Tarihi Kırkpınar güreşleri, Edirne kent kimliğinin en önemli öğelerinden olup aynı zamanda Antik Yunanistan Olimpiyatlarından sonra, dünya tarihinin bilinen en eski spor organizasyonudur.
Dünyanın hiçbir şehrinde bu kadar süredir devam eden bir spor müsabakası yoktur yani Kırkpınar güreşleri tek olma özelliği taşır.
Bu organizasyonun bir efsaneye göre: Osmanlı Padişahı I. Murat tarafından 6 Mayıs 1361 tarihinde başlatılmıştır. Ancak Kırkpınar güreşlerinin başlangıcı hakkında birçok söylenti vardır. Bunların en yaygın olanı: Kırkpınar güreşleri efsanesi: Orhan Gazi, Rumeli’yi ele geçirmek için bir sefer düzenleyerek kardeşi ve 40 askerle birlikte Domuzhisarı üstünde ilerler. Domuzhisarı’nı fetheden gurup, ardından diğer hisarları ele geçirmek için yola devam ederler. Bu süreç içinde askerler mola verilen her yerde güreşe tutuşurlar.
Bir gün, gurupta yer alan iki genç yiğit güreşe tutuşur fakat kazanan olmaz. Ardından önce Yunanistan’da, daha sonra Hıdrellez günü Edirne’ye 17 km uzaklıktaki Ahırköy çayırında tekrar güreşmeye başlarlar. Fakat sabah başlayan gece yarısına kadar devam eden güreşin sonunda, ikisi de ölür.
Arkadaşları onları incir ağacının altına gömer ve söylentilere göre ilerleyen yıllarda bu iki askerin mezarı başından gür bir pınar aktığı görülür. Halk bu iki kişinin ermiş olduğuna inanır, bölgenin adı da “Kırkpınar” olarak anılmaya başlar.
Kırkpınar yağlı güreşlerinde pehlivanlar manda, dana ve malak derisinden yapılmış olan “kıspet” adı verilen giysi giyerler. Güreşçileri seyircilere tanıtan kişi cazgır, güreşçilerin güreşten önce gerçekleştirdikleri ısınma hareketi peşrev olarak adlandırılır. Pehlivanlar güreşe tutuşmadan önce, kavramanın güç olmasını sağlamak amacıyla yağlanmakta, tutuşa çağrılan pehlivanlar için davul-zurna eşliğinde güreş havaları çalınır.
Kırkpınar güreşleri, Balkan Savaşı, 1. Dünya Savaşı ve Yunan işgali döneminde kendi yerinde ve düzeninde yapılmaz, bir süre Edirne dışında Virantekke bölgesinde yapılır. Cumhuriyet döneminde ise belli bir süre Edirne Milli Eğitim Müdürlüğünün Türk Ocağına yardım amacıyla organize ettiği güreşler, bir süre de Kırkpınar ağaları tarafından düzenlenir. 1946 yılından itibaren Edirne Belediyesi tarafından organize edilen Kırkpınar güreşleri her Hıdırellez günü Sarayiçi’nde yapılmaktadır.
1933 yılı, Mustafa Kemal Atatürk, Maarif Vekili Dr Reşit Galip, Kılıç Ali, Nuri Conker, Afet İnan ve Başyaveriyle birlikte; bitirme sınavlarını takip etmek için, Ankara Erkek Lisesi (o zamanki ismiyle Taş Mektep) gider.
Sınav salonunda: Lisenin tarih öğretmeni Samih Nafiz Tansu ve çeşitli yerlerden gelmiş ayırtmanlar bulunmaktadır.
Öğrenciler, ellerinde tezleriyle salona girerler, ilk soruları öğretmenler sorar. Bir öğretmen: İtalyanlarla ilgili sorduğu bir soruya cevap alamayınca öğrenciye kızar. Bunun üzerine, Atatürk bir başka öğrenciye dönüp bir soru sorar:
-Yıldırım Beyazıt ile Timur arasındaki harbin sebepleri nedir, hangisinin Kumandanlık vasfı daha üstündür.
Aydın isimli öğrenci, harita üzerinde izahatlı ve son derece olgun cevaplar verir. Atatürk bu öğrenciye başka sorular da sorar ve yine aynı doğru cevapları alır. Bunun üzerine, çocuğa ne olmak istediğini sorar. Çocuk cevaben “Su mühendisi” olmak istediğini söyler. Atatürk: tarih bilgin çok iyi der ve kendisine tarihçi olmasını öğütler. Aynı zamanda, yanında bulunan Maarif Vekili, Dr Reşit Galip’e de, bu çocuğa sahip çıkılmasını tembihler. Hatta, eğitim için Amerika’ya gönderilmesini söyler.
Evet, bu bitirme sınavında, Atatürk’ün bu kadar takdir ettiği, daha sonra Üniversite eğitimi için Amerika’ya gönderilen, doktorasını Harvard Üniversitesinde tamamlayıp Türkiye’ye dönen, Bilim Tarihi alanında Dünyanın ilk doktora derecesini alan öğrenci, Profesör Dr Aydın Sayılı’dır. Bu arada, Harvard Üniversitesindeki doktora tez konusu “İslam Dünyasında Bilim Kurumları” dır.
Aydın Sayılı: 2 Mayıs 1913 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babasının görevi nedeniyle, farklı şehirlerde bulundu ve hatta bir süre de İran’da yaşadı. İlk öğretimini İstanbul’da, ortaöğretimini ise Ankara’da tamamladı. Liseyi bitirdikten sonraki safahatı, yukarıda yazdım.
Aydın Sayılı, doktorasını aldıktan sonra 1943 yılında Türkiye’ye geri döndü.
1947 yılında, Türk Tarih Kurumu, tam üyeliğine seçildi.
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde, Felsefe bölümünde “ilmi yardımcı” olarak göreve başladı. 1952 yılında, Bilim Tarihi Profesörü oldu ve Bilim Tarihi Kürsüsü Başkanlığına atandı.
1958 yılında Ordinaryüs Profesör oldu.
1961 yılında, Uluslararası Bilim Tarihi Akademisi tam üyesi oldu ve ardından 3 yıl başkanlığını yaptı.
1974 yılında Felsefe Bölümü Başkanlığına seçildi ve emekli oluncaya kadar bu görevi yürüttü.
1984 yılında kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi’ne başkan olarak atandı.
Aydın Sayılı’nın yapmış olduğu çalışmalardan en önemlisi ve dikkat çekeni: İslam Dünyası Medeniyetlerinin bilime ve dünya devletlerinin gelişimine yapmış olduğu katkıları ortaya koyduğu çalışmalardır. Türklerin yüzyıllar boyunca bilime yapmış oldukları büyük katkıları ortaya çıkarmak için araştırmalar yaptı. Karşılıkları hiç bulunmamış yabancı sözcüklere ve anlam karışıklıklarına yol açan terimlere, Türkçe yeni karşılıklar bulup bunların açıklamalarını yaptı. Eş anlamlı, yakın anlamlı Türkçe sözcükler türeterek, dilimizi zenginleştirmede önemli bir kültürel etkinlikte bulundu.
Dünyada ses getiren en önemli görüşlerinden birisi de: İslam dünyasının namaz saatlerini, düzgün ve hatasız belirleyebilmek için, astronomiye ihtiyaç duymalarını göz önünde bulundurarak, ilk gözlem evlerinin Müslümanlar tarafından ortaya çıkarıldığı yönündeki görüşüdür. Sayılı, bu görüşünü ispatlayabilmek için, İslam devletlerindeki var olan ve günümüze kadar gelmemiş olan pek çok gözlem evi ile ilgili çalışmalar yapmıştır. Özellikle bu konuya Türklerin yaptığı katkıları ilk defa belgeleriyle ortaya koydu. “The Observatory in İslam” adlı eserinde; incelenen rasathaneler arasında Meraga ve Semerkant rasathaneleri ve buralarda kullanılan aletlerle ilgili ilginç açıklamalar bulunuyor.
Türk kökenli Müslüman matematikçiler hakkında araştırmalar yaptı. Fizikle ilgili olarak Farabi ve İbn Sina gibi Türk filozof ve bilim adamlarının çalışmalarını inceledi.
Ayrıca, Ortaçağ İslam Dünyasında ilmi çalışmalar adlı makalesinde “Yunanlılar ilmi Mezopotamya’dan aldı” gibi bilgiler vermiştir.
Hemen hemen bütün eserleri, İslam dünyası ve Müslüman Türklerin felsefesi ve özellikle ilmi faaliyetleri üzerinedir.
Onun en çok önem verdiği şey, Atatürk’ün bilim anlayışı ve Türk bilim adamlarından beklentileriydi ve bu konudaki görüşlerini “Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir” adlı eserinde kaleme aldı.
Bu çalışmaları nedeniyle sayısız ödül almıştır. Bunlardan en önemlileri: 1990 yılında UNESCO tarafından verilen “Yaşam Boyu Hizmet Ödülü” dür.
13 Ekim 1993 tarihinde, Ankara’da evinin önündeki sokakta geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etti. Cenazesi, Ankara Cebeci mezarlığına defnedildi.
Ancak bu değerli bilim adamının resmi, günümüzde kullanılan 5 Türk Lirası banknotun arka yüzünde bulunuyor.
Ahmet Kemalettin Bey: 1870 yılında İstanbul’da orta sınıfa mensup bir ailenin çocuğu olarak doğmuştur. 1887 yılında, 17 yaşında iken, mühendisliğe ilgi duymaya başladı ve Hendese-i Mülkiye Mektebine (günümüzdeki İstanbul Teknik Üniversitesi) kaydoldu. Üniversiteyi birincilikle bitirdi ve 1891 yılında aynı okulda öğretim görevlisi olarak bulunan Alman Jachmun’un asistanlığına atandı. 1895 yılında, mimarlık eğitimini geliştirmek için, devlet bursu ve hocasının desteğiyle Almanya’ya gönderildi. Berlin şehrinde, Berlin Teknik Üniversitesinde 2 yıl eğitim gördü. Daha sonra, yine Berlin şehrinde bir süre daha kalarak deneyim kazandı.
1900 yılında İstanbul’a döndü ve öğretim üyeliğine başladı. Hocası Alman Jachmund’un Türkiye’den ayrılması üzerine, onun verdiği mimarlık derslerini üstlendi.
II. Meşrutiyetin ilanından sonra, Evkaf Nezareti İnşaat ve Tamirat Müdürü olarak çalışmalarını sürdürdü. Şark Demiryolları Şirketi adına, 4 demiryolu tren istasyonu tasarladı. Tarihi yapıların restorasyonu ve yeni yapıların tasarımıyla ilgilendiği bu dönemde: Osmanlı mimarisinin ilkelerini inceledi ve kendi mimari üslubunu şekillendirdi.
1910 yılının başından itibaren ölümüne kadar, yoğun bir tempoda çalışarak, hem Türkiye’de (çoğunlukla İstanbul’da) hem de yurt dışında çeşitli eserler verdi. Mescid-i Aksa’nın restorasyonu için bir süre Kudüs şehrinde kaldı. Türkiye dönüşünde ise, yeni başkent Ankara’nın kuruluş aşamasında, yeni yapılar üzerinde yoğunlaştı.
Kendisinin en önemli ve sıra dışı eserlerinden birisi de, “Ankara Palas” otelidir.
Ankara Palas oteli, 1924 yılında Mimar Vedat Tek tarafından yapılmaya başlanır. 1926 yılında ise, Mimar Kemalettin tarafından devam ettirilir. 13 Temmuz 1927 tarihinde Mimar Kemalettin, Ankara Palas şantiyesinde beyin kanaması geçirir ve vefat eder.
Mezarı: İstanbul Beyazıt camisindedir, 2007 yılında mezarı yeniden düzenlenerek anısına bir mezar anıtı eklenmiştir.
Evet, günümüzde, 20 Türk Lirasının arka yüzünde, Mimar Kemalettin’in bir portresi bulunmaktadır. Ayrıca, onun başyapıtlarından olan “Gazi Üniversitesi Rektörlük Binası” resmi bulunur.
Mithat Paşa: 1822 yılında İstanbul’da doğdu. Asıl ismi: Ahmet Şefik’tir.
Mithat Paşa’nın oldukça hareketli bir hayatı var, bu hareketlilik yanında, kendisi hakkında çok değişik yorumlar var, ama benim en çok dikkatimi çeken yaşamının birçok bölümünde ve hatta öldükten sonra bile kendisini seven kadar sevmeyenin de çok olduğudur. Ancak her şeye rağmen yıllar sonra, en büyük özelliği “Hürriyet” sevgisi olan bu kişinin cenazesi yıllar sonra, ülkemizden çok uzaklarda öldürüldüğü ve gömüldüğü yerden alınarak ülkemize getirilmiş ve İstanbul’da bir anıt mezara defnedilmiştir.
Bu sevme ve sevmeme konuları, genelde siyasi içerik taşıdığından, ben bu konulara girmeden, özellikle Ziraat Bankasının kuruluşu ile sonuçlanan “Menafii Umumiyye Sandıkları” hakkında yazmak istiyorum. Çünkü, bugün ülkemizde Ziraat Bankasının kurucusu olarak kabul edilmekle birlikte Bulgaristan’da bazı ziraat ve sanayi bankalarında, fotoğrafı asılıdır.
Evet, gelelim Mithat Paşa’nın tutuklanma ve yargılanma, sürgün aşamalarına;
Mayıs 1881 tarihinde, İzmir valisi iken, İzmir’deki konağında tutuklanacağı sırada, Fransa konsolosluğuna sığındı. Neden İngilizler değil de Fransızlar, çünkü İngiliz konsolosu o gün izinli imiş.
Fransa hükümeti nezdinde yapılan girişimler sonucunda, İzmir’de bulunan tutuklama heyeti başkanı Adliye Nazırı Ahmet Cevdet Paşa’nın verdiği güvence neticesinde teslim oldu. Bir başka söylentiye göre, Tunus’un Fransızlara verilmesi karşılığında, Fransızlar tarafından teslim edildi.
Ahmet Şefik Mithat Paşa: 22 Mayıs 1881 Pazar günü Yıldız Sarayı Çadır Köşküne getirilerek hapis edilmiştir.
Saray darbesine karışan asker ve sivillerle birlikte, Abdülaziz’in katline iştirak suçlamasıyla, özel bir mahkemede yargılandı. Ancak mahkeme heyeti, Mithat Paşa’nın muhaliflerinden seçilmişti. Suçlu bulunarak idama mahkum edildi. Ancak, iç ve dış çevrelerden yükselen itirazları dikkate alan Padişah 2’nci Abdülhamit: idam cezasını ömür boyu hapse çevirdi.
22 Temmuz 1881 günü alınarak, diğer hükümlülerle birlikte, İzzettin Vapuru ile Arabistan Taif’e sürgüne gönderilmiştir. Burada yine ilginç bir durum var. Mithat Paşa’nın bindiği gemi, limandan kalkar ama boğazdan dışarı çıkmaz, kız kulesi önüne gelince demir atar ve 2 gün orada bekler. Gemi neden orada 2 gün beklemiştir? Bu durum Padişah Abdülhamit’e sorulduğunda, kendisi şu cevabı verir “bakalım uğruna kendisini feda ettiği millet, onun için ne yapacak, Mithat Paşa’yı kurtarmaya çalışacaklar mı merak ettim” demiştir. Elbette, bu süre zarfında, gazeteler, bu sürgün kararına karşı yayın yapsalar da, İstanbul’da küçük bir kıpırdanma, başkaldırma, ayaklanma başlangıcı olmaz. Öte yandan: büyük bir kısım gazete yazarı ise: bu eşsiz cinayeti savunmakta, onun doğru olduğunu millete ispata çalışmaktadır.
Sürgün hayatı 3 yıl sürdü. Sıkı kontrol altına alınarak dış dünya ile ilişiği kesildi.
Giderek ağırlaşan ve kötüleşen muameleye maruz kalan Mithat Paşa: Taif’te 8 Mayıs 1884 gecesi muhafızlar tarafından boğularak öldürüldü. Söylentilere göre: Hicaz valisi Osman Nuri Paşa: Mithat Paşa’nın İngilizler tarafından kaçırılacağını öğrenir ve bunun üzerine, berber lakaplı İsmail isimli bir askere boğdurarak öldürtür.
Mithat Paşa’nın cenazesi, ancak 1951 yılında Türkiye’ye getirilerek 26 Haziran 1951 tarihinde Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın da katıldığı bir törenle Şişli Abide-i Hürriyet Tepesinde defnedilmiştir. Aynı yıl, Başbakan Adnan Menderes tarafından, Beşiktaş İnönü Stadyumunun ismi “Mithat Paşa” stadyumu olarak değiştirilmiştir.
Paşa’nın ölüm emrini kimin verdiği hiçbir zaman anlaşılamadı.
Gelelim Ziraat Bankası ile olan bağlantısına:
Mithat Paşa: İmparatorlukta vergi, tarım, yerel idare gibi sıkıntılı konularda, Avrupa’da gördüğü ve tecrübe ettiği yeniliklerle açılımlar sağladı. Köylüye düşük faizli devlet kredisi vererek daha verimli istihdama sevk etti ve tefecilerin elinden kurtardı. Tuna vilayetinde vali iken, Ziraat Bankasını kurdu.
O yıl, Ziraat Bankası tarafından Mithat Paşa’nın mezarı için bir anıt mezar yarışması açılmıştır. Katılan projeler arasından 7 Eylül 1951 tarihinde Yüksek Mimar Muhlis Türkmen, Mimar Muhteşem Giray, Mimar Ekrem Bahtaoğlu ve Mimar Turhan Ökeren’in tasarlamış oldukları proje seçilmiş ve 1952 yılında da inşa edilmiştir.
Mezarının yanında bulunan bir kitabede şunlar yazılıdır “ümit ve iftihar ederim ki, vicdanım beni mes’ul tutabileceği bir hareketet bulunmadım. Fakat milletimin beni mes’ul tutmasını isterim. Bundan fahirlenirim ve vatanımın selamet ve saadetini temin için vicdanımla müteahhidim” (Bu sözler 30 Ocak 1877 tarihinde Padişah 2’nci Abdülhamit’e yazdığı mektuptan alınmıştır.)
Ankara Ulus semtindeki Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü önünde, heykeltıraş Hüseyin Anka tarafından, 1966 yılında yapılan oturan bir heykeli bulunuyor.
Satrancın günümüzden 4000 yıl öncesinde oynandığına dair Mısır Piramitlerinde çeşitli bulgulara rastlanmıştır. Yapılan çeşitli arkeolojik kazılara göre: satranç, Çin, Mezopotamya ve Anadolu’da da oynanmıştır.
Türkmenistan’da yapılan kazılarda: burada yaşayan Kuşhan Türklerinin, MS 150 yılında satranç oynadıkları tespit edilmiş ve satranç taşları bulunmuştur. Hatta, satrancın ilk olarak Kuşhan Türkleri tarafından, Hindistan’a götürüldüğü yolunda iddialar vardır.
Satranç ile ilgili ilk yazılı belgeler MS 3 ile 4’ncü yüzyıllardan kalmadır. Bu dönemde, Hint hükümdarı 2’nci Chandragupta zamanında yazılmış Sanskritçe metinler bulunur. Bu metinlerde, oyunun ismi “çaturanga” olarak geçer. 600’lü yıllarda Hindistan Pencap bölgesinde oyunun kuralları son halini almıştır ve aynı yüzyılda Çin’de satranç “Sat-RanÇu” ismiyle oynanmaya başlamıştır.
İlk satranç taşları, MS 760 yılına aittir ve ilk satranç takımı Türkistan Nişapur bölgesinde bulunmuştur.
Kuşhan Devlet Başkenti Dervazintepe (MS 100 yılı) bulunan bir kısım taşların ise, satranç taşı olarak kullanıldığı düşünülmektedir.
Güney Özbekistan’da, MS 2’nci yüzyıldan kalan antik bir kalede, 1972 yılında yapılan kazı çalışmalarında, satranç taşları bulunmuştur. Rus satranç taşları uzmanı Linder: bunların satranç taşları olmayacağını ancak satrancın öncüsü olabileceklerini söylemiştir. Antik kalede bulunan kalıntılar, satranç tarihini kabul edilenden daha eskilere çeker.
Satrancın 6’ncı yüzyıldan itibaren, İran’da bilindiğine dair bulgular vardır. 500’lü yıllarda yaşayan İran Şahı 1’nci Hüsrev’e bir satranç takımı hediye edilmiştir. Oyun “Çatrang” olarak isimlendiriliyordu.
600’lü yıllarda, Araplar İran’ı işgal edince oyun Arap-İslam alemine de yayılmış ve “Satranj” olarak isimlendirilmiştir. Oyun, Endülüs devleti aracılığı ile İspanya üzerinden Avrupa’ya yayılmıştır. Bazı kaynaklara göre, Avrupa’daki ilk satranç takımı: Halife Harun Reşit tarafından Fransa kralı Charlemagne’ye hediye edilmiştir. Bodrum Serçe Limanı cam batığı buluntusu Türk tipi satranç seti ise satrancın Avrupa’ya sadece Araplar değil Türkiye üzerinden de taşındığını kanıtlamaktadır.
15’nci yüzyıldan itibaren Avrupa soyluları arasında popüler olan satranç, burada “kraliyet oyunu” olarak anılmıştır.
İlk basılı satranç kitabı, 1497 yılında İspanyol Lucena tarafından yazılmıştır. O zamanki yeni ve günümüzdeki kabul edilen kurallar, o kitapta yer alır.
1850’lerden itibaren, güçlü oyuncuların yer aldığı satranç turnuvaları düzenlenmeye başlamıştır. İlk dünya satranç şampiyonluğu karşılaşması ise, zamanın güçlü iki oyuncusu olan Steinitz ve Zukertort arasında oynanmıştır. Maçı; Steinitz kazanarak ilk resmi dünya şampiyonu olmuştur. Steinitz aynı zamanda satrancın sistematik oynama kavramının da babası kabul edilir.
1930’lu yıllardan sonra, ülkemizde ilk organize satranç faaliyetleri başlamıştır. 1938 yılında Ankara satranç derneği ve 1943 yılında İstanbul satranç derneği kurulmuştur. 1954 yılında Satranç Federasyonu kurulur. 1962 yılında, Türkiye ilk kez, Bulgaristan’da düzenlenen Satranç Olimpiyatlarına katılmıştır.
Türkiye’de ilk büyük satranç ustası: 1994 yılında Suat Atalık olmuştur. 2000 yılında İstanbul’da Satranç Olimpiyatı düzenlenmiştir. 2005 yılından itibaren satranç okullarda seçmeli ders olarak verilmeye başlanmıştır. 2006 yılında Kuşadası’nda düzenlenen Avrupa Kadınlar Bireysel Şampiyonasında, Ekaterine Atalık birinci olmuştur. 2006-2007 yıllarında Kübra Öztürk, 16 yaş altı Avrupa Şampiyonu olur.
Bugünkü gibi siyah-beyaz karelerden oluşan ilk satranç tahtası, 1090 yılında Avrupa’da yapılmıştır.
Katlamalı satranç tahtasını bir rahip bulmuştur, satranç oynamak yasak olunca buldukları bu satranç tahtasını katladıklarında 2 kitap gibi duruyordu.
“Şah mat” kelimesi: pers deyiminden eklenmiştir. Pers dilinde “Shah mat” kelimesi “kral öldü” demektir.
Satranç oynamak için geliştirilen ilk bilgisayar: 1951 yılında Alan Turing tarafından geliştirilmiştir.
Kaydedilmiş en eski satranç oyunu: Bağdat şehrinde, bir tarihçi ve öğrencisi arasında 900’lü yıllarda oynanmıştır.
“Pawn” yani “piyon” birçok dilde “er, ayak askeri” anlamına gelir ancak İspanyolca ve Almancada “köylü, çiftçi” anlamına gelir.
Çoğumuz bu kişiyi tanımayız bilmeyiz ancak dünya füzeciliğinin babası olarak kabul ediliyor ve günümüzde “Roketsan” füze-roket alanında yaptığı çalışmalar ve elde ettiği başarılarla, ülkemizde bu gururu yaşatmaya devam ediyor.
Evet, Lagari Hasan Çelebi hakkında bildiklerimiz, sadece Evliya Çelebi’nin Seyahatnanesi’nde yazdıkları ve anlattıklarına dayanıyor.
Kendisi: 17’nci yüzyılda Sultan 4’ncü Murat döneminde yaşamıştır. Zayıf olması nedeniyle “Lagari” diye anılır.
1633 yılında, 4’ncü Murat’ın kızı Kaya Sultan’ın yaş gününde: onun onuruna uçuşunu gerçekleştirmiştir. Bu uçuşta: kendi icat ettiği 50 okka yani 64 kg barut dolu 7 fişekli bir roket yapmış ve arkadaşlarının ateşlediği 27 metre uzunluğundaki bu roketle, Sarayburnu açıklarından, Padişahın huzurunda gökyüzüne havalanmıştır. Uçuşa çıkmadan önce, Padişah’a hitaben “Padişahım seni hudaya ısmarladım, İsa Peygamber ile konuşmaya gidiyorum” der.
Roket, barutunun bitmesi üzerine aşağıya düşmeye başlamış, Hasan Çelebi, buna karşı önlemini almış, ellerindeki kartal kanatlarını açarak, Sinanpaşa köşkü açıklarında denize sağ olarak inmeyi başarmıştır. Oradan yüzerek Padişah’ın huzuruna gelmiş “Padişahım, İsa peygamber sana selam etti” diyerek şaka yapmıştır. Hasan Çelebinin yaklaşık 300 metre kadar havalandığı ve 20 saniye boyunca havada kaldığı tahmin edilmektedir.
Bu başarısı nedeniyle bugünkü füzeciliğin babası kabul edilir.
Sultan 4’ncü Murat: Hezarfen Ahmet Çelebi’den sonra, bu başarılı uçuşu yapan Hasan Çelebi’yi ödüllendirir, kendisini “Sipahi” yapar.
Ancak: Şeyhülislam ve çevresi, ard arda gelen bu başarılardan endişe duyar ve Padişah nezdinde yaptıkları girişimler sonucunda, zamanın bu büyük ve değerli bilim adamı: Sultan 4’ncü Murat tarafından Kırım’a sürgün edilir, Kırım’da Selamet Giray Han’ın yanına gider ve yine Kırım’da ölür. Ancak, takip eden dönemde, Ahmet Çelebi çalışmalarını sürdürür ve çok sonraki tarihlerde ilk modern roket çalışmaları da Kırım yani Ukrayna’da başlamıştır.
Evet, bu olay sadece mübalağalı yazılar yazmayı seven Evliya Çelebi tarafından yazılmış, başkaca bir Osmanlı belgesinde geçmez. Ancak aradan yıllar geçtikten sonra Norveç Havacılık Müzesi Müdürü Roffavik tarafından yazılan bir yazı ile konu yine gündeme gelmiştir. Roffavik, ABD de yayınlanan “Weekly World News” isimli dergiye yazdığı bir yazıda “dünyada ilk insanlı uzay uçuşunu Hasan Çelebi isimli bir Osmanlı Türk’ünün yaptığını yazar. Dergiye göre: Hasan Çelebi, barutla çalışan iki katlı roketi 1633 yılında ateşleyerek gökyüzüne doğru 2.5 km yükselmiş ve sonra denize düşmüştür. Roffavik’e göre: Hasan Çelebi’nin roketinde, ana motorun çevresinde, altı küçük motor daha vardı ve bu küçük motorlar, roketi havaya yükselten ilk kademeyi oluşturuyordu. İlk kademede bulunan bu roketlerin yakıtı bittiğinde ise, ikinci kademeyi oluşturan ve daha büyük olan ana motor devreye girdi ve roketin daha da yükselmesi sağlandı. ABD’deki Smithsonian Enstitüsü Uzay Araştırmaları Bölüm Başkanı Frank Winter’de, bunu doğrular ve “Türk roket adamı Hasan Çelebi’nin 1633 yılındaki denemesi, şimdiye kadar kayıtlara geçen ilk insanlı uçuş denemesi” der.
Ankara’da, Çankaya’dan şehir merkezine inerken “Reşit Galip Caddesinden” geçilir. Peki, Reşit Galip kimdir, ismi niye ülkemizin başkentinde merkezi bir caddeye verilmiştir? Tüm bu soruların cevapları, Reşit Galip’in hayat öyküsünde geçiyor.
Reşit Galip bir Doktor, Rodos’ta doğmuş, ortaokulu bitirince, kardeşiyle bir sandala binmiş ve Marmaris’e gelmiş. Liseyi İzmir’de okumuş. Kardeşi Hüseyin Ragıp, diplomatlığı seçmiş, büyükelçi olmuş. Reşit Galip ise, İstanbul Tıp Fakültesini bitirmiş ve doktor olmuş. Tıp Fakültesinde öğrenci iken, gönüllü olarak 1’nci Dünya Savaşına katılmış, Kafkas cephesi dönüşünde öğrenimini tamamlamış ve Mersin’de doktorluk yapmaya başlamış.
1923 yılında, Mersin şehrine Mustafa Kemal Atatürk geldiğinde, huzurunda konuşmuş ve şunları söylemiş:
“Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün. Sen bu milletin bir ferdisin. Senin birinci büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmendir.”
Evet, bu konuşma ilgi çeker, çünkü o dönemde her kez Gazi’ya yüceltme yarışına girmiş, Reşit Galip ise, Gazi’yi milletin bir ferdi olarak öne çıkarmıştır.
Mustafa Kemal Paşa: Reşit Galip’e milletvekilliği teklif eder ve Ocak 1925 tarihinde Meclis’e girer.
Bir süre “İstiklal Mahkemesi” üyeliği yapar. CHP İdare Heyetinde görev yapar. Türk Ocakları ve Halk Evlerinde çalışır. Yine Atatürk’ün isteği üzerine Serbest Fırka isimli yeni partiye girer. Atütürk’ün sofrasına oturur. 1931 yılı sonbaharında, Dolmabahçe Sarayında Atatürk’ün sofrasındaki tartışmada: Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet ile tanışır.
Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet: Atatürk’ün Harbiye’den öğretmenidir. Sohbette: bir ara kız öğrencilerin kıyafetlerinden söz açılır. Esat Mehmet “kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun görmediğini” söyler. Bunun üzerine Reşit Galip söz alır. “Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi. Bu geriliktir, kadınlar eski durumunda yaşayamazlar, inkılaplardan en mühimi kadınlara verilen haklardır. Başka türlü Batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz” der. Sofra gerilir. Atatürk, millet vekili Reşit Galip’in bu çıkışından hoşlanmaz. “Bu konuyu uzatmayalım, kısa çorap giymemek çok önemli değildir, sonra tartışırız” der.
Ama Reşit Galip alttan almaz “Af buyurunuz Paşam, bu inkılap ve zihniyet meselesidir. Müsaade buyurursanız fikrimi söyleyeyim. Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki, sizin huzurunuzda bu sofrada inkılapları zedeleyecek icraatlardan bahsedilmesi küstahlıktır, hoş görülemez” der. Çünkü: Reşit Galip: Halkevinde sanatı yaygınlaştırmak için tiyatro çalışmaları yapıyordu, ancak sahneye çıkacak kadın oyuncu bulamıyordu. Buna gönüllü kadın öğretmenler için Maarif Vekaletinden yani Milli Eğitim Bakanlığından izin alamamıştı.
Reşit Galip “bu kokuşmuş kafayla devlet yürüyemez” diye kestirip attı.
Atatürk’ün kaşları çatıldı “Sözlerinizde müsamahalı, ölçülü olunuz” diye çıkıştı. Ama Reşit Galip geri adım atmadı, 57 yaşındaki Milli Eğitim Bakanını işaret ederek “Devrimci devrimcidir, insanlar bir yaştan sonra ister istemez tutucu olurlar. Mecliste bunca genç, idealist, bakanlık yapabilecek yetenekte insan varken, böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır” der.
Atatürk kendisini yeniden uyarır. “Esat bey yeteneklidir. Davamıza inanmıştır ve benim hocamdır, beni okutmuş olması sence bir değer taşımıyormu?” der.
Reşit Galip “Kusura bakma Paşam, taşımıyor. Okuttuklarının içinde sizin gibi devrimci biri çıkmış ama kim bilir nice tutucu da çıkmıştır. Sizi de eleştiririm”
Bunu üzerine Atatürk” Bu sofrada hocama ve bir Milli Eğitim Bakanına hakaret etmenize müsaade edemem” der.
Ama Reşit Galip alttan almaz “Devrimleri korumak için sizden müsaade istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız, sizi de eleştiririm.”
İlk kez, Atatürk’ün sofrasında, Atatürk bu kadar sert eleştiriliyordu.
Atatürk “Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin” diyerek Reşit Galip’i kibarca sofradan kovar. Ama genç devrimci yılmaz “Burası sizin değil, milletin sofrasıdır, milletin işlerini görüşüyoruz, burada oturmak sizin kadar benim de hakkımdır”
Atatürk “Öyleyse biz kalkalım” dedi. Sofradaki bütün heyet ayaklandı, Reşit Galip sofrada yapa yalnız bırakıldı. Reşit Galip, tüm geceyi Dolmabahçe Sarayında bir pencere kenarında koltukta geçirir.
Atatürk sabah uyandığında Genel Sekreterine Reşit Galip’i sorar. Genel Sekreter “Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara’ya gidecek kadar borç para istedi, 25 TL verdik” derler.
1932 yılı Sonbaharında: Atatürk, Reşit Galip’in Ankara Radyosundaki bir konuşmasını dinler. “Devrimleri her yerde, herkese karşı savunacağız. Gerekirse babamıza ve çocuklarımıza karşı bile” demektedir.
Atatürk, birkaç gün sonra kendisini yine sofraya davet eder. Hemen yanındaki sandalyeye buyur eder. Onun yanına da hocası Esat Mehmet’i oturdur. Ve orada yeni Milli Eğitim Bakanını, 39 yaşındaki Reşit Galip olarak açıklar.
Reşit Galip’in bakanlığı sadece 13 ay sürer. Bu süre içinde: Darülfünunda Üniversite reformunu başlatır. Öğretmenlere genel bütçeden maaş ödenmesini sağlar. Eşi Zübeyde hanım’ın deyimiyle “deli” gibi çalışıyordu ama Atatürk’e çıkışacak kadar ayarsız dili yüzünden her gün işe cebinde istifa mektubu ile gidiyordu. Aslında Atatürk ile araları iyiydi. Bir gün sofradan ayrılırken, Atatürk “Seni eve ben bırakacağım” der. Eve bırakınca, o da saygıdan “Ben de sizi uğurlayacağım Paşam” der. Ama kendisinin arabası olmadığından, yürüyerek uğurlar, o gece soğuktan hastalanır ve zatürre olur.
Dinlenmesi tavsiye edilir, Ekim 1933 tarihinde görevinden ayrılır. 1934 yazında, İstanbul Moda’daki deniz kazasında kızını kurtarmaya çalışırken, akciğerlerini hepten üşütür. Mucize eseri kurtulduğu bu kazadan sonra, ölümü bekleyerek hastalığını takip etmeye başlar. Ankara Keçiören’deki bağ evinin kütüphanesine demir yatağını taşıtır, 7 ay kitaplarının arasında yatar. 1934 tarihinde 41 yaşında hayata veda eder. Öldüğünde cebinde 5 TL parası vardır.
Evet: uzunca bir zaman, her sabah okul öğrencilerini güne başlatan “TÜRKÜM DOĞRUYUM ÇALIŞKANIM” andı, işte Reşit Galip tarafından 23 Nisan 1933 günü kaleme alınmıştır.