Anadolu’da yüzlerce yıl inanılmış ve tapınılmış , toprağın simgesi olan ana tanrıça; yanlızca tarımın ve bereketin değil, vahşi doğanın da simgesi olan, yırtıcı hayvanların koruyucusuydu.
Tanrıçanın kutsal ağacı; şimşir ve çamdır. Tanrıçanın bayramlarında çalınan flütler; şimşir ağacından yapılırmış. Çamın kutsallığı ise, Attis’in, tanrıça tarafından bu ağaca dönüştürülmüş olmasından ileri geliyor.
Kybele; yontularında (heykellerinde) yapılı bir kadın biçimi temsil edilmektedir. Yapılı oluşu: onun doğurganlığını simgeler. Ana tanrıça, her zaman, doğuma hazır, büyük karınlı bir kadın biçiminde gösterilmiştir. Bazı heykellerinde ise, başında kule biçiminde bir taç görülür. Bu kulelerin sayılarına göre, tanrıçanın korumasında bulunan kent sayısı temsil ediliyormuş. Zaman zaman da, elinde bir anahtarlıkla görülür. Bu, onun bağrında sakladığı hazinelerin anahtarıdır. O, yazın, bu hazineyi açarak, bol bol verirdi bağrından.
Anadolu’lu tanrıça Kybele’ye ait en ünlü öykü: onun, Attis’le olan aşkıdır. Attis, çok güzel bir delikanlıdır. Kybele, kendi tapınağının bakımını, bu Frigya’lı genç Attis’e emanet eder. Ama bir koşulu vardır. Attis, tanrıçaya, bakir kalma sözü verir ve bu sözünden asla dönmeyecektir.
Zamanla; Attis, bir ölümlüye aşık olur ve çabuk unutur verdiği sözü. Düğün töreni sırasında, Kybele’de gelen konukların arasına karışır. Ama, Attis, tanrıçayı görür ve verdiği sözü hatırlayarak, derin bir vicdan azabı ve bunalım sonucu erkeklik organını keser. Toprağa akan kanlardan, menekşeler biter. Attis, bununla de yetinmez, kendini asmak ve ölmek ister. Ama, tanrıça Attis’in eski sevgilisine acır ve onu bir çam ağacına dönüştürür. Çam kozalakları, Attis’in simgesi olur.
Evet, Frigya’nın ulusal tanrıçası Kybele’nin tapınımı; Frigya’nın en önemli merkezlerinden biri olan; Pessinus’ta sürdürülmüştür. Burası; günümüzün Vatikan’ı gibi, bir din devletiydi adeta. Buranın başında; 2 rahip bulunurdu. Birincisi, tanrıçanın sevgilisinin anısına Attis adını taşırdı. Diğer rahibin ise, yabancı olması gerekliydi. Her iki rahibinde, yine Attis’in anısına, hadım olması şarttı. Tanrıça, burada, gökten düştüğüne inanılan, bir kara taşla temsil edilirdi. Bu tapınağın bugünkü yerini umarım merak ettiniz. Evet, bu tapınak, bugün Eskişehir-Sivrihisar İlçesi yakınlarında. ( Buradaki antik kent kalıntıları hakkında bilgi isterseniz: www.gezi-yorum.net internet sitesinden, bilgi alabilirsiniz.)
Her yıl; 22 Mart tarihinde, Pessinus’ta Kybele onuruna şenlikler düzenlenir. Bu şenlikler sırasında, bir de çam ağacı bulundurulurmuş. Bu şenlikler, rahip adayları için, bir tür tarikata girme törenleriymiş. Töreni yöneten rahip, coşturucu bir müzikle dansa başlar. Gerek bu müziğin, gerekse tam bir kendinden geçiş halinde dans eden rahiplerin, izleyiciler üzerindeki etkileri de büyük olur. Dans ederken, ara sıra da ellerini yere dokundururlar, bu da toprak anadan güç almayı simgelermiş.Derken, kimi izleyiciler de, kendilerinden geçerek, daha önce hazırlanıp yere bırakılmış bıçakları kaptıkları gibi, kendilerini hadım ederlermiş. Efsanenin bu bölümü, elbette hoş değil, ama ismi üstünde efsane. Evet,devam ediyoruz, kesilen parçalar, bezlere sarılıp, büyük bir saygıyla, tanrıçaya ayrılan yeraltı hücresinin toprak tababına gömülürmüş. Bunun, toprağın verimi için döllenmesini simgelediği düşünülürmüş. Cinsel organları kesilen kişiler de, rahip adayı olurlarmış. Evet, insanların kendilerine veya çevrelerine bu tür zararlar vermesi asla onaylanacak bir durum değil elbette, ama antik çağdan bahsediyoruz, insanların düşünce tarzı bu, herne kadar onaylamasak da.
Bu şenlikler sırasında, ana tanrıçaya kurbanlarda sunulur. En değerli kurban ise, dişi domuzdu. Çünkü: dişi domuz, çok çabuk üremektedir. Sabanla, toprak ananın bağrını yararak onun döllenmesini sağlayan boğa da, değerli bir kurban sayılırmış. Keçi de, kurban edilirmiş.
Evet; ana tanrıça Kybele’nin, manevi gücünü, zamanla Romalı’larda keşfeder. Hatta, sahiplenmek isterler. O devirlerde, Roma’nın karşısında büyük bir güç olarak Kartaca’lılar bulunmaktadır. Romalı’ların Kartacalı’larla çatıştıkları bir dönemde, Roma üzerine, bir taş yağmuru başlar. Kahinler, bunun bir uyarı olduğunu, Kartaca karşısında başarı kazanabilmek için, Kybele’nin Roma’ya getirilmesinin gerektiğini söylerler. Bunun üzerine, tanrıçayı simgeleyen taş, bir törenle gemiye konur ve Roma’ya doğru yola çıkarılır. Ama, gemi Roma’ya varırken, Tiber nehri üzerinde karaya oturur. Bütün uğraşlara rağmen kurtarılamaz. O sırada, tanrıçadan bir ses yükselir. Ancak, kirletilmemiş eller sokabileceklerdir, kendisini kente.
Bunu duyan; Cladia Quinto adındaki bir genç kız, belinden kemerini çözer ve gemiye bağlar, çeke çeke gemiyi Roma’ya getirir. (İnanmadınız demi, hayır, inanın, çünkü adı üstünde efsane) Bu kız, iftiraya uğramış bir Vesta rahibesidir ve koca gemiyi tek başına çekmekle de suçsuzluğunu kanıtlamış olur. Evet, ana tanrıça Roma’ya ulaşır. Sonra ne mi olur? Bizim tanrıça heykeline ne olduğu meşhul ama, tarihi bir gerçek var. Evet, Roma’lılar Kartacalı’ları yener ve tarih sahnesinden silerler. Artık, ana tanrıçanın gücümü, kendi güçlerimi, onu bilmek mümkün değil.
Evet; ana tanrıça, Anadolu’da, yüzyıllar boyunca, inanılmış, tapınılmış bir obje. Şu anda, elbette bu yazılanları okuduğumuzda, günümüz şartlarına kesinlikle çok ters gelen şeyler. Ama; gerçek olan şu ki, her şeyi, bulunduğu ve yaşandığı ortama uygun olarak değerlendirmek gerek. Çünkü; gerek zaman ve gerekse bilim durmadan ilerliyor. O yüzden, bu yazılanları, o günün şartlarında değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü; her şeye rağmen, Anadolu’da yani yaşadığımız bu topraklar üzerinde, geçmişte, yüzlerce yıl, bu yontuya, bu söylencelere inanılmış.
Şahmeran sözcüğü farsçadır. “Maran” yılan anlamında olup, “Şah” sözcüğü ise “kral” anlamında kullanılmaktadır. Tarsus ve çevresinde, halk Şahmaran sözcüğünü biraz yumuşatarak, Şahmeran olarak kullanmayı benimsemiştir.
Şahmaran figürlü bir yılan, bir ejderhadır. Baş kısmı insan olan ve yılanla insanın birleşmesinden oluşmuş, doğa üstü bir yaratıktır. Yılan figürleri, genelde kötülük v uğursuzluğu anımsatsa da; şahmeran figürü: doğurganlığı, bereketi ve bilgeliği sembolize eder.
Kem gözlerden korunmak için, yaygın olarak kullanılır. Hayat ağacını bekleyen ve Gılgamış Destanında, ölümsüzlük otunu çalandır. Tüm kayıtlarda, dişi olarak geçer. Anadolu’da şahmaran resimleri: özellikle uğur getirsin diye, daha çok genç kızlar ve kadınlar tarafından özellikle yatak odalarına asılır.
Şahmaran konusunda; iki öykü vardır. Bunlardan birincisi: Adana-Ceyhan karayolu arasındaki Yılan Kalesinde geçer. Yılanların kralı şahmeran, Tarsus beyinin kızına aşık olur. Babasından kızı ister ancak kızın babası, kızını şahmarana vermek istemez. Bunun üzerine, şahmaran kızı kaçırmaya karar verir. Güzel prenses, hamamda yıkanırken, şahmaran da, hamamın üstüne çıkıp, onun yıkanışını, kubbe deliğinden gizlice seyreder. Derken, hamamın içine düşer ve prensesin korumaları tarafından, kafası kesilerek öldürülür. Günümüzde, Tarsus’daki eski hamamın göbek taşı, bu yüzden kutsal sayılır. Taştaki lekenin şahmeran’ın kanı olduğuna ve vücudunu buraya sürenlerin, tüm dertlerinden kurtulacağına inanılır. Şahmeran’ın ölümünü kaledeki yılanlar duymaz. Çünkü, duysalar, kaledeki bütün yılanların şehri basıp, bütün halkı sokarak zehirleyeceği ve şahlarının intikamını alacakları düşünülür.
Evet,diğer bir efsaneye göre ise;” Tarsus’ta yoksul bir ailenin oğlu olarak yaşayan ve odunculuk yapan Lokman, bir gün ormanda odun keserken, kır yolunda bir initli duyar. Dönüp baktığında, insan başlı, ak, yılan gövdeli bir yaratık görür. Çok korkar. Yılan:” Ey insanoğlu, benden sakın korkma. Ben yılanların padişahı Şahmeran’ım. Yaralıyım. Bana yardım edersen, bir gün bunun karşılığını mutlaka öderim ” der. Lokman, Şahmeran’ı kucağına alır, söylediği yoldan bir mağara önüne getirir. Yılan, birşeyler mırıldanır, mağaranın kapısı açılır. Burası, eşsiz güzellikte bir yerdir. Mağarayı bekleyen kara yılan, şahmeran’ı sarayına götürür. Şahmeran, kısa sürede iyileşir. Aradan kırk gün geçer. Lokman, artık eve dönmek istediğini söyleyince, şahmeran, gördüklerini kimseye söylememesini tembih eder ve ” ölümüm insan elinden olacak, bunu biliyorum. Öldüğümü duyduğunda yapacağın şeyleri sana tek tek anlatacağım. Sakın unutma, dediklerimi aynen yapacaksın” der. Neyin, hangi hastalığa iyi geldiğini, ilaçların nasıl hazırlandığını bir bir anlatır.
Aradan zaman geçer. Lokman, eve döndüğünde bambaşka insan olmuştur. Tüm zamanını, okumaya, yazmaya ve öğrenmeye ayırmaktadır. Yörenin hükümdarı, Tarsus beyi, ölümcül bir hastalığa yakalanınca, derdinin şahmeranın etini yiyerek şifa bulacağını öğrenir. Bey, Lokman’ı sıkıştırarak, şahmeranın yerini öğrenir ve onu yakalatır. Bu sırada, şahmeran, giderayak, Lokman Hekime son bir iyilik yapar.
Lokman, şahmeranın kendisine anlattığı gibi, cansız gövdeyi üçe böler ve her parçayı ayrı ayrı kaynatır. Parçalar kaynarken, her biri hangi hastalığa iyi geleceğini söylemektedir. Bu sırada, Lokmanın yanına gelen vezir, hasta olduğunu söyleyerek, insanlara olağanüstü güçler veren parçanın suyunu ister. Lokman, vezirin kötü niyetini anlar. Kuyruk suyundan verir ve bunu içen vezir ölür. Gövdenin ikinci suyunu kendi içer. Tarsus kralına ise, gerekli ilacı yapar. İlacı içen;bey iyileşir.
Lokman saraydan ayrılıp, kırda yürürken, birden bütün bitkiler dile gelir. Hangi hastalığa şifa olduklarını söylemeye başlarlar. Okuma yazma öğrenen Lokman, bitkilerden duyduklarının tümünü yazmaya başlar. Böylece, Lokman, daha sonra bütün hastalıklara çare bulmaya başlar ve Lokman hekim olarak anılır. Yani; şahmeran’ın ölümünün ana amacı; insanın sağlık ve şifa bulmasıdır. Hatta, bazı anlatımlarda, Lokman Hekimin, şahmeran ile karşılaşması uzun uzun anlatılır ve şifa veren otların nerelerde olduğunu, Lokman hekime Şahmeran tarafından söylendiği rivayet edilir.
İşte; şahmeran kültürü bu. Hikayenin kaynağının İran’da aranması gerektiği yönünde görüşler ağırlıktadır.