İstanbul Teknik Üniversitesi Yüksek Frekans Kürsüsü Başkanı Mustafa Santur; 2 nci Dünya Savaşının ardından Avrupa gezisine çıkar. Burada: televizyon denen camlı kutuyu daha yakından tanıma imkanı bulur.
Suntur; yurda dönüşünde, İTÜ bünyesinde, televizyon yayını yapılması için,girişimlerde bulunur. Öğrencisi Dr. Adnan Ataman’ı, televizyon yayınlarını başlatmakla görevlendirir.
Üniversitenin, Taşkışla binasının çatı katında bulunan üç oda, çekim stüdyosu olarak tahsis edilir. Verici ve kamera; Philips firması tarafından, bağış olarak verilir. Bir gemi direği; verici antene dönüştürülür. Ancak, o dönemde, şahıs malı, televizyon alıcısı bulunmamaktadır. İTÜ’de 4 adet, bu işle uğraşan öğretim üyelerinin evlerinde 3 adet ve Beyoğlu’nda birkaç mağazada olmak üzere, ülkede, yanlızca 10 televizyon alıcısı bulunuyordu. Böylece: 1 kamera ve 10 alıcı ile ilk televizyon yayını başlar.
Haziran 1953 tarihinde; ilk yayın yapılır. İlk yayınlar; haftada bir gün olmak üzere, Cuma günleri; saat: 18.00-18.30 arasına yapılır. İlerleyen haftalarda, yayınlar dahada düzene girer. Yine aynı yılın sonlarında; yayınları izlemek isteyenler için, İTÜ’nün Gümüşsuyundaki konferans salonuna, bir alıcı konur.
İTÜ Televizyonunun ilk kameramanı Dr.Adnan Ataman, ilk sunucusu ise, İTÜ Radyosunda spikerlik yapan Fatih Pasiner’dir. Ekrana ilk çıkan sanatçılar: Feriha Tunceli, Nebahat Yedibaş, Cevdet Çağla ve Hüsnü Coşar’dı. İlk televizyon yıldızı ise, 13 yaşındaki balerin, Gülçin Bayburt’du.
İTÜ Tv.; yayında kaldığı 20 yıl boyunca: her türlü programda, ilkleri gerçekleştirdi. Halit Kıvanç ve Fecri Ebcioğlunun isimleri ön plana çıktı.
İlk naklen televizyon yayını; 12 Kasım 1961 tarihinde yapıldı. İnönü Stadyumunda oynanan ve Türkiye’nin 2-1 kaybettiği, Sovyetler Birliği futbol maçı idi.
TRT Televizyonu, 1968 yılında, Ankara’da yayına başladı. Bunun üzerine, İTÜ Televizyonunun yayınları sona erdi. 1971 yılında, stüdyo ve cihazlarını TRT ye devreden İTÜ Tv., 4 Şubat 1972 tarihinde seyircilerine veda etti ve kapandı.
Osmanlı döneminde; giyim konusundaki ilk devrim, Padişah II.Mahmut zamanında yapıldı. 1826 yılında: sarık ve cüppe yasaklandı, devlet memurlarına, ilk kez; fes, pantolon ve ceket giyilmesi zorunluluğu getirildi. II.Mahmut; yeniçeriliği kaldırınca, onlardan hiçbir iz kalmaması konusunda çaba gösteriyordu. Bunu işiten; Kaptan-ı Derya Koca Hüsrev Paşa; Tunus’tan alınan fesi, tayfalarına giydirdi. İstanbul’a geldiğinde, tayfalarıyla birlikte padişahın huzuruna; başlarında fes ile çıkınca; II.Mahmut, fesi çok beyendi ve eski başlıkların atılıp, yerini fesin almasını emretti. 1832 yılında, bir genelge yayınlandı ve tüm ordu mensuplarının fes giymeleri zorunlu hale getirildi. Evet; Osmanlı’da fes’in geldiği yer; Fas değil, Tunus’tur.
Evet, takip eden dönemde; Sultan Abdülmecit; bütün memurlara, pantolon giymeyi zorunlu hale getirir ve kendiside gravat takarak, Osmanlılarda gravat takan ilk padişah olur. Zamanla; gravat, aydınlar arasında benimsenir. Padişah tarafından takılmasıda; yüksek sivil memurların ve devletin ileri gelenlerinin, gravat takmalarına yol açar. Birinci Dünya Savaşı bittiğinde, tüm devlet memurları gravat takıyordu.
Şapkayı; Türkiye’ye ilk getiren, Beyaz Ruslar’dır. 1900 lü yıllarda, İstiklal Caddesinde, şapkacı dükkanı açarak, yaptıkları şapkaları, azınlıklara satmaya başlarlar. İlk şapka takan Türk’ler ise; Abdulhamit’in istibdat yönetimi nedeniyle Avrupa’da yaşayan jön Türkler olmuştur. 1923 yılında ise; şapkayı ve Batılı giyim tarzını, yurtdışında ilk uygulayanlar; İnönü ailesi oldu. İsmet İnönü; Lozan’a, üzerindeki askeri üniformayı çıkararak, Fransa’dan getirilen frakla katıldı. Bu sırada; İsmet İnönü’nün eşi 26 yaşındaki Mevhibe hanımda; Avrupa’da ilk defa çarşafını çıkararak eşinin yanında, yeni bir hayata başlamıştır. İngiliz leydileri giyinmişti ve herkez ona hayran kalmıştı.
Giyim-kuşama ilişkin son noktayı; Mustafa Kemal Atatürk; 24 Ağustos 1925 tarihinde, Kastamonu’da, Belediye Binasının balkonunda, elinde Panama şapkasıyla, halkın karşısına çıkarak koydu. Şapka: uygarlık, çağdaşlık ve laiklik ölçüsü içinde değerlendiriliyordu. Ancak; şapka ile başlayan ve ardından giyim kuşama yönelik yapılan bütün müdahaleler; Türkiye’nin ilericilik-gericilik tartışmalarının ana harcı olmuştur.
Vecihi Hürkuş. 1896 yılında İstanbul’da doğdu. Sadece Türk havacılık tarihinde değil, belki de tüm Türk tarihinin en ilginç kişilerinden biridir. Birinci dünya savaşı ile Kurtuluş savaşına tayyareci olarak katılır. 1917 yılında, Kafkas cephesinde bir uçak düşürdü ve uçak düşüren ilk teyyareci unvarının alır. Kurtuluş savaşının, ilk ve son uçuşunu yapar. İzmir hava meydanına ilk giren ve işgal eden, yine odur. Edirne’ye yanlışlıkla inen bir yolcu uçağını almakla görevlendirilir. Hizmeti karşılığında, bu uçağa ismi verilince, uçak yapma düşünceleri debreşir.
1924 yılında, yunanlılardan ele geçen motorlardan yararlanarak, ilk uçağı, “Vecihi K-6” yı imal eder. 28 Ocak 1925 de ilk uçuşunu yapar. Ancak; bu başarısı nedeniyle takdir beklerken, çevresindeki arkadaşlarının haseti nedeniyle, 15 gün hapis cezası ile cezalandırılır. Cezanın nedeni ise, onun izinsiz havalanması.
1930 yılı. İstanbul Kadıköy’de bir keresteci dükkanı kiralar. 3 ay içinde; ilk Türk sivil uçağını, aslında ikinci uçağı “Vecihi K-XIV” i yapar. İlk uçuşunu ise: 16 Eylül 1930 tarihinde gerçekleştirir. 15 dakika devam eden uçuş bitip, yere inince , halkın büyük coşkusu ile karşılaşır ve çok mutlu olur.
Uçak, iki kişilik, tek motorlu bir eğitim uçağıdır. Uçağı ile uçarak Ankara’ya gider, şehir üzerinde bir gösteri yapar. Başbakan İsmet İnönü ve bazı Komutanlar tarafından, uçak incelenerek, kendisi tebrik edilir.
Havacılıkla ilgisi, ölene kadar devam eder. Havacılık konusunda, pekçok ilk’i gerçekleştirir. 1932 de, ilk özel teyyare mektebini kurar. Daha sonra da, yeni teyyarelerin üretimini gerçekleştirir. 1954 yılında, ilk özel havayolu şirketini kurar. 16 Temmuz 1969 tarihinde ise, hayata gözlerini yumar.
Bütün hayatı, gökyüzü ve havacılık üzerine yoğunlaşan bu insanın, acaba, ülkemizde uçak sanayiinin gelişmesini niye sürükleyemediğini düşünüyorum? Sanırım, yine, o dönemde Konfiçyus felsefesi hakim mi oldu ne? Hani; “sana olta vereyim balık tutmayı öğreteyim” değil de, sana balık vereyim karnını doyur felsefesi. Malüm; uzun yıllar, Marshal Planı çerçevesinde verilen askeri yardımlar ve 1974 yıllarında Kıbrıs Barış Harekatı sırasında kesilen askeri yardımlar.
Birinci dünya savaşı sırasında; iki alman zırhlısı, İstanbul’a sığınır. Bunlar, malüm: Goben ve Brevlav veyan ne demeli, Yavuz ve Midilli. Evet; bunlar, İngiliz zırhlılarının önünden kaçarken, birazda metazori olarak, Çanakkale boğazını geçerler ve Osmanlı devleti tarafından, Almanya’dan satın alındıkları açıklanır. Takip eden dönemde; bu zırhlılar, yine osmanlı devletinin egemenliği dışında, Karadeniz’e açılırlar ve yine ortak düşman olduğunu iddia ettikleri, Rus limanlarına saldırırlar. Bunun üzerine, Osmanlı, kendini, savaşın tam orta yerinde bulur.
İki zırhlıdan Yavuz; savaşın sonunda, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin elinde kalan; en yeni, en güçlü ve en modern savaş gemisidir. Ancak; onarıma ihtiyacı vardır. Meclis, 1924 yılında, onarım için; 2 milyon liralık ödenek ayırır.
Yavuz zırhlısının onarım işi; ilan edilir. Enver Paşa’nın eniştesi Ömer Nazım; onarım işini haber alınca, hemen, Alman Blohm und Voss Şirketini arar. Hükümetteki işleri bağlaması içinde; Bilecik Milletvekili Dr. Fikret Bey ve Osmaniye Milletvekili İhsan Bey’i devreye sokar. Düşünebiliyormusunuz, yıllar önce, kurulan kumpas.
Evet; hikayemize devam ediyoruz. Yavuz zırhlısının onarımı için, öncelikle, onu taşıyabilecek kapasitede bir havuz gereklidir. Havuz alımı için görüşmeler sürerken; daha önce görüşülen, Osmaniye Milletvekili İhsan Bey; yeri kurulan Bahriye Vekaletine getirmesinmi? İşte, şans. Kimin için; Enver Paşanın eniştesi Ömer Nazım için. Ömer Nazım’ın nasıl akıllıca bir tercih yaptığı görülüyor.
Bu arada, havuz aranmaya devam ediliyor. Havuz için, iki Alman şirketi; Flander ve Dockbau yarışıyor. İhale için son teklif verme tarihinde, yani 7 Mayıs 1925 tarihinde, her iki firmada, tekliflerini, Bahriye Vekaletine elden teslim ediyorlar. Ama; ihale hikaye. Alman Dockbau firması, ihalenin kendilerinde kalacağından o kadar emin ki. Niye?
9 Mayıs 1925 günü, ihale sonucu açıklanır. İhale; Flander şirketinde kalır. Haydaaaaa. Herkez şaşırır.
Olayın, bilinmeyen perde arkası şöyle gelişir. Flender şirketinin müdürü, diğer şirketin 226 bin ingiliz lirası tutan teklifini duyar ( aslında duymaması gerekir ama bir şekilde duyuyor, yani hani derler ya, pis kokular çıkmaya başlamış ) ve hemen kendisi için, 225 bin ingiliz liralık yeni teklif zarfı hazırlar. Eeeee, elbette, daha ucuz olan teklifin kazanması söz konusu olduğundan, Flender şirketi rakibini yenmiş olur.
Ancak; Flender şirketi; işi zamanında bitiremez ve yapılan havuzun, Yavuz zırhlısını içine alacak boyutta olmadığı anlaşılır. Komedi. Bu arada; Yavuz zırhlısının tamiri ihaleside, Fransız St.Nazaire şirketine verilir. Yanlız, buradada ince bir ayrıntı var. Fransız şirketinin temsilcilerinden olan Sapancalı Hakkı Bey, bizim Bahriye Vekili Osmaniyeli İhsan Bey’in, 20 yıllık arkadaşı. Artık, ayrıntı incemi kalınmı siz düşünün?
Evet; havuz tamam olmayınca, Yavuz’un onarımına da başlanamadı. Araştırma sonucunda, Alman Flander şirketinin, havuzu ihaleye uygun inşa etmediği anlaşıldı. Havuz yeniden tamir edildi ve uygun hale getirildi. 29 Ağustos 1927 günü, Fransız S.Nazaire şirketine, Yavuz’u ve havuzu alması söylendi. Ancak; şirket, bunu kabul etmedi. Çünkü: daha önce, Yavuz zırhlısı, uygun olarak inşa edilmeyen havuza alınırken, hasar görmüştü. Fransız şirketi, bu hasar nedeniyle, sigorta şirketlerinin yüzde 1 olan pirim payının, yüzde 5 e çıkarılması sonucu oluşan maliyetin, hükümet tarafından karşılanmasını istiyordu. Uzun müzakereler sonucu, yeni bir andlaşma yapıldı.
Yeni andlaşma, Bakanlar Kuruluna geldi. İsmet Paşa; sözü edilen değişikliklerin, devlet aleyhine olduğunu öne sürdü ve görüşmelerin yani pazarlıkların devamını istedi. Ancak, tüm bunlara rağmen, Bahriye Vekili İhsan Bey; yapılan değişiklikleri aynen geçerli kılarak, Fransız Şirketiyle yeni andlaşma imzaladı.
Ancak; bu sırada, siyasi otoritedeki çeşitli krizler sonucu, mevcut hükümet istifa etti ve yeni hükümet kuruldu. Yeni kurulan hükümette: Bahriye Bakanlığı kaldırıldı. Sözleşmenin, İhsan Bey tarafından imzalandığını öğrenen, yeni hükümetin Başbakanı İsmet İnönü; TBMM ne verdiği önerge ile, eski Bahriye Bakanı İhsan Bey ve arkadaşlarının, Yavuz Savaş Gemisinin onarımında yolsuzluk yaptıkları iddiasıyla, Yüce Divanda yargılanmalarını ister.
Dokunulmazlığı kaldırılan İhsan Bey, tutuklanarak cezaevine konur. 2.5 ay kadar süren mahkemede, pek çok şahit dinlenir, yeni deliller toplanır ve davanın kapsamı genişletilerek, yolsuzluğa karışan çok sayıda kişi tutuklanır. Özellikle: İhsan Bey’in; Fransız St.Nazaire şirketinden, aracı Sapancalı Hakkı Bey vasıtasıyla, 100 bin lira rüşvet aldığı ve rüşvet karşılığında, şirkete yapılacak ödemenin ne şekilde olacağını düzenleyen maddenin değiştirildiği iddiası gündeme gelir.
Evet; dava 16 Nisan 1928 tariihinde sonuçlanır. Mahkeme: İhsan Bey’i : havuz ihalesine fesat karıştırmak ve rüşvet almaya teşebbüs suçlarından suçlu bulur ve 2 sene ağır hapis ve memuriyetten men cezalarına çarptırır.
26 Ocak 1928 tarihinde, İhsan Bey’in milletvekilliği düşer. Soyadı kanunu gereği aldığı: Eryavuz soyadını ise, yolsuzluk davasından sonra “Topçu” olarak değiştirir. 6 Mart 1947 tarihinde ölür.
Evet; bu İhsan Bey’in hayat hikayesi mi yoksa Türk Cumhuriyet tarihindeki ilk yolsuzluk davasının hikayesi mi? Bence, her ikiside, aradan geçen 81 yıl. Peki, ya günümüz?