Sultan II Beyazıt (1509) zamanında “Küçük Kıyamet” olarak bilinen ve İstanbul’u baştan başa yıkan depremin ardından: şehirde ahşap binaların sayısında artış olur.
Çünkü, halk deprem korkusuyla, ahşap bina yapmaya ağırlık verir.
Ancak, bunun sonucunda şehirde yangınlar artar.
Bu yangınları gözleyebilmek için ise, 1750 yılında, Ağa kapısında bir gözetleme kulesi yaptırılır.
Ama, ahşap olan bu kule, 1756 yılında “Cibali Yangınında” yanar.
Bunun üzerine, 1808 yılında, bugünkü kulenin yerine, yenişe yaptırılır.
Ama bu kulenin de sonu aynı olur.
1824 yılında çıkan yeniçeri isyanında, kule yanar.
Son olarak, II Mahmut tarafından, 1828 yılında yeni kule inşa edilir.
Mimarı: Semerekim Balkan’dır.
Tasarım olarak, yukarı doğrultulmuş, savaş topuna benzetiliyor.
Bunun da “Barışı simgelediği” söyleniyor.
Şehirde yangın olduğunda, Beyazıt kulesinden, gündüz sarkıtılan sepetle, gece ise fener yakılarak haber verilirdi.
Ayrıca, kuleye: haberleşmek için, bayrak ve fener asılıyordu.
Gelelim günümüze:
1997 yılında yapılan restorasyon sonucunda, kule: eskiden olduğu gibi: gözetleme, meteoroloji ve yol durumunu bildirmek amacıyla kullanılmaya başlanmıştır.
Kule, İstanbul İtfaiye Dairesi Başkanlığı tarafından, Kule Müfreze Amirliği olarak kullanılıyor.
4 katlı kuledeki yerleşim planı: Nöbetçi katı, işaret katı, sepet katı ve sancak katı.
Nöbet katı: itfaiyecilerin şehri gözetlediği yerdir.
Kule katı: meteorolojik bildirimler için kullanılmaktadır.
İşaret katı: meteorolojik amaçlar için kullanılmaktadır.
İstanbul halkı: kulenin ışıklarına bakarak, ertesi günkü hava durumunu öğrenir.
Kule ışıkları: İstanbul’un her noktasından görülecek şekilde düzenlenmiştir.
Sepet katı: yangın işaretlerinin verileceği yerdir.
Sancak katı: Türk bayrağının ve itfaiye bayrağının asıldığı yerdir.
Kız taşı, günümüzde bir konutun bahçesinde, gözlerden uzak yıllarca durduktan sonra ortaya çıkarılmıştır.
İstanbul şehrinde, Bizans döneminde şehri koruması için 24 tane tılsımlı sütun dikilmiştir.
Bunlardan günümüze kadar ayakta kalarak gelebilenler: kız taşı, çemberlitaş, Gülhane parkındaki gotlar sütunu ve cerrahpaşa’daki Arkadios sütunudur.
Marcianus Sütunu:
MS 455 yılında, Bizans İmparatoru Markianos adına, Forum Amastrion’a dikilmiştir.
Markianos: Bizans döneminde İmparator I. Theodosius’la başlayan hanedanın son hükümdarıdır.
Kendi zamanında gerek ülkesini dış tehditlere karşı koruması ve gerekse ekonomik reformları sayesinde, altın bir dönem yaşanmıştır.
Ancak yine Marcianos döneminde, Batı Roma barbar hücumlarına karşı desteksiz kalmış ve yıkılmıştır.
Kızıl-gri granitten yapılmış sütun, iki parçadır.
Yapıldığında sütunun üzerinde bir kaide bulunduğu ve bunun üstünde de İmparator Marcianus’un bronz bir heykelinin bulunduğu ancak 1204 yılındaki Haçlı-Latin istilası sırasında, şehrin yağmalanması sırasında, bunun da çalınarak İtalya’nın Bari şehrine götürüldüğü ve burada bulunan Barletta heykeli olduğu söylenir.
Sütunun mermer kaidesi dört yüzlüdür ve her yüzündeki madalyonlar, Yunan haçları ile bezenmiştir.
Kaidesinde bulunan Yunan Zafer Tanrıçası Nike kabartması nedeniyle, kız taşı olarak da isimlendirilir.
Kaidesinde bulunan kitabesinde, Latince olarak yazılan yazıtı tercümesi “İşte bu İmparator Marcianus’un anıtıdır ki, Tatianus bu eseri adamıştır.”
Bu arada, sütunla ilgili bir efsaneden söz etmek istiyorum.
Justinyen, Ayasofya’yı inşa ettirirken, tılsımlı güçleri olan bir kız, buraya büyükçe bir sütun taşımaktadır.
Derken, kızın karşısına ruhani bir canlı yani cin çıkar, taşı nereye götürdüğünü sorar.
Kız “Ayasofya” ya gittiğini söyler, ancak cin, geç kaldığını ve taşı boşuna taşımamasını söyler. Kız, taşı oracıkta bırakır ve durumu görmek için, bugünkü Sultanahmet Meydanına gelir. Cinin yalan söylediğini anlar. Fatih’e geri dönüp taşı götürmek ister ancak sihirli güçlerinin artık işe yaramadığını fark eder. Taş da o günden beri “Kız Taşı” olarak anılır.
ARKADİOS SÜTUNU:
Yapılışı;
MS 395 yılında Roma İmparatoru I Teodosius döneminde, İmparatorluk Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı.
Teodosius’un oğlu Arkadios Doğu Roma İmparatorluğunun ve diğer oğlu Honorius Batı Roma İmparatorluğunun başına geçti.
Henüz, 18-19 yaşlarında bir delikanlı olan, babasının tersine güçsüz ve pısırık kişiliği olan Arkadios, temelleri atılan Bizans tarihinin ilk imparatoru olur.
Hükümdarlık döneminde, İstanbul’a üç önemli yapı kazandırır.
Bunlar: Arkadianai semtinde (günümüzdeki Sultanahmet civarı) bir hamam, eskiden Avrat Pazarı olarak bilinen (günümüzdeki Cerrahpaşa semti) yerde: Arkadios Forumu adını taşıyan büyük meydan ki bu meydan Bizans döneminin ilk yıllarında şehrin merkeziydi.
Burada, köle ticareti yapılır ve idam cezaları infaz edilirmiş.
MS 402 yılında bu meydanın ortasına diktirdiği büyük bir anıt sütun vardır.
Çünkü, ilk Bizans İmparatoru olan Arcadius, kendi adına, zaferlerini ilan etmek için Roma şehrindeki Trajan sütununa benzeyen bu anıt sütunu diktirmiştir.
Sütunun tam olarak yerini gösteren eski çizimler, 1453 yılından sonra Fatih Sultan Mehmet’in ünlü portresini yapan İtalyan ressam Bellini’ye aittir.
Genel Özellikleri:
Sütunun bulunduğu hafif tepelik bölgeye “Xeroluphus” denirdi.
Sütun MS 402 yılından kalmadır.
İlk dikildiğinde, kayıtlarda yazılı yüksekliği 50 metredir.
Çapı ise 4 metredir.
Tepesinde bir korint başlık ve bunun üstünde kare bir blok vardır.
Bu bloğun köşelerinde, dört adet, kanat açmış melek heykeli görülür.
İlk dikildiğinde, üstündeki kare blok üzerine, şehrin ufuklarını gözleyen, güzel bir peri heykeli konulmuştur.
Evliya Çelebiye göre: İmparator Konstantin, sütunun tepesindeki peri heykelini kaldırtmış ve tehlike anında gözcüler tarafından çalınması için çanlar yerleştirmiştir.
10 Temmuz 421 tarihinde ise Arkaidos’un oğlu II Teodosius İmparator olunca, sütunun tepesine, babasının atlı bir heykelini koydurmuştur.
Ancak bu heykel, 740 yılındaki depremde, kuvvetli sarsıntıya dayanamaz ve yerinden koparak düşer, ardından sütunun tepesi boş kalır.
Yine tarihçilerin yazdıklarına göre: bir zamanlar 40 metre yükseklikte olan bu sütunun içinde bulunan helezonik bir merdivenle, tepesine çıkılırdı.
İlk yapıldığında, sütunun üstünün, yukarıdan aşağıya kadar Arkadios’un seferlerini anlatan kabartmalarla süslü olduğu söylenir.
Bazı Osmanlı dönemi fotoğraflarında, sütunun üzerindeki motifler gayet güzel görünmektedir.
Kaidesi:
Sütun dikdörtgen kaide üzerindedir.
Kaide iri taşlarla örülü bir yüksek duvar şeklindedir.
Kaidenin bir yüzü ve büyük kısmı, büyük bir ağaç tarafından gizlenmiştir.
Diğer yüzleri ise, bitişik ahşap evin yanındadır.
Kaidede ünlü Zafer Tanrıçası Nike figürü görülür.
Kız Taşı Denilmesinin Sebebi:
Anıtın üstündeki kare bloğun köşelerindeki melek yani kadın heykelleri nedeniyle, bu ismin verildiği söylenir.
Bir başka söylentiye göre: sütun, altından geçen kızlara bakire olup olmadıklarını fısıldarmış. İmparator II İusnianus, baldızına bu oyunu oynamaya kalkınca, sütunun üstündeki heykel yerinden kırılarak devrilmiştir.
Yine bir söylentiye göre: eskiden bu sütunun önünden bakire bir kız geçtiğinde, sütun hafifçe yana eğilirmiş.
Bir iddia daha, anıta kız taşı denilmesinin sebebi, kaidesinde bulunan Yunan Zafer Tanrıçası Nike kabartmasıdır.
1204 Haçlı-Latin İstilası:
Ancak, sadece bir defa ve birkaç dakika için, sütunun tepesine bir İmparator çıkabilir.
1204 yılında Haçlılar şehri ele geçirince, zamanın Bizans İmparatoru V Aleksios bu sütunun tepesinden yani unvanına uygun olarak yüksekten aşağıya atılarak öldürülür.
Başka bir söylentiye göre: Haçlılar şehri ele geçirip yağmaladıklarında, bu sütunun üstünde İmparatorun heykeli vardır ve bu heykeli çalarak götürürler. Günümüzde bu heykelin İtalya’da Bari şehrinde bulunduğu söylenmektedir.
Sütunun Tılsımlı Olması:
Bazı kaynaklara göre, Bizanslılar, bu sütunun tılsımlı olduğuna inanırmış.
Evliya Çelebi de, bu sütunun tılsımlı olduğuna inananlardandır.
Yazdıklarına göre, Hz Muhammed’in doğduğu gün, büyük bir deprem olur ve sütun parçalanır, ama tılsımlı olduğu için dağılmaz.
Evliya Çelebi: bununla da yetinmez ve başka tılsımlardan da söz eder.
Eski dönemlerde, sütunun üstünde duran kız heykeli yılda bir defa bir feryat koparır ki, civarda ne kadar kuş varsa önce pervane gibi bu sütunun etrafında döner, sonra bunlardan binlercesi ölüp sütunun dibine düşer, halk da bunları afiyetler yermiş.
Sonuç:
İstanbul’u sarsan depremler, Arkadios sütunun da yıpratmıştır.
Sonunda da iyice yana eğildiğinde, çevresindeki binaların üstüne düşebileceği için, 1719 yılında Sultan III Ahmet tarafından yıktırılmasına karar verilir.
Bir başka söylentiye göre, sütun uzun süre olduğu yerde durmuş, ancak üstündeki heykel, Lale devri sultanı Sultan III Ahmet tarafından indirtilmiştir.
Günümüzde görülen sütun, sadece 8 metre yüksekliktedir.
Kaidesi 6 metre genişliktedir.
Kaidenin büyük kısmı, bir ağaç tarafından gizlenmiştir.
1874 yılında, deniz tarafındaki kumluk alanda bulunan bazı kabartma mermer parçaların bu sütuna ait olduğu söyleniyor ve bu parçalar, günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesindedir.
Kaidenin içine, kaidenin yakınında bulunan evin kapısından geçiliyor.
Buradan harabe haldeki sütunun tepesine, merdivenle tırmanarak çıkılır ve sütunun tepesinden sütunun dibi ve üstündeki kabartmaların izleri görülebilir.
Marmara surları üzerindeki köşk, 1593 yılında, dönemin Sadrazamı Arnavut asıllı Yemen ve Tunus fatihi, Koca Sinan Paşa tarafından mimar Davut Ağa’ya yaptırılmıştır.
Ardından, köşkü dönemin Padişahı Sultan III Murat’a hediye eder.
Köşk, ismini kubbesinden sarkan inci salkımı şeklindeki süslemelerden almış ve Avrupalılar tarafından incili köşk olarak isimlendirilmiştir.
Bu köşk, Boğazı resmeden gravürlerde en fazla resmedilen köşk olmuştur.
Bu köşk, Sultan III Murat tarafından en sevilen mekanların başında gelmiştir.
Köşk, bir merasim mekanı değil, bir seyir köşkü olarak yapılmıştır.
Denize bakan cephesinden donanma gösterileri izlenirmiş.
Ancak, rivayete göre: bir gün Padişah III Murat, burada otururken, İskenderiye’den dönen Osmanlı donanması, gelenekte olduğu üzere, saray önünden geçerken, sarayı selamlamak adına top atışı yapar.
Top atışı üzerine, yapı şiddetle sarsılır ve daha önce defalarca buradan geçmiş olmasına rağmen, donanmanın bu geçişi sıkıntı yaratır.
Hatta, bu sırada Padişahın oturduğu pencerenin camları kırılmış ve hasta padişah bu durumu hayra yormayarak, bu köşke son kez geldikleri hakkında bir işaret olarak değerlendirmiştir.
Ardından, sultan III Murat, birkaç gün sonra ölür ve bir daha bu köşke gelemez.
Yapının mimarı Davut Ağa: bu köşkü inşa ederken, onu taşıyan taş kemerlerin arasına küçük ve zarif bir çeşme ekler.
Çeşmenin bulunduğu yer, halkın rahatça kullanabileceği bir yer değildir.
Ancak yapı Bizans döneminde, şehrin ünlü manastırlarından biri yakınlarında kurulduğundan, bunun hemen yanındaki Soteros Ayazmasının üstünde bulunuyordu.
Bu ayazma, yortu günlerinde, şehirdeki Ortodoks halk tarafından, kıyıdaki çakıllar üstünde toplanarak ve çeşme kullanılarak kutlanıyordu.
Bu kutlamalar: Yunan ayaklanmasına kadar yani 1821 yılına kadar devam eder ve Padişahlar köşkün penceresinden, kıyıda toplanan Ortodoks Rumları yıllarca seyrederlermiş.
Daha sonraki dönemde, unutulan bu ayazma ve çeşme, 1921-1922 yıllarında şehirdeki Fransız işgal kuvvetleri tarafından yapılan kazılar sırasında bulunmuştur.
İncili köşk, Sultan III Murat’dan sonra da bazı Padişahlar tarafından kullanılmış ve 18’nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren ihmal edilmeye başlanmıştır.
Hatta, 18’nci yüzyılın sonlarında, İstanbul’a gelen Fransız ihtilal hükümetinin gönderdiği elçi, Padişahın huzuruna bu köşkte çıkacağının bildirilmesi üzerine “harap bir güvercinlikte kabul edilmeyi istemiyorum” diyerek şehri terk etmiştir.
Köşk, Sultan Abdulaziz döneminde, 1871 yılında demir yolunun sahilden ve sarayın bahçesinden geçmesine izin vermesinden sonra, kıyıdaki kasır ve saraylarla birlikte yok edilmiştir.
Önce Fener semtinin tarihçesi:
Ermeni yazar Farbl Lazar’ın yazdıklarına göre, İmparator Konstantinus, Bizanstion adını taşıyan bu küçük yerleşim yerine geldiğinde, buranın çok güzel olduğunu ve yerleşmeye çok elverişli olduğunu gördü.
Çünkü buranın batı tarafındaki ufak bir kara kısmı yanında, diğer üç bölüm denizle çevriliydi.
Bu yüzden, İmparator derhal faaliyete başladı ve yarımadanın iç kısmında bulunan tepeleri düzelttirdi ve surların inşa planını hazırladı.
Roma döneminde yerleşilen bu bölgeye, Bizans döneminde “Petrin” yani “Kaya” ismi verildiği biliniyor.
Bu bölge, İstanbul’un yedi tepesinden birinin zirvesine çıkan, oldukça dik bir yokuşun çevresinde kuruluydu.
Hatta, burada sadece surlar değil, aynı zamanda şehir merkezinden ayrı bir iç kale vardı.
Bu kalenin surlarındaki kapıya ise “Porta Phanari, Porte del Pharo”” yani “Fener Kapı” deniliyordu.
1351 tarihli bir belgede ise, bu kapının yanındaki mahalleye, Bizans döneminde “Fanari” ismi verilmişti.
Çünkü bu mahalle yani kapının bulunduğu yerde, limana yakın bölümde bir zamanlar bir deniz feneri vardı.
Ancak bu sözü edilen deniz feneri, günümüze ulaşmamıştır.
Muhtemelen, İstanbul’un uğradığı büyük depremler, kuşatmalar ve saldırılar sırasında yok olmuştur.
Zaten sadece fener değil, gerek surlar ve gerekse bir zamanlar burada bulunduğu söylenen kapıdan da herhangi bir kalıntı, günümüze ulaşmamıştır.
Ancak kapının yeri tahmin edilmektedir.
Çünkü bütün sokaklar, kapının bulunduğu tahmin edilen yere açılır.
Evet, surlarla çevrili bu iç kale bölgesinin ismi, Bizans döneminde “Petrion” olarak bilinmektedir.
Şehir merkezinden ayrı, bağımsız bir bölüm gibi olan Petrion’un ilginç bir tarihi geçmişi vardır.
1204 yılındaki işgalde, Latinler yani Haçlılar, ilk önce Petrion bölümünü ele geçirmişler ve ardından şehre girmeyi başarmışlardır.
Çünkü başlangıçta Haçlı donanması düşman gibi görülmemiş ve Haliç girişindeki ünlü zincir açılarak donanmanın Haliç’e girmesine izin verilmiştir.
Ardından Haçlılar Haliç kıyısında bulunan ve diğerlerine göre daha zayıf surlara saldırmışlar ve Petrion’u ele geçirmişlerdir.
Ama Türklerin şehri kuşatmasında, bunun tersi olmuş, şehrin birçok bölümü ele geçirilmesine rağmen, Petrion’da bulunanlar, burayı uzun süre savunmuştur.
Buna istinaden, Fatih Sultan Mehmet, buranın yağmalanmasını yasaklamış ve hatta sonradan buraya bazı ayrıcalıklar vermiştir.
Bu yüzden, tarihi süreçte, İstanbul’da yaşayan Rumlar ve özellikle Feneriyot olarak isimlendirilen varlıklı aileler, bu bölgede toplandılar ve semtin iç bölümlerinde Rumlar, sahillerde Yahudiler karışık olarak yaşıyorlardı.
Ermeni tarihçi Sarraf Hovannesyan tarafından yazılar yazılarda: Cibali Ayakapı’dan Fener’e kadar uzanan yerde, Rum zenginlerinin ve Eflak-Boğdan Beylerinin sıra sıra evlerinin bulunduğundan söz eder.
Çünkü bir zamanlar, Osmanlı yönetiminde olup günümüzde Romanya’nın parçaları olan Eflak-Boğdan voyvolaları, geleneksel olarak Fener Rumları arasından seçilirdi.
Ayrıca, Osmanlı hariciyesinde, tercümanlık görevleri de hep Rumlar tarafından yürütülürdü.
Sonuçta Rumlar ellerine geçen yüksek paralarla Fener semtinde muhteşem evler ve saraylar yaptırdılar.
Bu saraylar günümüze ulaşmamıştır, evlerin ise bir kısmı kalmıştır.
Katolik dünyası, özellikle de Avrupa, Hz İsa ile ilgili hemen her türlü eşyaya hatta İsa’nın kanı yahut kemiği gibisinden, bedenine ait objelere ve İncil’in Vatikan tarafından kabul edilmeyen versiyonlarına gayet meraklılar.
Özellikle, Hz İsa’nın gerildiği çarmıhın parçaları ve Hz İsa’nın elleriyle ayaklarına çakılan çiviler, onlar için çok değerli.
Çarmıh parçalarıyla çivilerin ise, Çemberlitaş’ın altında bulunduğu söyleniyor.
Yani: sütunun dibindeki küçük bir odanın, erken Hıristiyanlığa ait kutsal emanetler odası olduğuna inanılıyor.
Şöyle ki, bu odada, Hz İsa, Hz Musa, Hz Lut, Hz Nuh ve Hz Süleyman’a ait eşyaların gömülü olduğu ileri sürüldü.
İddiaya göre: bu odada, o dönemde İmparator Konstantin tarafından Kudüs’ten İstanbul’a getirilen “Hz İsa’nın mezarına ait kutsal toprak, orijinal haç parçaları, çiviler, kaymak taşından yapılan kase, ekmek kırıntıları ve Hz Musa’ya ait taş ile Hz Lut’a ait olduğuna inanılan asa, Hz Nuh’un baltası ve Hz Süleyman’a ait olduğuna inanılan 7 Kullu Şamdan bulunuyordu.
Çemberlitaş restorasyon projesini yürüten firmanın yönetim kurulu başkanı, yaptığı açıklamada: Çemberlitaşın altında, 11 x 11 metre boyutlarında ve 2.5 metre yüksekliğinde, büyük bir blok bulunduğunu ve kutsal emanetlerin bu blok içindeki küçük bir oyukta bulunduğunu belirtmiştir.
Evet, bu firma, Çemberlitaş üzerinde, 2001 yılında, 1.5 yıl süren bir restorasyon çalışması yapmıştır.
Gelelim: konu ile ilgili hikayelere;
MÖ 325 yılında, İmparator Konstantin, Roma’yı ele geçirir ve Roma’daki Pagan tapınaklarını yıktırır ve oradan getirttiği taşlarla, Çemberlitaş’ı yaptırır ve anıtı, yaklaşık 11 x 11 metre ebadında ve 2.5 metre yüksekliğinde, 4 parçadan oluşan bir ana kaideye oturtur.
Bu ana kaide içerisinde, 1 x 2 metre ebadında, küçük bir hücre oluşturur. Daha sonra MÖ 324 yılında, annesi Helen’i Kudüs şehrine gönderir ve Kudüs’te Hz İsa’nın olduğuna inanılan mezarı açtırır.
Mezardaki kutsal toprak, orijinal haç parçaları, kutsal çiviler, kaymak taşından yapılan kutsal kase, kutsal ekmek kırıntıları ve Hz Musa’ya ait kutsal taş, Hz Lut’a ait olduğuna inanılan asa, Hz Nuh’un baltası ve Hz Süleyman’a ait olduğuna inanılan, som altından 7 kollu şamdan gibi kutsal emanetler, İstanbul’a getirilir.
Bu kutsal emanetler, Çemberlitaş’ın kaidesi içindeki hücreye, bizzat İmparator Konstantin’in annesi Helen tarafından yerleştirilir.
Bu arada, bir kısım rivayete göre ise, kutsal haç parçaları ve çivilerin, sütunun üzerine dikilen, Konstantin’in heykelinin içine saklandığı da söylenir.
Heykel, 700 yıl boyunca, o zamanki adı “Forum Constantinus” yani “Konstantin Meydanı” olan alanın ortasındaki taşın tepesinden, şehri seyredip durdu.
Ama, 11’nci yüzyıl başında, çıkan şiddetli bir fırtınada, devrilip paramparça oldu.
Bizanslılar heykelsiz kalan sütunun tepesine, bu defa som altından bir haç yerleştirdiler.
Sonra da taşın altını kazıp, buraya bir hücre yaptılar ve heykelin içinde bulunan çivileri, haçın parçasını da bu hücreye sakladılar.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u alınca, sütunun tepesindeki haçı indirtti.
Ancak, Hıristiyanların kutsal emanetlerinin konulduğu yerde kalmasını istedi ve zeminin kazılıp hücrenin ortaya çıkarılmasına izin vermedi.
İstanbul’un 1918 yılında işgali sırasında, Vatikan’dan gelen bir gurup rahibin: kutsal emanetlere ulaşmak için, bir süre burada barındılar ve Çemberlitaş yakınlarında bir handan kiraladıkları odada, tünel kazarak taşın altındaki kaideye ulaştıkları söylenir.
Ancak tünelden çıkan toprağın dikkat çekmesi üzerine, yakalanırlar ve sınır dışı edilirler.
1929 yılında, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk tarafından, ne olduğunun anlaşılması için, çeşitli arkeolojik çalışmalar yaptırır.
Sonuçta, Çemberlitaş yıkılmadıkça, oradaki emanetlere ulaşmanın mümkün olmadığı fikrine varılır.
1877-1878 yılları arasında, Osmanlı-Rus savaşı sonrasında, dağılan Osmanlı ordusunu yeniden düzenlemek için, Almanya’dan askeri danışmanlar talep edilir.
Ancak, bu askeri danışmanlarla birlikte, Alman Silah Endüstrisi de ülkeye girer.
Bunların başında ise, Krupp gibi büyük Alman silah Firmaları gelir.
Bunlar, Osmanlı ordusunun top ve tüfek başta olmak üzere, birçok askeri ihtiyacını karşılamaya başlarlar.
Bu firmaların temsilcileri ise, 1898 yılından itibaren: Joshep ve Aguste Huber kardeşlerdir.
Bunlar, İstanbul’da kaldıkları kısa sürede, aldıkları komisyonlarla çok zengin olmuşlar ve bu arada, kendilerine ait olan Huber Köşkünü yaptırmışlardır.
Köşkün yeri olarak: Elçilik binası yakınlarını seçmişlerdir.
Evet Huberler, burada yaklaşık 20 yıl yaşadıktan sonra, I Dünya Savaşının sonrasında İstanbul işgal edilince, 1922 yılında şehri terk etmek zorunda kalırlar.
Ülkelerine geri dönerler ve küçük bir kaleyi andıran Huber Köşkü, dönemin Maliye Nazırı hem hukukçu hem de iktisatçı olan Necmeddin Molla tarafından satın alınır.
Köşk, daha sonraki yıllarda ise, Kavalalı Mehmet Ali Paşa soyundan gelen Mısır Prensesi Kadriye Sultan ve eşi Mahmut Paşa’ya satılır.
Ancak, Prenses Kadriye, burada uzun süre oturamaz.
Çünkü, boğazın nemli havası, sağlığına dokunur ve bunlar, 1928 yılına kadar burada otururlar.
Bu sürede: ana binaya bazı eklemeler yapılır ve bunlarda; özellikle İtalyan mimar Raimondo D’Aranco’nun katkıları olur.
Bunun sonucunda, köşkte, günümüzdeki anıtsal görünüm ve eşsiz perspektif ortaya çıkar.
Evet, Prenses Kadriye, 1928 yılında burayı terk eder.
Sonrasında, köşk Fransız Katolik Lisesi “Notre Dame de Sion Okulu”na kiralanır ve bu durum 1970 yılına kadar devam eder.
Okul ve rahibeler tarafından yazlık konut olarak kullanılan köşkün tapusu: 1932 yılında rahibe Therese Clement ve Marie Aimeme Odent’e geçer.
Çünkü, Mısır’a dönen Prenses Kadriye ve rahibeler ile yapılan anlaşma sonucunda, köşk, değerinin çok altında bir fiyatla rahibelere satılır.
Sonrasında, bu kişilerin varisleri tarafından, köşk ve arazisi, 1973 yılında Boğaziçi İnşaat ve Turizm Şirketine satılır.
Ardından, 1985 yılında bölge kamulaştırılır, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğine tahsis edilir.
Yapı: 1907 yılında Mısır’ın son Hidivi (Osmanlı döneminde Mısır Valisine Hidiv deniliyordu) Abbas Hilmi Paşa tarafından İtalyan mimar Delfo Seminati’ye yaptırılmıştır.
Aslında Hilmi Paşa, annesiyle birlikte Bebek Sahilindeki yalıda yaşamaktadır.
Ancak, Avustralyalı bir kadınla evlenir ve annesi, bu evliliği ve gelini kabul etmez.
Bunun üzerine, Hilmi Paşa, Anadolu yakasına geçer ve Çubuklu’da bu yalıyı yaptırır.
Yeni hanımı ile birlikte, bu kasra yerleşirler.
Hilmi Paşa, Boğazı ve mehtabı seyrederken kahve içmek için yapıya bir rasat kulesi eklettirir.
Bugün 152 basamaklı bir merdivenle çıkılan bu kule, aslında daha yüksek olacakmış.
Ancak Sultan II Abdülmecit izin vermez ve sebep olarak şöyle der “İstanbul semalarında, minareden daha yüksek bir yapı görmek istemiyorum”
Hilmi Paşa, Mısır’daki Hidiv görevini kaybedince, 1940’lı yıllarda yabancılara uygulanan “Varlık Vergisi” nedeniyle, borçlarına karşılık, bu saray yavrusu yalıyı Vali Muhittin Üstündağ’a satar ve Türkiye’yi terk eden, İsviçre’ye yerleşir ve orada ölür.
Evet gelelim binanın başlıca özelliklerine:
Binanın giriş holünde tarihi asansör bulunur. Bu asansör, İstanbul şehrinde elektrikle kullanılan ilk asansördür ve günümüzde kullanılmaya devam eder.
Osmanlı topraklarında, elektriğin henüz kullanılmadığı dönemde, Abbas Hilmi Paşa, Sultan Abdülhamit’ten aldığı izinle, itfaiyenin bulunduğu yerde bir jeneratör tesisatı kurdurur ve buradan sağladığı elektrikle, hem yapının hem de Çubuklu camisinin aydınlatılmasını ve asansörün elektriğini sağlar.
Yatırın ne zamandan beri burada olduğu bilinmez.
Çeşitli söylentiler vardır.
Ancak tahminlere göre, Bizans’tan önceki dönemden kalmadır.
Çünkü aynı tepe üstünde, muhtemelen “Zeus” a adanmış, antik bir tapınak izlerine rastlanmıştır.
Muhtemelen Bizans’ın altın çağlarında, İmparator I Justianus döneminde, bu antik tapınak kalıntıları üstüne “Aziz Misel” gömülmüş ve mezarın üstüne bir kilise yapıldığı tahmin edilmektedir.
İstanbul’un fethinden sonra ise, burada bulunan mezar yeniden düzenlenmiştir.
Evet “Yuşa” nın gerçek adı “Yesu” dur.
Hz Musa’nın yeğenidir ve Tevrat’da adı geçen bir Yahudi Peygamberidir.
Ancak, tarihçilere göre, burada yatan Yuşa Hazretlerinin, Tevrat’da adı geçen Yuşa ile ilgili yoktur.
Çünkü burada yatan kişinin Hıristiyan bir din adamı veya Müslüman bir şeyh olduğu ileri sürülmektedir.
Osmanlı döneminde, eski kayıt defterlerine göre, burada 17551757 yılları arasında “28 Çelebizade Mehmet Sait Efendi” nin Sadrazamlığı döneminde, inşa edilen bir tekke vardır.
Ancak bu tekke, yangında yok olmuş ve Sultan Abdülaziz döneminde yeni bir mescit inşa edilmiştir.
Mezar, 17 metrelik boyu ile dikkat çeker.
Ancak, muhtemelen burada yatan ermiş kişinin, tam olarak nerede gömüldüğünün bilinmemesi için mezar büyük düzenlenmiştir.
Bir diğer görüşe göre ise, bir saygı göstergesi olarak, kabrin boyutlarının büyük düzenlendiğidir.