Ülkemizde, halkımızın en büyük eğlencesi, malum televizyon. Çünkü, günün yorgunluğu televizyon karşısında geçirilecek birkaç keyifli saatle geçiştirilir, bizim insanımızın akşamları pek dışarı yaşantısı olmaz. Bu yüzden: televizyon bizim yaşantımızda önemli bir unsurdur.
Peki, televizyon, televizyon programı denince ne akla geliyor.
Bence halkın büyük bölümünde: son günlerde ve hatta son yıllarda televizyon programı denildiğinde, bir isim akla geliyor.
Bu isim: gerek yıllardır sürdürdüğü çeşitli televizyon programları ile halkın hafızasında yer edinmiş olsa da, özellikle son yıllarda sahip olduğu varlıklar yani zenginlik ile de kıskanılan ve imrenilen ve hatta bir kısım insanımız tarafından antipatik olarak değerlendirilen bir kişi. Ama unutmaması gereken husus, bu kişinin televizyon programı konusunda tam bir uzman olması, halkın nabzını iyi tutması ve halkın sevip beğenebileceği programları yapmasıdır. Elbette bunun sonucunda başarı, ün, şan, şöhret ve para, zenginlik, servet gelmemesi mümkün mü?
Evet, bu kişi: Acun Ilıcalı.
Ben de: bir akşam, Acun’un yarattığı programlardan birini izlerken: bu kişinin hayat hikayesini merak ettim, hani bu başarının altında ne yatıyor, bu başarı hikayesi mutlaka Acun’un hayat hikayesiyle bağlantılıdır diye incelemek istedim veeeeeeeee altından tam bir TRAJEDİ çıktı.
Evet: her akşam programlarını beğenerek izlediğiniz bu kişinin hayatı tam bir trajedi, en yakınlarının ölümü ile sonuçlanan kazalar, mutsuzluklar, hastalıklar, zirveler, iflaslar, hacizler, çocukları, evlilikleri, boşanmaları gibi her türlü duygusallıkları yaşamış, depresyonlar atlatmış, ölümden kıl payı kurtulmuş bir insan.
Bu tür insan toplumda o kadar çok ki; birçoğu hayatın acımasızlığı karşısında çoğu kez pes edip yaşamlarını daha da çekilmez hale getirmekten kaçınmazlar. Ancak: Acun farklı, tüm bunları atlatıp, günümüzdeki imparatorluk benzeri varlığını kurmayı başarmış.
Yazının başında: Acun’un, bu kadar sıkıntılı bir yaşamı olan Acun’un asık yüzlü, gülümsemediği bir fotoğrafı kullanmak istedim. Ama bulamadım. Her türlü sıkıntıyı, bunalımı yaşamış Acun: hala gülmeye devam ediyor, edebiliyorsa: okuyun bakalım hayat hikayesini, bu kadar sıkıntıyı yaşamış bir kişi, tüm bunların üstesinden gelip, günümüzdeki başarı ve serveti kazanabiliyorsa: bu şans her kez için elbette vardır.
Sonuç olarak: Acun’un hazin hayat hikayesini anlatmadan önce: sıkıntıda olduğunu düşünen, hayatın kendisine daima zorluklar bahşettiğini düşünen tüm kişilerin, bu satırları okuyanların: elbette bir gün başarının, güzelliklerin geleceğine güvenip inanmaları gerektiğini düşünüyorum. Yoksa: yazdığım ve yazacaklarım Acun’a karşı olan ilgi, sevgi, bağ ile ilgili değildir. Acun, bu toplumun sadece bir ferdidir.
29 Mayıs 1969 yılı, Edirne, Acun: 2 çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya gelir. Ailesi: Erzurum-Ilıca ilçesindendir. Annesi: İlknur hanım: “İl kooperatifler Müdürü” dür. Babası Ergün bey ise “müteahhit” dir.
(Abisi: Ömer Cenker. Abisi Ömer: günümüzde kulak-burun-boğaz doktorudur ve İstanbul’da özel bir hastanenin ortağıdır, ancak medyadan uzak durmayı tercih etmektedir. )
Acun: ilkokul Edirne İstiklal Ortaokulda okur. Daha sonra sınav kazanır ve Ortaokul ile Lise eğitimi için: İstanbul Kadıköy Anadolu Lisesine gider.
Ancak: ailesi Edirne’de kalır, İstanbul’da anneannesinin yanında okur.
Annesi: sadece hafta sonları İstanbul’a gelerek kendisini ziyaret etmektedir. Ancak, bu kısa ziyaretler Acun’a yeterli gelmez ve derslerden kopar. Bu dönemdeki en ilginç anı: bir gün Acun’un babası, o dönemde İstanbul Üniversitesi Matematik bölümünde asistan olan amcasından Acun’u matematik dersi çalıştırmasını ister, amca bunu yapar, ancak Acun girdiği sınavda boş kağıt vererek sıfır alır ve bu sonuç Acun’un hayat hikayesinde ilginç bir anı olarak hafızalara kazınır. Bir diğer anı ise: Acun’un kendi anlatımı ile: ders çalıştığı düşünülen sıralarda: kitaplardaki harfleri: kendi aralarında lig kurarak maç yaptırmasıdır. Yani Acun: derslere karşı ilgi göstermemiş daha doğrusu kendi deyimiyle derslere odaklamamıştır.
Bunun üzerine: annesi tayinini İzmit’e çıkartır ve aile İstanbul’a taşınır, annesi her gün trenle işyeri İzmit’e gidip gelmek zorunda kalır.
Ardından Acun, liseyi bitirir ve üniversite sınavları sonucunda “İstanbul Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği” bölümünü kazanır.
Üniversite yaşamında: Acun çok sevdiği ve bir süre evlerinde kaldığı dedesi ve anneannesini: İstanbul’da bir caddede karşıdan karşıya geçerken trafik kazası sonucu ölümleriyle hayatındaki ilk büyük yıkımı yaşar.
19 yaşında 1988 yılında, üniversiteden arkadaşı Seda Bağbuğ ile ilk evliliğini yapar ve 1989 yılında Banu isimli kızı olur. (Banu: halen Acun Medya’da çalışmaktadır ve 2016 yılında evlenmiştir.)
Derken: hani derler ya dert; dert doğurur diye: 1990 yılına gelinir. Bir gün: anne ve babası, Acun ve kızını alıp Bodrum’a gitmeye karar verirler. Acun: son anda işi çıkınca bu yolculuktan vazgeçer, onların gitmesini kendisinin daha sonra geleceğini söyler. Bunun üzerine yola çıkan: anne, baba ve 9 aylık kızı Banu: Balıkesir yakınlarında büyük bir trafik kazası geçirir ve anne, baba ölür, 9 aylık kızı Banu ise vücudunda birçok kırıklar ile ağır yaralı olarak kurtulur. Kendisi bu yolculuğa katılmadığı için büyük olasılıkla ölümden kurtulmuştu.
21 yaşındaki Acun: hayatının en güzel yıllarında: yaşadığı iki büyük ölüm olayı ve yaşaması mucize olarak değerlendirilen kızı Banu.
Üniversitede geçirilen 7 yıllık süreç, okul bitmez ve ayrılır. Ancak okulun verdiği İngilizce ileri ki yaşantısında çok önemli rol oynayacaktır. Büyük bir travma geçirir, 1 yıl boyunca evden dışarı çıkmaz, bu sıkıntılar 24 yaşındaki Acun’un evlilik hayatını sonlandırmasına sebep olur ve 1993 yılında ilk eşi Seda’dan boşanır.
1994 yılında ise, bu kez ülkemizde birçok ocak söndürmüş trafik kazası Acun’un kendisini yoklar. İstanbul’da motor tutkunu olan Acun: büyük bir motor kazası geçirir. Bu kaza sonucunda arkasında oturan arkadaşı ölür, kendisi ise kırık bir sol kol, 36 dikişle takılan bir platin ve 2 aylık bir hastane safhası. Bu kazadan sağ kurtulmasının mucize olduğu kesin.
İyileşir, bu kez: anne-babasından kalanlarla geçinmeye çalışırken, 1995 yılında ticaret hayatına atılır. İstanbul’da bir kot dükkanı açar, ancak kötü talip yine yakasını bırakmaz ve iflas ederek dükkanı kapatır. Hatta: hani derler ya “beş parasız kalır”
1996 yılında: maddi sıkıntılar içinde boğuşurken, tesadüfen bir arkadaşı aracılığı ile Show tv de spor servisinde stajyer kadrosunda işe başlar. Böylece: çok sevdiği futbol maçlarına: bilet alarak değil, biletsiz ve sahanın içinden izleyebilecektir. Fenerbahçeli olmasına rağmen Beşiktaş muhabiri olarak çalışır. Yani: kişisel tercihlerini asla öne koymaz, işe bakışı daha önemlidir.
Yaşadığı tüm sıkıntılı gençlik dönemi, bir anda hayatının akışını değiştirmeye başlamıştır. 2002 yılında “Acun firarda” isimli bir gezi-eğlence programı yaparak ismini duyurur. 2006 yılına kadar devam eden bu program sırasında 105 ülke gezer ve çekimler yapar.
2003 yılında: özel hayatında da değişiklik olur. Zeynep Yılmaz ile ikinci evliliğini yapar. Bu evlilikten: 2004 yılında Leyla ve 2007 yılında ise Yasemin isimli kızları olur. Ancak: bu evlilik: Acun’un evlilik dışı ilişkisi dedikodusu nedeniyle 2016 yılında biter. Bu arada: 2013 yılında, evlilik yapmadığı Şeyma Subaşı’ndan Melisa isimli bir kızı olur.
Evet: sonuç: günümüzde ülkemizin büyük televizyon kanallarından birinin sahibi, uçak, tekne ve lüks arabaların sahibi, serveti bir hayli büyük ancak halkın çok sevdiği ve beğenerek izlediği programlara bizzat kendisi katılarak değer sunan Acun Ilıcalı: işte böyle bir hayatın içinden çıkıp gelmiş ve biraz önce söylediklerime sahip olmuş birisi.
Okuduğunuzda; eminim ki, bu büyük servetin temelinde yatan hüzünlü yaşam hikayesi, mutlaka yüreğinizi burkacaktır.
“Pandorranın kutusu” denen bir hikaye vardır. Bunu hatırlayanlar olabilir. Antik pagan döneminde tanrı Zeus: içinde tüm kötülük ve hastalıkların bulunduğu bir kutuyu Pandora (anlamı tanrıların armağanıdır) bir kadına teslim eder ve kesinlikle kutuyu açmamasını söyler.
Kadın: merakına yenik düşer, kutunun görüntüsü ve baştan çıkarıcı güzelliği Pandora’yı tahrik eder ve bir an gelir kutuyu açar.
Kutu açıldığında kutunun içindeki bütün kötülükler yeryüzüne dağılır. Kutudan sadece bir tane “iyilik” çıkar ve o da en dibe yani tüm kötülüklerin en dibine saklanmış olan “umut” dur. Tanrıların babası Zeus: insanların: kötülük ve hastalıklar karşısında, eziyet çekerken yaşamı kestirip atmalarını engellemek ve yeni eziyetler çekmelerinin devamını sağlamak için “umut” verir. İnsanlar her türlü kötülük ve hastalık karşısında, umutsuz olsalar yaşamlarına son verirlerdi. Yani kutudan çıkan onca kötülük ve hastalık karşısında, insanın tek tesellisi “umut” dur.
Sanırım Acun’da başarıyı böyle yakaladı, umut etmeyi asla kesmedi. Hatta hani Acun severler bilirler, sürekli siyah giymeyi sever, bu siyah giysi merakı: belki de yaşamında geride kalan hüzünlerle, acılarla bağlantılıdır.