının bir incisi olarak, yüzyıllardır varlığını sürdürmektedir. Okul hakkında: ayrıntılı bilgilere girmeden önce, isterseniz, tarihi süreç içinde: Kuleli Askeri Lisesinin değil de, buranın, yani binanın nasıl ve ne şekilde kullanıldığı, Kuleli Askeri Lisesinin buraya ne zaman yerleştiği konusunda, kısa bilgi vermek istiyorum.
TARİHİ GELİŞİMİ:
1453 yılında, Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul fethedildiğinde: bugün Kuleli Askeri Lisesinin bulunduğu yerde, bir koru içinde, Bizanslılar tarafından yapılan ve kullanılan; bir de kulesi bulunan bir manastır bulunuyordu. Özellikle, bu kule: takip eden dönemlerdeki yapılarda da, sürekli olarak varolmuştur.
Yavuz Sultan Selim döneminde, bu manastır; yeniçeriler tarafından, kışla olarak kullanılmıştır.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise: buradaki bahçeye, daha önce bulunan kulenin yanında, 9 katlı ve her katı, havuzlarla süslenmiş bir kasır yaptırılır.
Sultan III.Ahmet döneminde, Bizans döneminden kalan kule yıktırılır. 1744 yılında ise: Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşanın damadı Kaymak Mustafa Paşa tarafından: sahilde bir mescit yaptırılır.
1800’lü yıllara gelindiğinde: Sultan II.Mahmut tarafından: bugünkü okulun bulunduğu yerde, yeni bir kışla yaptırılır. Sultan Abdülmecit döneminde ise, bu kışla, bir yangın sonucu yok olur ve yerine, yenisi yaptırılır. 1843 yılındaki bu inşaat sırasında: yapının her iki yanına kuleler yaptırıldığı için; buraya “Kuleli Kışlası” denilmeye başlanır.
Kuleli Kışlasında: 1859 yılına gelindiğindeki en önemli faaliyet: Sultan Abdülmecit’in tahttan indirilmesine yönelik olarak yapılan hareket sonucunda, bunun faili Kafkasyalı Hüseyin Paşanın: burada, yani Kuleli Kışlada yargılanmasıdır.
1854 yılına gelindiğinde: bu kez, Kuleli Kışlası: Kırım Savaşına katılmak üzere, İstanbula gelen, Fransız ve İngiliz askerlerinin ikametine tahsis edilir. Aynı zamanda, hastane olarak da kullanılmaya başlanır. Kırım Savaşında yaralanarak, buraya, hastaneye getirilen İngiliz ve Fransız askerlerinden ölenler: kışlanın kuzeyindeki mezarlığa gömülürler. Bu nedenle: bu mezarlığa, İngiliz Mezarlığı denilmektedir.
1856 yılına gelindiğinde ise, Kuleli Kışlası, İngiliz askerleri tarafından boşaltılır. Ama, tam boşaltılma aşamasında kasıtlı olarak çıkarıldığı düşünülen bir yangın sonucu, tamamen harap olur. Yine aynı yıl: Kuleli kışlasının yeniden yapılması için: Ermeni mimar Garabed Amira Balyan görevlendirilir. Bir proje hazırlanır ve hazırlanan proje: Padişah Sultan Abdülhamit tarafından kabul edilince, inşaata başlanır. 1871 yılında: bu kez, buraya: ana duvarları kagir, iç duvarları ve bölümleri ahşap, iki katlı, bugünkü bina yapılır. Yalnız burada küçük bir ayrıntı var. Kuleli Kışlasının, her iki yanındaki kule: bu inşaat sırasında yapılır. Yani: bundan önceki dönemde, binada kule bulunmamaktadır.
1872 yılına gelindiğinde ise: Askeri Liseler olan: Kara Askeri Lisesi ve Deniz Askeri Lisesi: Kuleli Kışlasına taşınır ve kışlanın ismi: bu tarihten sonra, “Kuleli İdadisi” olarak anılmaya başlarnır.
1877-1878 Osmanlı-Rus savaşlarında, Kuleli İdadisi: yeniden hastaneye çevrilir ve burada eğitim sürdüren, Askeri Liseler başka yere taşınırlar. 1879 yılında, savaşın sona ermesiyle, bu iki askeri lise ve Askeri Tıbbiye, Kuleli kışlasına geri taşınırlar. Öğrenci mevcudunun artması üzerine; hemen okulun arkasındaki sırt üzerindeki okul hastanesi tahliye edilir ve burası, Askeri Tıbbiye eğitimine tahsis edilir. 1910 yılında ise, buradaki Askeri Tıbbiye, başka yere nakledilir.
1912-1913 Balkan Savaşlarında: Kulesi Kışlası, yeniden hastaneye çevrilir ve Askeri Lise öğrencileri, başka yere nakledilirler. 1913 yılında ise, öğrenciler, yeniden Kuleli Kışlasına geri dönerler.
1920 yılına gelindiğinde, İstanbul, İngilizler tarafından işgal edilince, Kuleli Kışlası, İngilizlerin isteği üzerine boşaltılır. Okul binası, İngilizler tarafından: yetim ve göçmenlere tahsis edilir. Özellikle: Ermeni yetimhanesi olarak kullanıldığı dönemde, buraya, Ermeni bayrağı çekilmesi, İstanbullular tarafından tepkilere neden olur.
1922 yılında ise, Büyük Taarruzu takiben, İngilizler, Kuleli Kışlasını boşaltarak Türk makamlarına devrederler.
1923 yılında, Askeri Lise öğrencileri, yeniden Kuleli kışlasında eğitime başlarlar. 1925 yılına gelindiğinde ise: okul “Kuleli Askeri Lisesi” adını alarak, öğrenime devam edilir.
II.Dünya Savaşında, Askeri Lisenin başka yere taşınması ile, bina: yeniden hastane olarak kullanılmaya başlanır. 1947 yılında ise: Askeri Lise öğrenimi, yeniden burada yürütülmeye başlanır. 1975-1976 eğitim-öğretim döneminde, kollej sistemine geçilen okuldaki eğitim, dört yıla çıkarılır. 2008 yılında alınan bir kararla: okuldaki eğitim, 5 yıla çıkarılmıştır.
Xxxxxxxxxxxxxxxxx
Evet: bugün ülkemizde, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı eğitim kurumlarından, 5 yıllık eğitim uygulaması yapılan ender yerlerden biridir. 5 yıllık eğitim derken, elbette burada eğitim süresinin uzatılmasının birçok anlamı var. Ama, bunlardan sanırım en başta geleni: öğrencilerin, daha önce olduğu gibi, hazırlık sınıfı okutularak, ingilizce dil seviyelerinin yükseltilmesidir.
Yani: sonuçta, bu okul: ülkemizin gururu, övünç kaynağı ve en büyük güvendiği kurumlarından biri olan: Türk Silahlı Kuvvetlerine, komuta kademesinde görev yapmak üzere, subay yetiştirmektedir. Bu yetiştirilen subayların: gerek bilimsel eğitim-öğretim ve gerekse fiziksel yönden; en yüksek düzeyde yetiştirilmeleri ve eğitilmeleri; bu ülkenin güvenliğinin en büyük teminatı olan Türk Silahlı Kuvvetleri için başlıca gerekliliktir.
Bunun bilincinde olan TSK, okuldaki eğitimin en üst düzeyde olması için; her türlü ARGE araştırmalarının yapılması ve öğrencilerin en iyi şekilde yetiştirilmeleri için her türlü tedbirlerin alınmasını sağlamaktadır.
Yoksa: bazı internet sitelerinde olduğu gibi: okul ile bağlantılı olan askeri kamplardaki yaşantıların; bir kısım zorluk içermesi, elbetteki, bir Türk subayının yetiştirilmesindeki “zor şartlara dayanıklılık ve zor şartlar altında görev yapabilme becerisi” yeteneğinin oluşturulması ve geliştirilmesi açısından şarttır.
ELbette gereklidir ama öğrencilerin çok zeki olmaları yeterli değildir, aynı zamanda, fiziki anlamda da yeterlilik gereklidir. Fiziki anlamdaki yeterlilik te; “eğitim-eğitim-eğitim” sonucu yaratılabilecek ve geliştirilebilecek olgulardır ki, gelecek yaşantısında komuta kademesinde görev yapacak öğrencilerin; kendilerini izleyen toplumun en önünde, her türlü fiziki şartlara uyum gösterme ve tahammül edebilmesi, akıl-zeka ile birlikte başlıca gerekliliktir. Öğrencilerin, askeri kamplarda, saatlerce ve hatta 6 saat, hatta 8 saat aralıksız nöbet tutmaları, uzun yürüyüşlerde, günlerce 1 matara su ile yetinmelerinin gerekliliği, ıssız adalarda, günlerce hayatı idame ettirme eğitimleri: asla bir işkence olarak isimlendirilmemeli, bunlar eğitimin bir parçası olarak değerlendirilmelidir. İnanın: bu eğitimler, askeri kişilik dışında, öğrencilerin sivil hayatlarında da; zor şartlar altında, tahammül edebilme duygularını güçlendirmektedir.
Bunları söyledikten sonra: biraz da, okulun Cumhuriyet dönemi sonundaki durumundan söz etmek istiyorum. Bir zamanlar: öğrencisi olmaktan gurur duyduğum bu mekan; gerçekten, içinde yaşayana, ayrı bir bilinç veriyor. Çünkü: kendi çocuklarımı yetiştirirken yaşadığımız “ergenlik çağı” gibi olgular, burada geçerli değil. Okuldaki en büyük olgu: milletini seven, ülkesini seven, kahraman Türk ordusunda hizmet etmeyi düşleyen, bir subay olarak hazırlanmak ve yetiştirilmektir.
Öğrenciler bu olgular ile yetiştirilirken: elbette, İstanbul boğazının en güzel bölümünde olan, tarih ile içiçe geçmiş bu okulda yaşamaktan mutlu oluyorlar. Özellikle, bilinmesi gereken başlıca özellik: Kuleli Askeri Lisesindeki dersliklerin birçoğunda, pencere camlarının, boğaza bakan bölümlerinin buzlu cam olması. Yani, ders-eğitim sırasında derslikteki öğrenci ve öğretmenlerin, boğaz manzarasını izleme şansları yok. Boğazın güzellikleri: gerek öğrenciler ve gerekse görevliler için: yanlızca, ders boşluklarında, hemen binanın yanındaki bahçede yaşanan kısa anlarda geçerlidir. Bunun dışında: zaten okul binası, yapı itibarıyla, kibrit kutusu şeklinde olup, öğrencilerin yaşamının büyük bölümü: iç bahçe denilen ve çevresi, yapılarla çevrili bölümde geçmektedir.
Sonuç olarak: Kuleli Askeri Lisesinin, elbette, İstanbul boğazı gibi, İstanbul şehrinin en güzel yerlerinden birinde bulunması, fiziki olarak avantajdır. Eğitim: her yerde, her mekanda, her şartta verilebilir; ancak: inanılması gerekir ki, en büyük avantaj, bu tarihi yapının, orada eğitim gören öğrencilere kazandırdığı, tarihten gelen duygusal bir bağdır. Bu tür manevi ve duygusal bağların, toplumla bağlantısı kesilirse: geriye dönük kültürümüzden eser kalmaz.
1950’li yıllar. İzmit körfezi çevresindeki: Gölcük, Kavaklı, Değirmendere, Halıdere, Ulaşlı, Ereğli ve Karamürsel yörelerinde, Lise yok. Buraların öğrencileri: Lise eğitimi için, İzmit il merkezine gidiyorlar ve en kolay ulaşım vasıtası olarak vapur kullanılımaktadır. Çünkü: İzmit körfezi, her ne kadar İstanbul boğazına benzese de, dar bir körfezdir. Yani: iki kıyısı birbirine yakındır.
Zamanla: İzmit merkezdeki Liselere giden öğrencilerin sayısının artması nedeniyle: Denizcilik İşletmesi tarafından buraya: daha büyük bir vapur gönderilmesi gündeme gelir. Bunun üzerine: 1927 yılında, Almanya’da Elbing gemi tezgahlarında yapılan, 33 metre uzunluğunda, 6.5 metre genişliğinde ve 344 yolcu kapasiteli, buhar makinalı, 31 yaşındaki Üsküdar vapuru, İstanbul’dan, buraya, yani İzmit körfezine gönderilir.
Üsküdar vapuru: İzmit körfezine gönderildikten kısa süre sonra: 1 Mart 1958 Cumartesigünü: her zaman olduğu gibi, İzmit-Gölcük arasındaki, saat: 12.30 tarifeli seferini yapmak üzere beklemektedir. O tarihlerde, Cumartesi günleri okullarda yarım günlük eğitim yapılmaktadır. Bu nedenle, her zaman olduğu gibi, okulları bitip evlerine gitmeyi düşleyen öğrenciler, yöredeki birliklerde askerlik yapan askerler ve diğer bir kısım yolcu: İzmit iskelesindeki, Üsküdar vapurunu doldururlar. Ancak: yolcu kapasitesi 344 olmasına rağmen, vapura: 400’den fazla yolcu alınmış ve ayrıca 12 mürettebat bulunmaktadır. Hatta: havanın parçalı bulutlu olması nedeniyle, daha fazla yolcu alınması engellenmiş ve vapura yetişemeyen öğrenciler, vapura binen ve bir anlamda ölüme giden arkadaşlarına, sitem ile bakarlar.
Saat: 12.27 olduğunda: bölgedeki fırtına şiddetlenir ve şiddetli rüzgar: iskelede bağlı gemiyi hızla iskeleye çarptırmaya ve bağlantıyı sağlayan halatlarını zorlamaya başlar. Bunun üzerine: Üsküdar vapurunun, 52 yaşındaki tecrübeli kaptanı; içi yolcu dolu olan geminin, iskelede bulunmasının daha tehlikeli olacağını ve denize açılması gerektiğini düşünerek, “hareket etmemesi yönündeki uyarılara aldırmadan”, tarifeli hareket saatinden, yanlızca 3 dakika önce, yani saat: 12.27’de denize açılır.
Derince açıklarına, SEKA Tesislerinin tam karşısına gelindiğinde: yani saat 12.35 civarında: rüzgar hızını iyice arttırmış ve dalgalar, şiddetle gemiye çarpmaktadır. Kaptan: geminin yönünü kıyıya çevirmek ve en yakın kıyıya ulaşmak için hamle yapar. Ancak, bu sırada, geminin ahşap olan kaptan köştü; dev dalgalar ve rüzgarın da etkisiyle yerinden kopar ve denize uçar. Bu sırada: kaptan köşkü: Mehmet kaptan ve yardımcısı Mustafa Deniz ile birlikte, yerinden kopar ve denize uçar.
Vapur kumandasız kalır. Makine dairesi ve vapurun ön bölümünde bulunan, ikinci mevki salonunun camları kırılır ve içeriye sular dolar. Vapur, saat: 12.47 olduğunda; yani hareketinden, yanlızca 20 dakika sonra, önce yan yatar ve sonra tümüyle batar.
Vapur battıktan hemen sonra, kaza haberi, Gölcük Donanma Komutanlığına ulaşır ve bölgeye, hemen 17 tane kurtarma teknesi ve bir denizaltı gönderilir. Ancak, kurtarma heyeti bölgeye ulaştığında, deniz üzerinde görülen, yanlızca yüzlerce yolcunun cesedidir. Hatta: 20 metrekarelik bir alanda, yüzlerce ceset bulunduğu anlatılır. Sivil teknelerin de katılımı ile yapılan kurtarma çalışmalarında, yanlızca 39 yolcu kurtarılır. Yolcuların kalan kısmı, ölmüştür.
Böylece: Gölcük ve çevresinden, yaşları 12 ile 20 arasında değişen: lise öğrencilerinin, tamamına yakını, bu faciada hayatını kaybederler. Havanın ve deniz suyunun çok soğuk olması da, hayatını kaybedenlerin büyük kısmının boğulma ile birlikte donarak ölmesine neden olmuştur.
Olayın ardından, Pazartesi günü: İzmit Lisesi ve Endüstri Meslek Lisesi bahçesinde yapılan yoklamada: öğrenciler arasındaki gerçek kayıplar ortaya çıkar. Arama çalışmaları: denizde ve karada, 2 boyunca devam ettirilir. Aileler, günlerce sahilde, bir umutla beklerler, ancak deniz aldığı bedenlerin büyük bölümünü geri vermez. Bu arada: kaza sonrasında kaptana ulaşılamayınca, kaptanın korktuğu ve vapuru kaçarak terk ettiği düşünülür. Ancak: yine olayın ardından, balıkçılardan birinin dip ağlarında, kaptanın cesedi çıkarılır ve kargaşa nedeniyle, gizlice, Gölcük-Örcük köyündeki mezarlığa defnedilir.
Üsküdar vapuru: denizde battığı yerden çıkarılır ve bu sırada: içindeki salonlarında yanlızca 16 ceset bulunur.
Sonuç olarak: Türk denizcilik tarihindeki en büyük deniz faciası olarak yaşanan olay; maalesef, genişliği çok dar olan İzmit körfezi gibi bir yerde; birbirine çok yakın iki kıyı arasında yaşanmıştır.
Olayda hayatını kaybedenler hakkında, ne yazık ki, hiçbir zaman net bir rakam ortaya konulamamıştır.
Geminin kaptanı hakkında: “ fırtına sırasında, hareket etmemesi yönündeki uyarılara “ aldırış etmediği yönünde söylentiler ortaya atılmış ve kazanın insan hatasından kaynaklandığı öne sürülmüştür.
Yine, her türlü tedbirin, hazin bir olayın ardından alınması örneğinde olduğu gibi, bu trajik olayın ardından: Gölcük ilçesinde, Barbaros Hayrettin Lisesi hizmete açılmış ve yöre öğrencilerinin İzmit merkeze gidip-gelme sıkıntılarına son verilmiştir.
1942 yılı. II.Dünya savaşı, dünyanın gündeminde en ön sırada yerini almıştır. Ancak: böyle büyük çaplı bir savaş çıkmadan önce, ülkelerin çoğu, taraf seçmişler ve buna göre hazırlıklar tüm hızıyla yapılmaktadır.
Bu arada: her ne kadar I.Dünya savaşından yenik çıksa da, ardından yaşanan kurtuluş mücadelesinde, büyük kahramanlık gösteren, Türk ulusu ve ordusu: herhangi bir taraf seçmemiştir. Çünkü: o sıcak günlerde, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü: yaşanabilecek sıkıntıları sezinleyerek, ülkenin böyle büyük çaplı bir savaşa girmesine taraftar değildir.
Aynı dönemde: İsmet İnönü’nün bu savaş karşıtı görüşünü eleştiren bir kısım asker kişi; “Hücum ordusu” adını verdikleri bir oluşum kurarak, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü karşıtı faaliyetlere girişirler. Bu asker kişilerin oluşturduğu gurubun başında ise: İstanbul-1.Ordu İkmal Şubesinde görev yapan Binbaşı A. bulunmaktadır.
Aynı dönemde, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde, İsmet Paşa’nın geçmişten gelen bir otoritesi bulunmasına rağmen, yeni oluşturulan gurup; İsmet Paşa’nın özellikle II. Dünya Savaşına girilmemesi yönündeki görüşlerine karşı tutum oluşturmaktadırlar. Ordu içinde yandaşlarını arttırma çabasına girerler. Özellikle, üst kademeli komuta heyetinden, dönemin 2. Ordu Komutanı F. ile yapılan görüşmelerde: “evet” veya “hayır” cevabı alamazlar ve bu durumu kendi leyhlerine değerlendirirler.
Binbaşı A.; 1944 yılında Yarbay olur ve Genelkurmay Başkanlığında Şube Müdürü olarak görev yapar. 1949 yılında Albay olur ve Genelkurmay Başkanlığında Seferberlik Dairesi Başkanı olarak görevlendirilir.
Bu arada: yine aynı yıl, yani 1950 yılında : bir gün, Başbakanlığa bir Albay (kimliği meçhul) gelir. Dönemin Başbakanı ile görüşür. Bu özel görüşmede “Türk Silahlı Kuvvetlerinde, üst düzey bazı subayların, darbe hazırlığı içinde bulunduklarını” söyler. Ama bu konuşmadan hiç kimsenin haberi olmaz. (Bu konuşma, yanlızca bir söylenti olarak gündeme oturur.)
Bunun üzerine, dönemin Başbakanı tarafından: yapılacağı konusunda dedikodular olan darbenin önlenmesi için çeşitli girişimlerde bulunulur.
O dönemde, Milli Savunma Bakanlığına bağlı bulunan Genelkurmay Başkanlığının üstüne; Milli Savunma Bakanı olarak, Türk Silahlı Kuvvetlerinden aceleyle emekliye ayrılan ve Sivas milletvekili yapılan; Emekli Albay A. getirilir. Yani: Emekli Albay A.: bir süre önce, Seferberlik Dairesi Başkanı olarak görev yaptığı Genelkurmay Başkanlığının, 2 yıl gibi kısa bir zaman sonra; 1952 yılında, bir anlamda başına geçmiş olur. Yani, kısa bir süre öncesine kadar, kim olduğu çok önemli olmayan ve herhangi bir siyasi geçmişi olmayan bir Emekli Albay, bir zamanlar kendisine komuta eden kişilerin, başına geçer.
Emekli olan bir diğer isim, Korgeneral F. dir. 2.Ordu komutanlığından emekliye ayrılan F.: Kurtuluş Savaşında, komuta ettiği Tümen ile, Yunan ordusunun kaçış yolunu kesmiş ve Yunan Başkomutanı Trikopis’i esir almıştır. Ayrıca “Türk Kurtuluş Savaşı” isimli kitabı ile, bu muhteşem tarihimize ışık tutmuştur. Bir zamanlar, darbecilere olumlu-olumsuz cevap vermeyen bu kişi; emekliye ayrıldıktan sonra, Bolu milletvekili seçilir ve daha sonra; 7 ay kalacağı Bayındırlık Bakanlığına getirilir.
Böylece: dönemde, daha önce benzeri olmayan bir şekilde, iki emekli asker kişi: dönemin siyasi otoritesi tarafından önce milletvekili ve daha sonra bakanlık koltuklarına oturtulurlar. Elbette, akla hemen neden sorusu geliyor?
O dönemde, dönemi bilenler hatırlayacaklardır; dönemin en büyük siyasi kutupları: Cumhurbaşkanı stasüsünde, bir kutbu temsil eden İsmet İnönü ve diğer kutbu temsil eden Başbakan Adnan Merderes. Her iki tarafta, kendisi yönünde, başkalarının attıkları adımları, elbette görüp, takdir etme gereği hissediyorlardı.
Evet: Emekli Albay A.: Milli Savunma Bakanı olur. Emekli Korgeneral F. ise, Bayındırlık Bakanı yapılır. F.’in siyasi hayatı pek uzun sürmez. Ancak: A.: görüşleriyle, dönemin siyasi otoritesinin ilgisini çeker.
A.: Fransa’da St.Cyr Akademisinde öğrenim görmüştür. Bunun sonucunda: Türkiyede’ki Askeri Akademilerde, Prusya ekolü yerine, Amerikan tarzı eğitimin yaygınlaştırılmasının gerektiğini söyler ve eğitim sistemini değşitirir. Bu eğitim sistemi sonucunda: daha bilgili ve daha özgür tavırları benimseyen bir askeri kuşak ortaya çıkmaya başlar. Ancak: eski kuşak komuta kademesi: hala, istedikleri kişileri, dilediklere yere tayin ettirmekte ve yurt dışına göreve göndermektedirler. Askeri kesim içinde ortaya çıkan bu ikilemin, ortak sıkıntısı ise, maaşlarının düşük olmasıdır. Terfi sisteminin yetenekten ayrılıp, kıdeme göre yapılması da beğenilmez. Bunların dışında da, birçok konuda, eski ve yeni kuşak arasında fikir çatışmaları çıkar.
Bu arada: Milli Savunma Bakanı Emekli Albay A.: Türk Silahlı Kuvvetleri; İsmet Paşacı tavır sergileyen üst düzey komuta heyetinin tümüyle değiştirilmesinden yanadır. Çünkü: Milli Savunma Bakanı olarak, uzun süre birarada yaşadığı ve çalıştığı, birçok general, artık kendi tahakkümü altındadır. Bir proje hazırlar. Projenin ismi “Orduda Reform” Reformdan öte, üst düzey komuta kademesinin tamamen değiştirilmesi. Hükümet, bu projeyi kabul eder. Hatta, siyasi otorite tarafından, projeye, Sultan III. Selimden esinlenerek “İkinci Nizam-ı Cedid” ismi verilir. Ama, sözde aynı olan proje, özde farklıdır. Çünkü: o dönemdeki projenin temel amacı, Türk Silahlı Kuvvetlerinde modernleşme değil, üst düzey komuta kademesinde değişiklik yapmaktır.
Elbette: bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde hat safhada huzursuzluk çıkmasına neden olur. Ayrıca, siyasi otorite içinde de, farklı sesler çıkmaya başlar. En güvendikleri isim olan ve bakan yapılan Fahri Belen, 7 aylık sürenin ardında, Bakanlıktan istifa eder. Hatta: proje hakkında, asker arkadaşlarına bilgi sızdırır. Bu arada: üst düzey komutanların, Çankaya köşkünde, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile sık sık biraraya geldiklerinin duyulması; dönemin İsmet İnönü karşıtı siyasi otoritesini iyice hareketlendirir.
Gerilen ortam: projenin uygulanmasını engeller. Ama, yine de, Emekli Albay A.’nın “Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki generalleri ve komuta kademelerini hiçe sayan tutumu” askerler ve sivil otorite arasında gerilimin artmasına neden olur.
6 Haziran 1950 tarihine gelindiğinde ise: Türk Silahlı Kuvvetleri içinde, büyük bir tasfiye hareketi başlar. Ordunun üst düzey kademelerinde, başta Genelkurmay Başkanı Orgeneral Nafiz Gürman olmak üzere, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Zeki Doğan, Deniz Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Mehmet Ali Ülgen ve Jandarma Genel Komutanı Korgeneral Nuri Beköz, Genelkurmay II. Başkanı Orgeneral İzzet Aksalur, 1-2-3 Ordu komutanları yani toplam 15 üst düzey general ve 150 Albay, bir anda emekliye sevk edilirler. Ayrıca: Yüksek Askari Şüra üyeleri: Orgeneral Kazım Orbay ve Orgeneral Salih Omurtak gibi komutanlar da emekli edilirler.
Bu arada, Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki komutanlıklar, özellikle Tümgeneral rütbesindeki generaller tarafından yönetilmesi gereken Tümen komutanlıkları, hiç olmayacak şekilde, Cemal Tural, Kami Akman, Cavit Çevik gibi Albaylara teslim edilir. Orgeneral Kurtçebe Noyan: Kara Kuvvetleri Komutanlığına getirilir.
Gazeteler: Emekli Albay Kurtbek’in: Enver Paşa’ya benzediğini ve Türk Silahlı Kuvvetlerini topyekün değiştireceğini yazarlar. Bunun üzerine, Kurtbek, bakanlıktan istifaya zorlanır.
Derken: dönemin siyasi otoritesi, aldığı bir kararla: tüm bu olaylar yaşanırken, 1950 yılının sıcak günlerinde, Türk Silahlı Kuvvetlerinden Tugay seviyesinde bir birliği: Kore’ye gönderirler. Tugay seviyesinde diye özellikle yazdım. Tugay seviyesinde demek, yaklaşık 700-750 kişilik bir askeri birliktir. Amaç: NATO denilen askeri birliğe girmek üzere müracaat ettiğimizde, bu birlik içinde etkin rol oynayan Amerika, o dönemde müracaat eden Türkiye ve Yunanistan’dan, NATO güçlerinin savaşa girdiği, Kore’ye asker göndermesini isterler. Ancak: bu isteğe Türkiye 750 kişilik bir askeri güç ile cevap verir ve bu gücün devam eden yıllardaki ardılları ile birlikte, büyük bir bölümü şehit olur veya yaralanır. Yunanistan ise, bu isteğe: yanlızca bir takım (yani 20-30) kişilik bir askeri güç göndererek cevap verir. Sonuç mu, Türk askeri birliğinden verilen birçok şehit ve yaralı, Yunanistan askeri birliğinden şehit ve yaralı yok ve en ilginç sonuç: her iki ülke de, NATO’ya alınırlar. Evet, sonuç aynı, ama bedelleri farklı.
Evet, Türk Siyasi Tarihinde: Milli Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı ve aralarındaki bağlantı hakkında yaşanmış bu hikaye umarım ilginizi çekmiştir.
Bakarsınız, bir gün: bir müze müdürü, Kültür ve Turizm Bakanı olabilir ve Bakanlıkta yıllarca kendisinin üstü konumunda bulunan bürokratlarla gayet uyumlu çalışır veya bir lise müdürü niye Milli Eğitim Bakanı olmasın? Baksanıza, bir zamanlar, bir subay, yıllarca kendisine komuta etmiş, komutanlık yapmış insanların, bir anda üstü konumuna çıkıveriyor.
Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk: 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında: “Büyük Nutuk”unu okurken; sonuç bölümünü, anlattıklarının bir özeti olarak “Gençliğe Hitabe” şeklinde bitirmiştir. Bu büyük eser: 1927 yılının ilk aylarında yapılan çalışmalarda, bizzat Atatürk tarafından kaleme alınmıştır.
Bu metinde: şöyle demektedir.
“Saygıdeğer Efendiler. Uzun ve teferruatlı nutkum, sonuçta geçmişe karışmış bir devrin hikayesidir. Ancak, bundan: milletim ve gelecekteki evlatlarımız için, dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek bazı noktaları belirtebilmiş isem, kendimi mutlu hissedeceğim.
Nutkum’da: milli varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, bağımsızlığını nasıl kazandığını ve ulusal ve çağdaş bir devletin nasıl kurulduğunu anlatmaya çalıştım.
Bugün ulaşılan sonuç: bu büyük vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir.
İşte, bu sonucu: Türk Gençliğine emanet ediyorum.”
EY TÜRK GENÇLİĞİ,
Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini, sonsuza kadar, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Varlığının ve geleceğinin, tek temeli budur.
Bu temel, senin en değerli kaynağındır.
Gelecekte de, gerek yurt içinde ve gerekse yurt dışında, seni bu kaynaktan mahrum etmek isteyen kötüler olacaktır.
Bir gün: bağımsızlığını ve cumhuriyetini savunmak mecburiyetinde kalırsan: göreve atılmak için, içinde bulunacağın ortamın imkan ve şartlarını düşünmemelisin.
Bu imkan ve şartlar: çok elverişsiz olabilir.
Bağımsızlığını ve cumhuriyetini elinden almak isteyecak düşmanlar, bütün dünyada, benzeri olmayan bir gücün temsilcisi olabilirler.
Zorla yada hile ile, aziz vatanının bütün kaleleri alınmış, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve vatanın her köşesi fiilen işgal edilmiş olabilir.
Bütün bu durumlarda: daha acı ve korkunç bir şekilde, vatanın içinde, yönetimin başında bulunanlar, hainlik içinde olabilirler. Hatta: kişisel çıkarlarını, düşmanların siyasi hedefleriyle birleştirebilirler.
Millet: yoksulluk ve sıkıntı içinnde, yorgun ve bitkin düşmüş olabilir.
Ey Türk geleceğinin evladı. İşte, bu ortam ve koşullarda bile, görevin: Türk bağımsızlığını ve cumhuriyetini kurtarmaktır. İhtiyacın olan güç, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.
Mustafa Kemal Atatürk. 20 Ekim 1927