Geçen gün: İstanbul’da, bir BAYRAM kutlamasına ait televizyon çekimlerini, gazete fotoğraflarını görünce: “nedir bu nevruz, niye bu kırılan-dökülen-yakılan ortam” diye düşündüm ve yaptığım araştırmadan sonra: aşağıdaki satırları siz okurlarla paylaşmak istedim.
Dünya üzerindeki bazı toplum kültürlerinde: baharın ilk günü olarak kabul edilen 21 Mart gününe: çeşitli isimler veriliyor olsa da, aslen “nevruz” olarak isimlendirilmektedir.
Evet, nevruz olarak isimlendirilen bu gün: aslında baharın ilk günüdür. Güneş ışıkları: ekvator’a dik açı ile gelir.
Kuzey yarımkürede: “ekinoks” yani “gece-gündüz” eşitlendiği gündür. Bu günde: “gece-gündüz” süreleri eşittir. Bu günün devamında ise, gündüz süresi uzamaya yani günler uzamaya başlar. Güneş ışınları: dünyamız üzerinde, gerek kuzey ve gerekse güney yarımkürede: eşit olarak paylaşılır.
Dünya üzerindeki bazı toplum kültürleri demiştim. Bunlar: yani “nevruz”un kutlandığı kültürler ve bu kutlamalara verilen farklı isimler şöyledir: Türkçe: Nevruz, Farsça: Noruz, Özbekçe: Navruz, Kazakça: Nauriz, Türkmence: Nowruz, Kırgızca: Nooruz, Kürtçe: Newroz, Azerice: Novruz, Tatarca: Navrez. Bunların dışında: baharın ilk günü: Arnavutlar, Gürcüler, Afganlar, Tacikler, Kırgızlar, Kazaklar tarafından da kutlanır.
Anadolu ve Orta Asya Türk kültürü: nevruz gününü, Göktürklerin, Ergenekon’dan çıkışı ve baharın gelişi olarak kabul etmekte ve kutlamaktadır. Ayrıca: “12 Hayvanlı Türk Takvimi”nde, nevruz günü görülmekte ve uzun bir tarihi süreçten bu yana törenlerle kutlanmaktadır. Genellikle, tarımla uğraşılan yörelerde, bir tür “bolluk ve bereket” töreni olarak kutlanan bu gün, Alevi-Bektaşi toplumlarında ise, inanca dayalı anlam ifade etmektedir. Çünkü: Hz.Ali’nin doğum günü olduğuna inanılır. Hz.Ali ile, Hz.Fatma’nın evlendikleri gündür. Hz.Muhammed’in veda haccı dönüşü, Hz.Ali’yi halife ilan ettiği gündür. Bu nedenle, nevruz günü, Alevi-Bektaşiler tarafından: çeşitli törenler ile kutlanır.
Osmanlı döneminde: yine bu güne, özel bir anlam verilmiştir. Bu özel günde: şairler tarafından, padişahlara çeşitli kasideler sunulurdu. Bu kasidelerde: baharın gelişi, ağaçların tomurcuklanması, çiçeklerin açması ifade edilirdi. Yine, inanışa göre: nevruz gününde: Adem’in yaratıldığına, Nuh’un gemisinin karaya çıktığına inanılır ve bu günde: dünya üzerindeki bütün yaratıkların Tanrı’ya secde ettiğine ve dileklerinin yerine getirileceğine inanılırdı. Yine, aynı gün öncesinde, saray hekim başları tarafından çeşitli baharatlar katılarak hazırlanan macunlar, padişahlar ve ailelerine sunulurdu. Günümüzde, bu gelenek, Manisa ilimizde, yine nevruz gününde, önceden hazırlanan macunların, halka dağıtılması şeklinde sürdürülmektedir.
Peki: “nevruz” kelimesi, ilk kez ne zaman gündeme gelmiştir. Yazılı kaynaklan incelendiğinde: nevruz kelimesinin, ilk olarak, II. Yüzyılda: İran kökenli Pers kaynaklarında geçtiği görülmüştür. Çünkü: Nevruz günü, İran kökenli Bahai takviminde, yılın ilk günü olarak belirlenmiş ve kabul edilmiştir. Yine, İran mitolojisine göre: Tanrı, dünyayı, insanı ve güneşi: bu günde yaratmıştır. İran ülkesinin efsanevi şahı Kiyumers: tahta oturduğunda, bu günü bayram ilan etmiştir. İran’da, yine bir sembol olan Cemşid, aynı gün tahta oturmuştur.
Değişik toplumlar: nevruz gününde, yani yılın ilk günü: Pers kralına, hediyeler getirmişlerdir. Günümüzde, İran ülkesinde, 21 Mart günü, şenliklerle anılmaktadır.
Yine de, nevruz günü ve kutlamalarının: Pers yani İran öncesinde, Hun Türklerinden, Orta Asya kültüründen geldiği konusunda, kesin kanıtlar bulunmaktadır.
Peki, baharın ilk günü olan nevruz nasıl kutlanır. İnsanlar: mesire yerlerine giderler, dilekler tutulur, kırlarda çeşitli eğlenceler düzenlenir, maniler söylenir, baharın ilk çiçekleri toplanır. Sabah erken kalkılır. Özenle giyinilir. Bolluk ve bereket dileklerinde bulunulur. Yüksek bir tepede ateş yakılarak, baharın geldiği müjdelenir. Ayrıca: yine bu kutlamalar sırasında: ateş üstünden atlanır, demir dövülür, yumurta tokuşturulur. Evet, nevruz günü, yazının içinde de söylediğim gibi, hiçbir kültür tarafından kişiselleştirilmemeli, her isteyen tarafından, baharın gelişi kutlanmalı, ama bir BAYRAM gibi, yüzyıllardır olduğu usullerle kutlanmalıdır.
Son olarak: dünya üzerindeki birçok kültür tarafından kabul edilip kutlanan 21 Mart nevruz günü: Birleşmiş Milletler tarafından, 2010 yılından itibaren “Dünya Nevruz Bayramı” olarak kabul edilmiştir. Buna istinaden, 21 Mart günü, Dünya Manevi Kültür Mirası Listesine dahil edilmiştir.
Saba kraliçesi: güç, bilgelik ve güzellikle anılan bir kadın imgesi olmuştur. Ancak: yaşayıp yaşamadığı ve kendisiyle ilgili, ayrıntılı ve somut bilgilere ulaşılamamıştır. Saba kraliçesi hakkında, tarihte elde edilen birkaç kaynak hakkında, aşağıda bilgiler vereceğim:
İNCİL’DE SABA:
Saba kraliçesi: İncil’de, Krallar kitabında: “Doğunun kraliçesi” olarak tanınır ve bilinir. Burada yazılı olanlara göre: Kraliçe: ünlü kral Süleyman’ı duyunca: evini terk ederek, baharat, altın ve değerli taşlarla süslü bir kervan ile yola çıkar ve Kudüs şehrine gelir. Çünkü: zor sorular ile, Süleyman’ın bilgeliğini test etmek istemektedir. Ancak, Kudüs şehrine ulaşıp ta, Süleyman’ın sarayına girdiğinde, gerek sarayın muhteşemliği ve gerekse Süleyman’ın bilgeliği karşısında çok etkilenir ve kendisine, değerli hazineler sunar.
Bunun üzerine, Süleyman da: ona büyük hazineler sunar ve Saba, evine, geri döner.
YAHUDİLER DE SABA:
MS.1’nci yüzyıl yazarlarından, Yahudi tarihçi Josephus: Saba’nın Mısır ve Etopya kraliçesi olduğunu yazar.
KUR’AN DA SABA:
Süleyman’a: halkı güneşe tapan zengin bir ülkenin, bir kraliçe tarafında yönetildiği hakkında bir çavuşkuşu tarafından haberler getirilir. Bunun üzerine: Süleyman; çavuşkuşu ile, yine aynı kraliçeye ; “ ayağına kadar gelmesini, kendisine gereken saygıyı göstermesini, aksi halde krallığını yıkacağı” haberini gönderir. Bunun üzerine, Saba: Süleyman’ı ziyaret etmeyi kabul eder ve Süleyman tarafından, tek tanrıya tapmaya yönlendirilir.
SONUÇ:
Tüm bu göstergelere rağmen, Saba kraliçesinin yaşadığı veya gerçek olduğu hakkında, kesin kanıtlar bulunmamaktadır. Çünkü: tarih kayıtları, bu kraliçe hakkında herhangi bir bilgi vermemektedir. Yine de, Saba, birçok kültürde, o kadar önemli bir figür haline gelmiştir ki, bunun gerçek dışı olduğuna inanmak pek mümkün olmaz.
Gelelim, ipuçlarından çıkarak, bazı gerçeklere ulaşabilme uğraşısına:
Efsanelere göre: kraliçe Saba’nın: günümüzdeki Etiopya ve yine günümüzdeki Yemen bölgelerini yönetmiş olduğu düşünülmektedir. Çünkü: kral Süleyman’ı ziyarete giderken, bu bölgelere ait ürünleri yanında götürdüğü bilinmektedir. Bu ürünler arasında: özellikle “tütsü” öne çıkmaktadır. Ayrıca, bu bölgeler arasında: yanlızca Kızıldeniz bölgesindeki 15 km. bir kanal bulunmaktadır ki, bu nedenle, her iki bölgeyi yönetmiş olma ihtimali güçlüdür.
Bu bölgelerde kurulan Saba hükümdarlığı: aynı dönemde, bu bölgede kurulmuş, Arap devletlerinin en güçlüsüdür. Bu en güçlü Saba devleti ise, Kraliçe Belkıs tarafından yönetilmiştir.
Kraliçe Saba’nın yaşadığı dönem olarak: MÖ.950 yılları düşünülmektedir.
Aynı zamanda: MÖ.3000 yıllardan, daha yakın zamanlara kadar, Mısır ve Yakın Doğu bölgesinde: parfüm ve tütsü ticaretinin üst düzeyde olduğu bilinmektedir. Yine aynı dönemde, Saba krallığı, ticaretle uğraşan, zengin bir ulustu. Akdeniz ve çevredeki birçok tapınakta, güzel kokuların temelinde, bu tütsü bulunmaktaydı. Ayrıca: çölden geçen ticaret yolları da, buradan geçmekte ve Saba krallığının kontrolu altında bulunmaktaydı.
Saba ülkesinin başkenti: Marib şehriydi. Bu şehir: Arap çölü yakınlarında bulunurdu. Şehrin, 9 mil uzağında, yapılan arkeolojik araştırmalarda, Belkıs isimli bir tapınak ortaya çıkarılmıştır. Tapınağın genişliği, 274 metredir. Belkıs isimli, bu ay tanrısı tapınağı: MÖ.1200 ile MS.550 yılları arasındaki dönemde kullanılmış ve hatta, tüm Arap hacılar için bir ziyaret yeri olmuştur. Ancak, bu tapınak ve yöresinde “Saba” ismi geçen herhangi bir yazıt bulunmamıştır.
Bunun yanında: bu tapınağın bulunduğu çevrede varolduğu düşünülen şehre ulaşılamamıştır, çünkü antik kentin çoğu bölümü, rüzgarın taşıdığı kumların altında kalmıştır. Özellikle tapınak, Saba kraliçesinin, Süleyman’ı ziyaretinin ardından ülkesine döndüğünde, putlara inanan halkının inancını değiştirmek için yaptırdığı “Tek Tanrı” inancının hakim olduğu tapınak olarak bilinmektedir.
Sabalılar, su ihtiyaçlarını karşılamak için, MÖ.750-600 yılları arasında, çevredeki dağlara düşen dönemsel muson yağmur sularını biriktirmek için, barajlar yaptılar. Böylece, şehirde, sıcaktan kavrulmuş toprakları sulayabilecekler ve tarım yapabileceklerdi.
SONUÇ:;
Evet her ne kadar somut kanıt bulunmasa da, Saba kraliçesi, antik dönemin bir parçasıdır. Antik Arabistan ülkesinin, güçlü kadın hükümdarlarından birisidir. Afrika ve Arabistan’da, Saba’nın öyküsü, 2000-3000 yıldır anlatılagelmektedir. Çok büyük, güçlü ve putlara tapan pagan bir halkın, güzeller güzeli lideri: bir gün, Kudüs şehrine, Hz.Süleyman’ı ziyarete gider ve orada yaşadıklarından etkilenerek, tek tanrıya inanmaya başlar ve ülkesine dönerek, bu inancını, halkı ile paylaşır.
Anadolu’da, günümüzden binlerce yıl önce egemenlik kurmuş ve her ne kadar atalarımız olarak kabul edilmese de, bu topraklar üzerinde yaşamış insanların öyküsüne devam ediyoruz.
MÖ.2500 yılları, yani günümüzden 4500 yıl kadar önce. Kafkaslar yöresinde yaşayan ve kökenlerinin Asyalı “Subaru” lar olduğu tahmin edilen bir kısım insan: guruplar halinde, Van gölü çevresindeki yerleşim yerlerine ve daha sonra, daha güneye, daha sıcak bölgelere inmeye başlarlar. Bu kez yerleşmeyi tercih ettikleri yerlerin başında: günümüzdeki Diyarbakır görülür.
Bu sırada: Hindistan’dan hareket ederek, İran yaylası üzerinden geçen ve Güneydoğu Anadolu bölgesine gelen diğer bir gurup insanla karşılaşırlar. Güneydoğu Anadolu bölgesindeki bu karşılaşma sonucu kaynaşan bu insanlar, daha sonraki dönemde: yine guruplar halinde: bölgede dağılmaya ve yerleşmeye başlarlar.
Diyarbakır yöresine gelen kafileler; yörede, daha önceki yaşantılarının bir gereği olarak, kabileler halinde, ayrı ayrı yaşamaya başlarlar. Bu kabileler; kendi içişlerinde müstakil hareket etmelerine rağmen, herhangi bir dış tehlike durumu söz konusu olduğunda, birlikte hareket etmeyi, birlik olmayı becermektedirler. Bunun sonucunda: Diyarbakır, Mardin, Urfa ve daha güneyde, Kerkük ve Filistin’e kadar olan bölgede, büyük bir imparatorluk kurarlar. İmparatorluğun: kuzeyde kalan bölümüne yani Anadolu topraklarında kalan bölümüne “Hurrriler” ve güneyde kalan bölümüne ise “Mittaniler” ismi verilir. Biraz önce söylediğim gibi, bunlar kendi içişlerinde serbest, dış tehlike karşısında ise, birleşen topluluklar halinde yaşamayı sürdürürler. Yani bir anlamda, küçük Beylikler halinde yaşarlar. Bu dönemdeki komşuları ise: Asurlular ve Mısırlılardır. Mısırlılardan sonra, dönemin, doğudaki en güçlü yapısını oluştururlar.
Hurriler: Dicle-Fırat nehirleri arasında kalan ve Mezopotamya olarak isimlendirilen, verimli toprakların bulunduğu bölgeye yerleşirler. Ama, esas yerleşim, öncelikle “Harran ovası” ve takip eden dönemde ise Çukurova bölgesidir. Gerek Harran ovası ve gerekse Mezopotamya bölgeleri: tarım ve ticari yönden çok elverişlidir. Bunun sonucunda: bu insanlar, tarım ve ticarette, önemli başarılar kazanırlar. Yabani buğday ve mercimekgilleri tarıma uygun hale getirirler. Koyun ve keçiyi evcilleştirirler. Hatta ve özellikle, at yetiştiriciliği konusunda, büyük gelişmeler kaydederler ki, bu durum, Boğazköy bölgesinde yapılan kazılarda bulunan, 4 Hitit tabletinde açıkça belirtilmektedir. Boğazköy denilince, aslında burada hassas bir konu hakkında söz etmek istiyorum.
Hititlerin egemenlik alanlarından olan, Alacahöyük yöresinde yapılan kazılarda, kral mezarları bulunur ve bu mezarlarda ele geçirilen kalıntıların en başında, kralların cenaze törenlerinde kullanılan “güneş kursları” gelmektedir. Tunç-Bronz ve altın ile yapılan bu güneş kursları: kral cenazelerinde kullanılır ve daha sonra ölü ile birlikte mezara gömülürmüş. Binlerce yıl sonra yapılan arkeolojik kazılarda, dönemin bu muhteşem sanat eserleri bulunur ve günümüzde, Ankara-Anadolu Medeniyetleri Müzesinde ihtişamla sergilenmektedirler. Evet, bu muhteşem güneş kursları: Hurri kültürü eseridir ve Hurri kralları mezarlarında bulunmuştur.
Mardin bölgesinde, Urkis isimli şehri kurarlar ve bu şehirde bir tapınak kurulması hakkında yazılı bir belge: günümüzde, Paris-Louvre Müzesinde sergilenmektedir. Bu belge: bir taş levha üzerine, arkaik çivi yazısı ile hazırlanmış ve MÖ.2300 yılına aittir. Diyarbakır-Mardin-Muş-Urfa-Kerkük başta olmak üzere, tüm çevre yörelerde egemenlik kuran imparatorluk: biraz önce söylediğim gibi, yörede çeşitli şehirler kurarlar. Bunların başında gelenler: Tell Brak, Şagar, Bazar, Tell Feheriye’dir. Başkentleri ise: günümüzde, Urfa şehrinin bulunduğu yerdeki “Hurri” şehridir.
Askeri yönden de önemli buluşlar ve başarılar kazanırlar. Savaş alanında, ilk savaş arabaları, bunlar tarafından kullanılır. Bu askeri gücün sonucunda, topraklar genişledikçe: Asurlular, Akadlar, Mısırlılar ve Hititler ile ilişki kurarlar. Hititlileri yenerek, başkentleri Hattuşaş şehrini ele geçirirler ve yaklaşık 200 yıl kadar, burayı kendi egemenlikleri altında tutarlar. Yukarıda, Alacahöyük yöresinde bulunan Hurri kral mezarları, bununla bağlantılıdır.
Mısır kralları ile yapılan mektuplaşmalar, o dönemdeki Hurri-Mitani uygarlığı hakkında, günümüze kadar ulaşan bilgiler yansıtmaktadır.
Peki, ya kültürel zenginlik? Kültürel anlamda: daha güneydeki “Sümer” kültüründen etkilenmişlerdir ve bunun sonucunda, Anadolu’nun bir kısmında, kültürel kalıntılar yaratmışlardır. Bu kalıntılar özellikle, günümüzde “Habur ırmağı” yanındaki mağaralarda görülmektedir. Hatta: Silopi ilçesinin güneyindeki bir köyde, Hurriler tarafından ticarette kullanılan bir kısım altın sikke ele geçirilmiştir. Din bakımından ise, çok tanrılı dine inandıkları görülür. Ölü gömme ve at yetiştirme usülleri: Orta Asya adetlerine benzetilmektedir.
Günümüzde yıllarca önce, Anadolu topraklarında büyük bir egemenlik kuran bu ulus: MÖ.1250 yılında yıkılır. Çünkü: gelişen ticaret ve sonucundaki zenginlik, çevrelerindeki ulusların dikkatini çeker ve bu uluslar, kendileri için tehdit oluşturmaya başlar. Derken, Mısır yöresinden gelen Hiksoslar tarafından, büyük bir saldırıya maruz bırakılırlar ve bölgeyi terk ederek, Toros dağlarına sığınırlar ve zamanla tarih sahnesinde yok olurlar. İmparatorluğun, kuzey bölümünde kalan toprakları ise, Hititler tarafında ele geçirilir.
Sonuç olarak: bu insanlar, yüzyıllarca süren bir süreçte, Anadolu toprakları üzerinde yaşamışlardır ve bu nedenle, tarihi geçmişimiz açısından önemlidir. Yoksa: yaşamları hakkında, çok da ayrıntılı bilgilere sahip olunmayan bu insanlar hakkında; dilleri, yaşam tarzları gibi konularda, çeşitli yanlı yorumlar yaparak, onun atası, bunun atası gibi sonuçlar çıkarmanın gereksiz olduğu kesindir.