Bulgaristan’ın “Kızanlık” veya “Kazanlık” diye isimlendirilen bölgesi: ülkenin orta kesimlerinde, Büyük Balkan dağlarının eteklerinde: güzelliğiyle ünlü “Gül vadisi” ni barındırmaktadır. Gül diyarı olarak anılan şehir; cazip bir turistik merkezdir. Gül diyarı olmasının en büyük nedeni: ılıman iklime sahip olmasıdır. Güneşli günler sıktır ve kışlar yumuşak geçer. Sıcaklık hiçbir zaman sıfır derecenin altına düşmez, yazın ise 25 derece üstüne nadir çıkar.
Aynı zamanda şehirde en büyük “Trak” mezarlığı bulunur. Mezarlık; UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesine dahil edilerek koruma altına alınmıştır. Bunun yanında: gül müzesi de, şehirde görülecek yerler arasında sayılır.
1880’li yılların başında: Bulgaristan’ın “Kızanlık” bölgesinde yaşayan vatandaşlarımız, 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus savaşı sonunda; Rus tehdidi nedeniyle ülkeye göç etmeye karar verirler ve bunun üzerine, ülkede, bunların yerleştirilecekleri uygun yerler aranır. Çünkü: bunlar geldikleri yerde “gülcülük” yaparak geçinmektedirler. Bunun üzerine bu gülcü göçmenlerin bir kısmı: İstanbul’a yerleştirilirler.
Evet: Bulgar Türkleri, 200 yıldır kendilerine ait olan gül bahçelerini ve gül yağı tesislerini Bulgarlara bırakarak, ülkeye göç etmek zorunda kalırlar.
Yani bu insanlar, ülkemizde de: o dönemde ülkede hiç bilinmeyen gülcülük yapabilmeleri için: Sultan II. Abdülhamit’in şahsına ait olan “İstanbul-Çavuşbaşı” bölgesindeki bir arazi, kendilerine tahsis edilir.
Göçmen soydaşlarımız, araziye yerleşirler ve burada yanlarında getirdikleri gül fidelerini kullanarak gül yetiştiriciliği ve gül yağı üretimine girişirler. Göçmen gülcü soydaşlarımız: yeni yerleştikleri bölgede, Mekteb-i Tıbbıye’nin Analitik kimya hocalarından Bonkowski destekleriyle, gül yağı üretimine başlanır.
Bonkowski nezaretinde, bilimsel yöntemlerle gül yetiştirmeye başlarlar. Hatta ilk gül hasadı: yağ gülü dikiminden yaklaşık 3 yıl sonra; 1886 yılında yapılır ve 650 kilo kadar gül çiçeği elde edilir. Sultan Abdülhamit: bu sonuçtan memnun olur ve gül yetiştiriciliğini teşvik eder ve Göksu deresi boyunca ilerleyen “Hekimbaşı Çiftliğin” de de gül üretimi yapılmasına izin verir. Böylece: Göksu deresi boyu, gül kokularının yayıldığı muhteşem güzel bir yer haline gelir.
Hekimbaşı Çiftliği: Sultan III. Selim ve II. Mahmud dönemlerinde: Hekimbaşılardan Mustafa Behçet Efendiye aittir. Behçet Efendi: ülkemizde tıbbın ve tıp terimlerinin gelişiminde büyük rol oynaması ile tanınmaktadır. 1886 yılından itibaren; Çavuşbaşı Çiftliğinde, Agop Paşanın da katkılarıyla, Kazanlık bölgesinden getirilen bakır ibrikler kullanılarak gül yağı üretimine başlanır. Bonkowski Paşa: elde edilen gül yağlarının, son derece kaliteli olduğunu ve 16 derecede 64 saniyelik bir zamanda, billuri bir kitle haline geldiğini rapor etmiştir.
Gül yetiştiriciliği ve gül yağı üretimi denemelerinde başarılı olunca, Anadolu’nun çeşitli illerine yağ gülü fidanları gönderilerek üretim teşvik edilir. 1912 yılında, devlet desteğiyle bedava gül fideleri dağıtılır ve üreticilere emanet ibrikler verilir. Ancak: yalnızca İsparta ve Burdur illerinde gül tarımı gelişirken, diğer illerdeki gül bahçeleri savaşların da etkisiyle bakımsız kalır ve yok olup giderler.
Behçet Efendi ölünce: Hekimbaşı çiftliği sahipsiz ve bakımsız kalır. Civardaki yerleşimlerin artması ile; göçmenler tarafından gül vadisine dönüştürülen bölge: çöp vadisi haline gelmeye başlar.
1970’li yıllara gelindiğinde: İstanbul şehrinin en güzel kokulu güllerinin yetiştirildiği bu bölge: İstanbul Belediyesi tarafından “çöp dökme alanı” olarak belirlenir. Hem de; Osmanlı döneminde “Sağlık Bakanı” ismi olarak kullanılan “Hekimbaşı” kelimesi verilerek. Evet, İstanbul çöplüğü “Hekimbaşı çöplüğü” olarak kullanılmaya başlanır. Günde şehirden toplanan 2300 tonluk çöpler; bu alana herhangi bir önlem alınmaksızın depolanır.
1993 yılına gelindiğinde ise, 28 Nisan günü, saat: 10.00 civarında, bu kez, tabiat kendisine yapılan bu rezilliğe isyan eder ve büyük bir patlama meydana gelir. 39 insan ölür ve dünya tarihin ilk “çöp heyelanı” nı, ortaya çıkar. İstanbul’un orta yerindeki bir çöp toplama bölgesi “metan” gazı sıkışması nedeniyle patlar ve 470 bin metreküp çöp; kayarak çöplüğün hemen üzerine kurulmuş gecekondu evlerin üzerine akar ve büyük bir heyelan yaşanır. Yıllardır, gelişigüzel dökülen çöpler; koca bir mahalleyi yutar ve insanlar daha ne olduğunu anlamadan, 39 vatandaşımız hayatını kaybeder. Söylenenlere göre: 1980’li yılların sonunda, Bitlis-Mutki ilçesi-Koyunlu köyü tamamen boşaltılır ve vatandaşlar, İstanbul’a göç ederler ve o sıralarda boş buldukları Ümraniye Hekimbaşı Çöplüğü dibine, gitgide yükselen çöp dağı eteklerine derme çatma yapılar, gecekondular kurarak yerleşirler. Zamanla, burası bir yerleşim yeri haline gelir ve “Boztepe” olarak isimlendirilen bölgede, yaklaşık 800 kişi yaşamaya başlar. Ancak, elbette çöplükten yayılan koku ve hastalıklı sinekler, burada yaşayan insanlar tarafından kanıksanır hale gelir. Bu sırada: Ümraniye Belediye Başkanı, Hekimbaşı çöplüğünün kaldırılması ve burada yaşayan vatandaşların, başka yerde iskan edilmesi için girişimlerde bulunmaktadır. Ancak: Büyükşehir Belediyesi, Kadıköy, Üsküdar ve Beykoz Belediyeleriyle bürokratik kriz yaşanır ve burası, atık yeri olarak kullanılmaya devam edilir.
Çöplükte hayatını kaybeden yakınları, açtıkları davalarda: ruhsatsız gecekondularda yaşadıkları ve bu yüzden sorumluluğun kendilerine ait olduğu söyleniyordu. Gecekondular ruhsatsız dı, ancak bu ruhsatsız yapılara, Belediyeler tarafından elektrik, su gibi hizmetler veriliyordu, yani resmi makamlar burada insanların yaşadıklarını biliyor ama önlem almıyorlardı. Sonuçta: burada yakınlarını kaybedenler, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurdular ve ölen yakınları için tazminat aldılar. Bundan daha da önemli sonuç: birçok resmi makamın, olay üzerine, çöplüklerde bir kısım tedbir alma ihtiyacı hissetmeleridir.
Hekimbaşı Çöplüğü ise: günümüzde çöplük olarak kullanılmıyor ve spor merkezi, park haline getirilmiştir. Park alanında: voleybol, basketbol ve tenis kortları, yürüyüş yolları ve her türlü spor alanı bulunuyor.