Bulgaristan’ın “Kızanlık” veya “Kazanlık” diye isimlendirilen bölgesi: ülkenin orta kesimlerinde, Büyük Balkan dağlarının eteklerinde: güzelliğiyle ünlü “Gül vadisi” ni barındırmaktadır. Gül diyarı olarak anılan şehir; cazip bir turistik merkezdir. Gül diyarı olmasının en büyük nedeni: ılıman iklime sahip olmasıdır. Güneşli günler sıktır ve kışlar yumuşak geçer. Sıcaklık hiçbir zaman sıfır derecenin altına düşmez, yazın ise 25 derece üstüne nadir çıkar.
Aynı zamanda şehirde en büyük “Trak” mezarlığı bulunur. Mezarlık; UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesine dahil edilerek koruma altına alınmıştır. Bunun yanında: gül müzesi de, şehirde görülecek yerler arasında sayılır.
1880’li yılların başında: Bulgaristan’ın “Kızanlık” bölgesinde yaşayan vatandaşlarımız, 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus savaşı sonunda; Rus tehdidi nedeniyle ülkeye göç etmeye karar verirler ve bunun üzerine, ülkede, bunların yerleştirilecekleri uygun yerler aranır. Çünkü: bunlar geldikleri yerde “gülcülük” yaparak geçinmektedirler. Bunun üzerine bu gülcü göçmenlerin bir kısmı: İstanbul’a yerleştirilirler.
Evet: Bulgar Türkleri, 200 yıldır kendilerine ait olan gül bahçelerini ve gül yağı tesislerini Bulgarlara bırakarak, ülkeye göç etmek zorunda kalırlar.
Yani bu insanlar, ülkemizde de: o dönemde ülkede hiç bilinmeyen gülcülük yapabilmeleri için: Sultan II. Abdülhamit’in şahsına ait olan “İstanbul-Çavuşbaşı” bölgesindeki bir arazi, kendilerine tahsis edilir.
Göçmen soydaşlarımız, araziye yerleşirler ve burada yanlarında getirdikleri gül fidelerini kullanarak gül yetiştiriciliği ve gül yağı üretimine girişirler. Göçmen gülcü soydaşlarımız: yeni yerleştikleri bölgede, Mekteb-i Tıbbıye’nin Analitik kimya hocalarından Bonkowski destekleriyle, gül yağı üretimine başlanır.
Bonkowski nezaretinde, bilimsel yöntemlerle gül yetiştirmeye başlarlar. Hatta ilk gül hasadı: yağ gülü dikiminden yaklaşık 3 yıl sonra; 1886 yılında yapılır ve 650 kilo kadar gül çiçeği elde edilir. Sultan Abdülhamit: bu sonuçtan memnun olur ve gül yetiştiriciliğini teşvik eder ve Göksu deresi boyunca ilerleyen “Hekimbaşı Çiftliğin” de de gül üretimi yapılmasına izin verir. Böylece: Göksu deresi boyu, gül kokularının yayıldığı muhteşem güzel bir yer haline gelir.
Hekimbaşı Çiftliği: Sultan III. Selim ve II. Mahmud dönemlerinde: Hekimbaşılardan Mustafa Behçet Efendiye aittir. Behçet Efendi: ülkemizde tıbbın ve tıp terimlerinin gelişiminde büyük rol oynaması ile tanınmaktadır. 1886 yılından itibaren; Çavuşbaşı Çiftliğinde, Agop Paşanın da katkılarıyla, Kazanlık bölgesinden getirilen bakır ibrikler kullanılarak gül yağı üretimine başlanır. Bonkowski Paşa: elde edilen gül yağlarının, son derece kaliteli olduğunu ve 16 derecede 64 saniyelik bir zamanda, billuri bir kitle haline geldiğini rapor etmiştir.
Gül yetiştiriciliği ve gül yağı üretimi denemelerinde başarılı olunca, Anadolu’nun çeşitli illerine yağ gülü fidanları gönderilerek üretim teşvik edilir. 1912 yılında, devlet desteğiyle bedava gül fideleri dağıtılır ve üreticilere emanet ibrikler verilir. Ancak: yalnızca İsparta ve Burdur illerinde gül tarımı gelişirken, diğer illerdeki gül bahçeleri savaşların da etkisiyle bakımsız kalır ve yok olup giderler.
Behçet Efendi ölünce: Hekimbaşı çiftliği sahipsiz ve bakımsız kalır. Civardaki yerleşimlerin artması ile; göçmenler tarafından gül vadisine dönüştürülen bölge: çöp vadisi haline gelmeye başlar.
1970’li yıllara gelindiğinde: İstanbul şehrinin en güzel kokulu güllerinin yetiştirildiği bu bölge: İstanbul Belediyesi tarafından “çöp dökme alanı” olarak belirlenir. Hem de; Osmanlı döneminde “Sağlık Bakanı” ismi olarak kullanılan “Hekimbaşı” kelimesi verilerek. Evet, İstanbul çöplüğü “Hekimbaşı çöplüğü” olarak kullanılmaya başlanır. Günde şehirden toplanan 2300 tonluk çöpler; bu alana herhangi bir önlem alınmaksızın depolanır.
1993 yılına gelindiğinde ise, 28 Nisan günü, saat: 10.00 civarında, bu kez, tabiat kendisine yapılan bu rezilliğe isyan eder ve büyük bir patlama meydana gelir. 39 insan ölür ve dünya tarihin ilk “çöp heyelanı” nı, ortaya çıkar. İstanbul’un orta yerindeki bir çöp toplama bölgesi “metan” gazı sıkışması nedeniyle patlar ve 470 bin metreküp çöp; kayarak çöplüğün hemen üzerine kurulmuş gecekondu evlerin üzerine akar ve büyük bir heyelan yaşanır. Yıllardır, gelişigüzel dökülen çöpler; koca bir mahalleyi yutar ve insanlar daha ne olduğunu anlamadan, 39 vatandaşımız hayatını kaybeder. Söylenenlere göre: 1980’li yılların sonunda, Bitlis-Mutki ilçesi-Koyunlu köyü tamamen boşaltılır ve vatandaşlar, İstanbul’a göç ederler ve o sıralarda boş buldukları Ümraniye Hekimbaşı Çöplüğü dibine, gitgide yükselen çöp dağı eteklerine derme çatma yapılar, gecekondular kurarak yerleşirler. Zamanla, burası bir yerleşim yeri haline gelir ve “Boztepe” olarak isimlendirilen bölgede, yaklaşık 800 kişi yaşamaya başlar. Ancak, elbette çöplükten yayılan koku ve hastalıklı sinekler, burada yaşayan insanlar tarafından kanıksanır hale gelir. Bu sırada: Ümraniye Belediye Başkanı, Hekimbaşı çöplüğünün kaldırılması ve burada yaşayan vatandaşların, başka yerde iskan edilmesi için girişimlerde bulunmaktadır. Ancak: Büyükşehir Belediyesi, Kadıköy, Üsküdar ve Beykoz Belediyeleriyle bürokratik kriz yaşanır ve burası, atık yeri olarak kullanılmaya devam edilir.
Çöplükte hayatını kaybeden yakınları, açtıkları davalarda: ruhsatsız gecekondularda yaşadıkları ve bu yüzden sorumluluğun kendilerine ait olduğu söyleniyordu. Gecekondular ruhsatsız dı, ancak bu ruhsatsız yapılara, Belediyeler tarafından elektrik, su gibi hizmetler veriliyordu, yani resmi makamlar burada insanların yaşadıklarını biliyor ama önlem almıyorlardı. Sonuçta: burada yakınlarını kaybedenler, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurdular ve ölen yakınları için tazminat aldılar. Bundan daha da önemli sonuç: birçok resmi makamın, olay üzerine, çöplüklerde bir kısım tedbir alma ihtiyacı hissetmeleridir.
Hekimbaşı Çöplüğü ise: günümüzde çöplük olarak kullanılmıyor ve spor merkezi, park haline getirilmiştir. Park alanında: voleybol, basketbol ve tenis kortları, yürüyüş yolları ve her türlü spor alanı bulunuyor.
1913 yılında: Fransız pilot Dancourt tarafından İstanbul-Kahire uçuşu projesi, uçağın Toroslar üzerinde parçalanması üzerine yarım kalır. Osmanlı İmparatorluğunun hırslı Harbiye Nazırı Enver Paşa: Balkan Savaşının acılarını silmek ve Osmanlının gücünü dünyaya göstermek için, dönemin gözde etkinliklerinden olan havacılık konusunda, bir şov düzenlemeye, iki teyyarelik bir filoyu İstanbul’dan Kahire’ye göndermeye karar verir.
8 Şubat 1914 tarihinde: İstanbul-Kahire yolculuğu yapmak üzere, İstanbul’da “Bleriot” tipi 2 uçak ve 2 uçuş ekibi hazırlanır. Uçaklardan “Muavenet-i Milliye” isimli olanının pilotu Fethi Bey ve gözlemcisi Sadık Bey’dir.
Diğer uçağın pilotu ise Nuri Bey’dir ve yardımcısı ile birlikte “Prens Celalettin” isimli uçağı kullanmaktadırlar.
Uçaklar ise: en çok 800 metreye kadar yükselebilen ve taşıdığı yakıta göre, havada en fazla 1 saat 10 dakika kalabilir özelliktedirler. İki kişilik uçaklarda, pilottan başka bir de rasıt denilen ve gözleme ile görevli personel bulunurdu. Ancak: paraşüt ve benzeri teçhizat bulunmazdı. Uçuş, toplam 25 saat ve2515 kilometresürecektir. Ancak, uçulacak rotanın bazı bölümlerinin haritası bile bulunmamaktadır. Hatta: uçuşlarda kullanılacak Bleriot cinsi uçaklar, bazı eksiklikleri nedeniyle, üretildikleri ülkenin yani Fransanın ordusunda bile kullanım dışı kalmıştır. Bu durum, bana hemen, binlerce askerimizin boş yere şehit düştüğü “Sarıkamış Harekatı” nı hatırlatıyor.
Fethi Bey: İstanbul doğumludur. 1907 yılında Bahriye Mektebinden mezun olur. 1911 yılında, İngiltere’de havacılık eğitimi alır ve dönüşünde Yüzbaşı olarak, orduya katılır, çeşitli gösteri uçuşları yapar. Ayrıca: Türk Havacılık tarihinde, ilk savaş görevi alan 8 pilottan biri olarak bilinir. Şubat 1913 tarihinde ilk gece uçuşunu, yine kendisi yapmıştır. Uçaklarda ilk bomba, yine Fethi Bey’in yönetimindeki bir uçak tarafından 1913 Balkan savaşında, düşman hatlarına (Bulgar hatlarına) atılmıştır.
Sadık Bey: Selanik’te doğmuş, İstanbul Mekteb-i Harbiye’den mezun olduktan sonra “Teğmen” rütbesiyle orduya katılmıştır.
Her iki uçak: 8 Şubat 1914 günü, yağmurlu bir günde, İstanbul-Yeşilköy havaalanından hareket ederler. Hareket törenine: Enver, Talat ve Cemal paşalar katılır. Tören sırasında, dönemin Bahriye Nazırı Mehmet Paşa: Yüzbaşı Fethi Bey tarafından bir süre uçurulur. Törende, Enver Paşa: pilotları cesaretlendirmek için nutuk atar. Hatta: Padişah 5. Murat’ın kızı Hatice Sultan, bir buket çiçek göndererek havacıları onurlandırır ve tören sonunda, havacılarımız Enver Paşa’nın elini öperek meydandan hareket ederler.
Önce saat 9 sıralarında, Prens Celalettin uçağı ile, Nuri Bey ve gözlemcisi İsmail Hakkı Bey havalanır. Hemen ardından, Muavenet-i Milliye uçağı havalanır. Ancak: daha yolculuğun başında havada ciddi sıkıntılar yaşanır. Kalkıştan kısa süre sonra, gittikçe artan bir sis etkin olur. Hatta, kalkıştan hemen sonra, 300 metreye yükseldiklerinde, bu sis nedeniyle gözden kaybolurlar. Yalnızca motor sesleri duyulur. Ancak: Nuri Bey’in kullandığı Prens Celaleddin isimli uçak, Kartal üzerinden Yeşilköy’e geri döner ve sisin dağılmasını beklemeye başlarlar. Bu sırada, Fethi Bey’in kullandığı diğer uçak ise, yoluna devam eder ve Adapazarı şehrinde zorunlu iniş yapar. Dönemin gazeteleri, telgraf aracılığı ile, bu harekatı günü gününe izleyerek okuyucularına aktarmaktadırlar. Zaten: dönemin “Tanin” isimli gazetesine göre, Fethi Bey, Adapazarına inince, hemen bir postane bulmuş ve İstanbul’a telgraf çekerek durumunu belirtmiş, diğer uçaktaki arkadaşlarının durumunu öğrenince rahatlamıştır.
Uçuşun beşinci etabında, 11 Şubat 1914 günü,4000 metreyüksekliğindeki Toros dağları aşılır ve Havacılık tarihinin ilk yüksek irtifa uçuşu gerçekleştirilir. 21 Şubat tarihinde, Adana’dan kalkan uçak, bu kez ciddi bir tehlike atlatır ve Adana’nın40 km. uzağında bulunan Misis bölgesine zorunlu iniş yapar. Adana’da bulunan makinist Cemal Efendi, Misis bölgesine karayolu ile gelerek, uçağın tamirini yapar.
Devamında, uçak, 24 Şubat tarihinde, Şam şehrine varır. 6-7 dakika şehir üzerinde dolanan uçak, halkın coşkun sevgi gösterileri sırasında, Merce Meydanına iner. Çünkü, meydanda bulunan ve “Merce Anıtı” adını alan abide, şehirdeki Osmanlı egemenliğinin en büyük ve anlamlı örneklerinden birisidir. Abidenin tepesinde, Osmanlı hakimiyetinin en büyük sembolü olan “Yıldız Sarayı” nın küçük bir maketi bulunur. Anıt: telgraf hattının Şam şehrine ulaşması nedeniyle, Sultan Abdülhamit tarafından yaptırılmıştır. Zaten, devam eden süreçte: yargılanan ve Cemal Paşa tarafından idama mahkum edilen Arap milliyetçileri de, bu meydanda asılmışlardır. Teyyareciler onuruna, Şam şehrinde İttihat ve Terakki Kulübünde büyük bir ziyafet verilir ve bu sırada, Osmanlılığın şan ve şerefiyle ilgili nutuklar atılır. Hatta: Şam halkı tarafından toplanan yardım paraları ile “Dımışk” adı verilen bir uçak satın alınır ve Harbiye Nezareti emrine verilir. Pilotlara ise, hatıra olarak birer süslü kılıç hediye edilir. Ertesi günü ise, Şam Kolordu Komutanı Mehmet Ali Paşa: Fethi Bey tarafından Şam şehri semalarında uçurulur. Tanin gazetesinin yazdığına göre, gösteriyi 150 bin kişi izlemiştir.
Şam şehrinde 3 gün kalan pilotlarımız, 27 Şubat 1914 günü, Kudüs’e hareket ederler. Şehirden hareket etmeden önce, Tanin gazetesi muhabirine raportaj veren 23 yaşındaki Fethi Bey: Şam halkının kendilerine gösterdiği ilgiyi ömür boyu unutmayacağını ifade eder. Halbuki: bu kahraman pilotlarımız, ebedi istirahatgahlarının, Şam şehrinde bulunacağını kesinlikle tahmin etmemişlerdir. Fethi ve Sadık Bey tarafından kullanılan uçak: Kudüs şehrine80 km. kala, Taberiye gölü yakınlarından geçerken, Küfrühar denilen yerde, büyük olasılıkla şiddetli bir hava akımına yakalanmışlar ve bunun sonucunda, kayalıklara çarparak düşmüşler ve kaza sonucunda her iki pilotumuz da şehit olmuştur. Yine de uçağı kesin düşüş sebebi belli değildir, büyük olasılıkla teknik arıza da söz konusu olabilir. Yolculuk boyunca, yeterli ve gerekli teknik ve uzman personelin bulunmaması, en büyük eksikliktir.
Şehitlerimizin ve uçağın enkazının bulunması için: başlangıçta geri dönen Nuri Bey ve İsmail Hakkı Bey komutasındaki bir uçak havalanır ve bu uçak: 27 Şubat 1914 tarihinde, Şam yakınlarında Meze ovasına iner. Bu iniş sırasında beklenen coşku, kaza nedeniyle olmaz. Aynı gün, kazanın olduğu yere katarla hareket edilir ve şehitlerin naaşları, Şam şehrine getirilir.
Evet: Nuri Bey ve İsmail Hakkı Bey’in kullandığı uçak, Şam şehrinde, İstanbul’dan gelecek talimatı bekler ve uçağın bir takım eksiklikleri giderildikten sonra; İstanbul’dan gelen talimat üzerine, rota değiştirilerek, Kudüs ve El-Ariş istikametini izlemek yerine, sahil güzergahı takip edilerek, Yafa üzerinden Mısır’a gitmek planlanır. Ancak: 11 Mart 1914 tarihinde Yafa şehrinden havalanan uçak, rüzgarın ters yönden esmesi nedeniyle, bir türlü yükselemez ve irtifa kaybederek şehirden uzaklaşamadan Akdeniz’e düşer. Sahilde toplanan halk, sandallarla uçağın düştüğü yere ulaşır ve Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey kurtarılırken, Üsteğmen Nuri Bey, boğularak şehit olur. Tanin gazetesinin haberine göre ise, Nuri Bey’in baygın ve yaralı olarak kurtarıldığı yazılır, yine de, kendisinin ilk çarpma anında, boğularak öldüğü belirlenmiştir. Çünkü: halk üzerindeki olumsuz tepkileri azaltmak için, ilk anda yaralı olduğu söylenmiştir. 15 Mart 1914 tarihinde ise, Nuri Bey’in şehit olduğu ve cenazesinin törenle Beyrut’tan Şam’a getirildiği yazılır. Şam’da, daha önce Fethi ve Sadık Beylerin cenaze törenleri, Nuri Bey için de tekrarlanır ve naşı, diğer 2 şehit pilotumuzun yanına, Selahattin Eyübi Türbesine defnedilir. Nuri Bey’in kaza sırasında üstünde bulunan elbiseleri, İstanbul Askeri Müzesine gönderilir.
Tabii 3 şehit ile bu iş bitirilmedi. İttihat ve Terakki: iki teyyare ile başlayan bu girişimi sonuçlandırmakta kesin kararlıdır. Harbiye Nazırı Enver Paşa; daha ilk uçak düştüğünde, üçüncü bir uçak için girişimlerde bulunur. Söz konusu görev için seçilen heyette pilot Yüzbaşı Salim Bey ve gözetmen olarak Yüzbaşı Kemal Bey görevlendirilir.
Bleriot cinsi uçağın ismi ise “Ertuğrul” dur.
6 Mart 1914 tarihinde yola çıkılır, ancak: daha seferin başında birçok aksilikler yaşanır. Uçak: İstanbul’dan havalandıktan sonra Edremit yakınlarında, ormanlık bir alana zorunlu iniş yapmak mecburiyetinde kalır ve hatta kullanılamaz hale gelir. 17 Mart 1914 tarihinde yaşanan bu olay üzerine, Tanin Gazetesinin de yayınları ile, Edremit halkı, Reşid Bey öncülüğünde aralarında para toplayarak son sistem bir uçak satın alırlar ve “Edremit” ismi verilen bu uçağı Harbiye Nezaretine teslim ederler. Bu girişim Enver Paşa’yı çok duygulandırır ve uçak Edremit’e yollanır. Ancak, başka bir aksilik yaşanmasından korkulduğu için, sefere, Beyrut’tan devam edilmesine karar verilir. Saidiye vapuruna bindirilen pilotlar ve Edremit uçağı: deniz yolu ile Beyrut’a taşınır. Yanlarına, uzman makinist ve teknisyenler verilir.
1 Haziran 1914 tarihinde, Beyrut’tan havalanan uçak: Kudüs şehrine varır ve büyük bir coşkuyla karşılanır. Mescid-i Aksa’da 3000 kişilik cemaat ile Cuma namazı kılan pilotların başarılı olması için dualar edilir ve böylece Osmanlılık fikri, yerel halk üzerinde etkinleştirilir.
Bu uçak: 6 Mayıs 1914 tarihinde, Port Said limanına varır. 9 Mayıs 1914 tarihinde, saat 05.30 da ise, Kahire’ye ulaşılır. Burada: Prens Aziz Bey, uçuş heyetini karşılar. Ertesi günü, pilotlarımız, uçak ile, Kahire şehri semalarında gösteri uçuşu yaparlar. Buradan İskenderiye şehrine geçilir ve Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa tarafından karşılanırlar. Bu karşılamada, sadece Hidiv değil, bölgenin önde gelen diğer simaları da bulunur. İttihat ve Terakki, yaşanan bu gelişmeleri, propaganda unsuru olarak kullanır ve orduya yeni uçaklar satın alınması için bir dizi kampanya başlatılır. Bu kampanyalar içinde, pilotlar fiilen görev alırlar. Devamında, gerek uçak ve gerekse pilotların bir kazaya uğramaması için, İskenderiye limanından kalkan bir gemi ile İstanbul’a ulaşımları sağlanır ve 22 Mayıs 1914 tarihinde İstanbul’a ulaşırlar.
Şehitlik ardından, Fethi ve Sadık Bey; Şam şehrinde; Emevi camiindeki “Selahattin Eyyübi” türbesinin yanına, hazire bölümüne defnedilirler. Görev tamamlanmadan, hedefe varmadan meydana gelen bu ölüm: ülkede büyük üzüntü yaratır ve bunun üzerine Muğla ilinin Meğri isimli ilçesine “Fethiye” adı verilir. İlçedeki bir park içinde, 2005 yılında açılan, Fethi Bey’in, büyük bir heykeli bulunmaktadır. Her yıl, 28 Şubat tarihinde, bu anıtta; şehitleri anma töreni düzenlenmektedir.
Ayrıca: İstanbul-Fatih-Saraçhanebaşı’nda, Fatih parkında: 1916 yılında bitirilen “Teyyare Şehitleri Anıtı” bulunmaktadır.
Hatta: Havacılık tarihinin bu ilk şehitlerinin öldüğü yerde, Teberiye gölü doğusunda “Ayn Gev” yakınlarında da bir anıt bulunmaktadır.
Batı Şeria’nın El Halil şehrinde: çoğunluğunu Filistinlilerin oluşturduğu ve yalnızca küçük bir İsrailli azınlığın oturduğu bilinmektedir. Ancak: elbette bu guruplar arasındaki çatışmalar hiç bitmez. Özellikle: 1994 yılında: İbrahim Camiinde, bir İsrailli saldırganın 29 Filistinliyi öldürmesi üzerine, El Halil şehrinde: silahsız olarak “Geçici Uluslar arası Mevcudiyet (TIPH) “ oluşturulmuştur. Güç içinde: 12 Türk askeri bulunmaktadır.
1997 yılına gelindiğinde ise: El Halil şehrinin Filistin yönetimine devredilmesi sonucu, bu gücün varlığını sürdürmesine karar verilmiştir.
26 Mart 2002 tarihinde, Filistin yönetiminde bulunan “El Halil” şehrindeki geçici uluslar güce (TIPH) bağlı, askeri gözlemcilerin bulunduğu otomobile, saat 20.30 civarında: şehrin biraz dışındaki “Halhoul” köprüsü yakınlarında, bir silahlı saldırıya uğrar.
Saldırı sonucunda otomobilde bulunan ve 6 aydır bölgede görev yapan Hava Piyade Binbaşı Cengiz ve İsviçreli bir kadın asker (Catherine Berruex) ölür. Saldırıda Yüzbaşı Hüseyin Özarslan hafif yaralanır. Yaralı Yüzbaşı: Kudüs Sharezadek Hastanesine kaldırılır.
Yaralanan Jandarma Yüzbaşı Hüseyin: Kudüs şehrindeki hastanede tedavisi yapıldıktan sonra verdiği ifadesinde: “ El Halil şehri dışında; karargahtan hareketin ardından 5 dakika sonra, araçlarıyla ilerlerken, önce uzaktan ateş açıldığını ve daha sonra farların aydınlattığı bir bölgede, eli silahlı ve Filistin polisi üniforması giymiş kişi veya kişiler gördüğünü; ” söylemiştir. Hatta: “saldırganın elindeki silahın bütün şarjörünü, araç içinde bulunanlara boşalttığını, araçta bulunan 3 kişinin de öldüğünü düşünerek, olay yerinden uzaklaştığını ” belirtmiştir.
Yaralı Yüzbaşı Hüseyin: acil yardım için telefonla ilgililere haber verdiğinde, olay yerine önce İsrail askerlerinin geldiğini, İsrail askerlerinin kendisine ve ağır yaralı İsviçreli bayan askere ilk müdahaleyi yaptıklarını, İsviçreli askerin olayın ardından sağ iken, bu sırada öldüğünü, ilk müdahale sırasında, olayı yaptığı düşünülen kişilerin tekrar olay yerini ateş altına aldıklarını, İsrailli askerlerin bir kısmının ise, bu kişilerle silahlı çatışmaya girdiklerini” beyan etmiştir.
Ancak: İsrail yetkililerinin yaptığı araştırmalar ve aldıkları ifadelerle ortaya çıkan bu durum: Filistinli yetkililer tarafından yapılan araştırmalar ile gölgelenmiştir. Filistinli El Halil Belediye Başkanı Mustafa Netçe: kurbanların üzerinden çıkan mermilerin, yalnızca İsrail askerleri tarafından kullanıldığını beyan etmiştir. Çünkü: şehit cenazesi üzerinde yapılan otopside: çıkan kurşunların5.56 mm.lik M16 makinalı tabanca kurşunları olduğu tespit edilmiştir. Bu tabanca ve mermiler: bölgede yalnızca “ABD ve NATO ve üye ülkeleri” silahlı kuvvetlerince ve bir de “İsrail Savunma Gücü (İDF)” tarafından kullanılmaktadır. Bu bölgede, Filistin silahlı güçler ise A47 isimli silah ve buna ait mermileri kullanmaktadırlar.
Resmi araştırmalar, İsrail Askeri Mahkemesi tarafından
yapılmış, araştırma sonucunda: olayın 3 Filistinli tarafından gerçekleştirildiğini, bunlardan birinin halen İsrail hapishanelerinde tutuklu bulunduğunu, diğer ikisinin ise, operasyonlarda öldürüldüğü ortaya çıkmıştır. Hatta: Binbaşı Cengiz’in ölümünden birinci derece sorumlu kişinin: 2003 yılında, İsrail tarafından, El Halil şehrindeki bir operasyonda öldürülen İslami Cihad gurubu lideri Muhammed Beşaret olduğu iddia edilmiştir.
Araştırmalar sonucunda: gerek olayın oluş şekli ve gerekse nedenleri konusunda birçok soru cevapsız veya İsrail Askeri Mahkemesinin cevaplandırdığı şekilde belirlenmiştir. Özellikle: saldırının neden yapıldığı, kimler tarafından yapıldığı netleşmemiştir. Çünkü: yukarıda da söz ettiğim gibi; saldırıyı Filistin polisi üniforması giyen kişilerin yaptığı söylense de, bu üniformaları dışarıdan temin etmek zor olmasa gerek. Peki: saldırıda kullanılan silahların mermi çekirdeklerinin, özellikle İsrail güvenlik birimleri tarafından kullanılan mermilerin aynısı olması nasıl izah edilebilir?
Evet, aradan yıllar geçmesine rağmen: günümüzdeki “Mavi Marmara” gemisi baskını sonucunda yaşanan gelişmeler bu olayda maalesef sağlanamamış ve İsrail Askeri Mahkemesinin kararları, gerçek gibi kabul edilmiştir. Aslına bakarsanız: olayın oluş şekli, oluş nedeni vs. gibi durumlar, asla Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir kahraman Binbaşısının ölümü için uygun mazeretler değildir. Çünkü: unutulmaması gerekir ki, Türk Silahlı Kuvvetleri, personelini yetiştirirken, başlıca görev olarak “YURT SAVUNMASI” nı esas almaktadır ki, El Halil nere, Türkiye nere?
Şehit Binbaşı Cengiz Toytunç: Antalya-Korkuteli-Başpınar köyündendir. Göreve giden Binbaşının, eşinin ise, olay sırasında, kendi ailesinin yanında Kütahya’da bulunduğu anlaşılır. Antalya-Muratpaşa Belediyesi tarafından, şehit Binbaşı Cengiz Toytunç’un ismi, bir caddeye verilmiş, ayrıca yine ismi bir okula tahsis verilerek yaşatılmaya çalışılmıştır.
Ayrıca: halen faaliyetlerine devam eden, bölgedeki TIPH karargahında ise, bir anıt oluşturularak, şehitler anılmaktadır. Ama: herhangi bir bilgi ve belgeye rastlayamadığım şu soruların cevaplarını merak etmiyor değilim. Acaba: bu olay nedeniyle, şehit Binbaşının yakınlarına veya Türkiye Cumhuriyeti Devletine, herhangi bir kurum veya kuruluştan, herhangi bir özür veya tazminat ödenmişmidir? Maalesef bu sorunun cevabı yok ki, büyük ihtimalle bunların olmadığını düşünüyorum.