İnşallah, Maşallah, Bakalım

İnşallah, Maşallah, Bakalım

tarihinizinde-istanbul-1

Osmanlıların ve İran’ın güneyden Rusları sıkıştırmasını isteyen Fransız İmparatoru Napolyon: en güvendiği adamlarından birisi olan ve aynı zamanda çok yakın arkadaşı olan Korsikalı General Horace Sebastiani’yi, elçi olarak İstanbul’a gönderir. General Sebastiani: Napolyon Bonapart’ın ordularında generallik yapmış, daha sonra ise Louis Philippe döneminde 1830-1832 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı yapmış bir Fransız Mareşalidir.

Fransız general: İstanbul’da çok iyi karşılanır ve özel bir yakınlık görür. Hatta: Hıristiyan elçilerinin, Padişahın huzuruna kılıçlarıyla kabul edilmemesi gibi bir gelenek varken, Sebastiani, kılıcıyla birlikte Sultan’ın yanına girebilen ilk Avrupalı elçi olur.

Sultan III. Selim: Fransa ve Napolyon’un desteğiyle: orduyu modernleştirmek ve güçlendirmek istemektedir. Çünkü Rusya ve İngiltere gibi güçlü düşmanlar vardır. Fransızlar, 1801 yılında Danimarka’ya yönelik bir İngiliz donanması saldırısında, toplarla saldırıyı def etmişlerdir. Aynı durum: İstanbul için de uygulanabilirdi. Çünkü İngilizler, Çanakkale boğazını geçip Topkapı Sarayı önlerine geldiklerinde, Sultan III. Selim’i dize getireceklerine inanıyorlardı. O dönemin İstanbul’da bulunan İngiliz Büyükelçisi de, bu yönde ülkesine raporlar göndermişti.

Bunun üzerine, Amiral Duckword idaresindeki İngiliz donanması savaş gemileri, İstanbul’a doğru yola çıktıklarında, büyükelçileri Arbuthnot’da, 25 Ocak 1807 tarihinde, Osmanlı yönetimine bir ültimatom vererek; İngiltere Türkiye ittifakının yenilenmesini, Çanakkale boğazı kalelerinin İngilizlere teslimini ve Fransız Elçisi Sebastiani’nin ülkesine geri gönderilmesini istedi.

İngilizlerin verdiği bu ültimatom, Osmanlı Divanında görüşülür ve Sultan III. Selim, bu tehlikenin barış yoluyla halledilmesini ister. Divandan İshak Bey: Fransız elçiliğine gönderilir ve İshak Bey “Osmanlı Devletinin kendisini savunma durumunda olmadığını ve İngiltere’nin Fransız elçiyi, Osmanlı-Rus savaşının sebebi olarak gördüğünü” bildirir.

Fransız elçinin, buna tepkisi o günün şartlarını belirten ve tam bir ders verir mahiyettedir. “ Böyle 5-10 gemiye başkenti teslim etmek ne demektir? Bundan sonra Osmanlı devleti, bağımsızlığından ve toprak bütünlüğünden ne yüzle söz edebilecektir? Bu donanmada, asker yok ki karaya çıkıp ta memleketi zapt etsin. Sadece Sarayburnu’na yeteri kadar top yerleştirirseniz, bu donanmayı harap edersiniz. Tehlike, onlar için söz konusu. Hem sizin ateşinizden hem de uygunsuz bir rüzgarlar karaya vurmaktan korkarlar. Rüzgar elverse ve sizin toplarınız da hiçbir işe yaramasa bile, yapabilecekleri nihayet İstanbul’un bir-iki mahallesini topa tutup yakmaktan ibaret kalacaktır. İstanbul’da ikide bir yangın çıkıyor. Farzedelim ki, yine böyle bir yangın oldu, 1-2 mahalle kül oldu. Yanan yerler yapılır ama bir kere yıkılan devlet itibarı bir daha onarılabilirmi?

Osmanlılar, bunu kabul etmediler. Hatta İngiltere büyükelçisi Arbuthnot: İstanbul’da istenmeyen adam haline geldi. 19 Şubat 1807 tarihinde, İngiliz Kraliyet Donanmasına ait 11 gemi, Çanakkale Boğazından ilk kez geçerek, İstanbul’a doğru hareket ettiler. Çanakkale boğazının savunma mevzileri, gemilere top atışı yapmasına rağmen, her hangi bir zarar veremediler. İngiliz Amiral Duckwood’un küçük filosu, Çanakkale boğazı ve ardından Marmarayı geçmesine rağmen, Boğaza girip Topkapı Sarayını tehdit eder pozisyon alamadı. Çünkü: Karadeniz’den esen güçlü rüzgarlar ve şiddetli akıntı, İngiliz gemilerinin istediği yerde demirlemesine imkan vermedi. Zorunlu olarak ancak Büyükada önlerinde demirlediler. Ama İstanbul’a 10 km uzaklıktaki bu mevkiden, bir tehdit unsuru olamadılar.

İngiliz gemilerinin kıyıya kadar sokulamaması üzerine, şehirde savunma önlemleri alındı. Amiral Duckworth, 22 Şubat günü gemilere İstanbul şehrini bombalama emrini verdi. Ancak şehre fazla sokulamadıklarından bunun etkili olmayacağını anladı ve emrini geri aldı. Sonunda İngiltere gemileri, Şubat ayının son günü, İstanbul’dan ayrılarak Marmara’ya açıldı.

Tüm bu olayların ardından, General Sebastiani: Sultan III. Selim’e: Türklerin en büyük düşmanlarını tarif ederken, şu sözleri söylemiştir “ Sizin İngiltere ve Rusya’dan çok daha güçlü düşmanlarınız var ki, bunlar “İnşallah”, “maşallah” ve “bakalım” dır.” 1807 yılında, yani günümüzden yıllarca önce, bir Fransız generalinin bizi anlatan bu sözleri, takip eden dönemlerde de bolca kullanılmaktadır. Her türlü sorunun üstesinden gelmek için: inşallah, maşallah ve bakalım kelimeleri sık sık kullanılmaktamıdır?

 

Aranan kelimeler:

13 Aralık 2016
bosluk

Ankara Savaşı

Ankara Savaşı

Bir gün: Çankırı-Ankara yolunda ilerlerken, Akyurt üzerinden değil de, Çubuk-Esenboğa üzerinden döndüğümde: burası nispeten yüksek olduğundan, ileride, büyük bir açıklık gördüm. Burası: Ankara yöresinde, günümüzdeki “Kızılay” meydanından sonra, en düzgün yer olarak öne çıkıyor. Ama, aynı zamanda; Ortaçağ döneminin en kanlı savaşlarından birinin yapılmış olması, “Çubuk Ovası” olarak bilinen bu düzlüğün önemini daha da ortaya koyuyor. İlginç bir savaş. Birçok yönden ilginç. Ancak, yazı biraz uzun gelebilir. İnanın, mümkün olduğunca, ana hatları ve ilginç hususları yazmaya çalıştım.

Bu yüzden: inceledim, sizlerin de, bu ülkenin birer insanı olarak, bu ilginç özellikleri olan savaş hakkında kısa bilgi sahibi olmanız için, kısa bir savaş hikayesi yazmak istedim. Buyurun, öncesi, gelişimi ve sonrasıyla, birçok ilginçlikleri bünyesinde barındıran, bir savaş hikayesi.

Özellikle: Timur’un, Orta Asya Semerkant’tan kalkıp, Ankara önlerine ve hatta savaşın ardından, İzmir’e kadar gelmesinin anlamı ne olabilirdi? Veya, ordusunu hıristiyan Sırp askerleriyle güçlendiren Yıldırım Beyazıt: Anadolu topraklarında, neden Türkmen katliamına girişmiştir?

Yıl; 1400. Osmanlılar, gittikçe güçlenmekte ve büyümektedir. 1396 yılında, Tuna nehri üzerinde bulunan Niğbolu kalesi yakınlarında yapılan; Niğbolu Savaşı. Büyük bir haçlı ordusu, Osmanlı ordusu tarafından yenilgiye uğratılır. Balkanlar: tamamen, Osmanlının egemenliğine girer. Söylediğim gibi; gittikçe büyüyen, güçlenen ve gelişen bir imparatorluk. Macaristan içlerine kadar girerek, pek çok ganimet getiren Osmanlı akıncıları. En önemli sonuç: Balkanlarda Osmanlıları yenmenin mümkün olmadığı inancının yerleşmesi.

Ancak: batı’daki bu ilerleme, doğuda, yani Anadolu topraklarında görülmemektedir. Çünkü: Anadolu toprakları, ayrı Beylikler tarafından yönetilmektedir. Yani, birlik-beraberlik yok. Osmanlı padişahı Yıldırım Beyazıt: bu beyliklerin ortadan kaldırılarak, Anadolu’nun tamamen Osmanlı hakimiyetine girmesini düşünmek ve istemektedir. Böylece: İmparatorluk, Anadolu toprakları üzerinde de etkinleşecek, daha sonraki hamleler için sağlam bir zemin oluşturulacaktır.

Aynı dönemde: doğu, çok mu uzak, uzak olsa da, ulaşım olanakları çok yeterli olmasa da, Orta Asya bölgesinde, yine güçlü bir Türk ve Müslüman devleti, güçlü bir imparator ki adı Timur, güçlü bir ordu oluşturmuş, bölgede büyük bir güç olarak, çevrenin korkulu rüyası haline gelmiştir. Timur’un kurduğu devlet : Türkistan ve İran toprakları üzerinde yerleşmiş, batı sınırları, Anadolu topraklarına kadar dayanmıştı. Ancak: Anadolu’dan öte, Timur için, Çin önemliydi ve Çin üzerine hareket etmek, en büyük düşüydü.

Ama, bu arada: bu büyük güç; Altınordu/İlhanlı yani yine bir Türk devletini yıkıp, tarihten silerek; günümüze kadar ulaşan, Rusya’nın ortadan kalkmasını engellemiştir. Çünkü: aynı yıllarda, Ruslar, Moskoflar diye anılıp, İlhanlılara vergi veren küçük bir topluluktur.

SAVAŞ ÖNCESİ:

Yıldırım Beyazıt: Anadolu topraklarına girer: daha önce de söylediğim gibi, Anadolu’da birliği sağlamak üzere: Aydın, Menteşe, Karaman ve İsfendiyaroğulları Beyliklerine son verir. Bu beyliklerin başındaki Beyler ise, kaçarak Timur’a sığınırlar.

Timur: Karakoyunlu Beyliği ve Tebriz Hükümdarlığına son verir ve topraklarını ele geçirir. Karakoyunlu Beyi Kara Yusuf ve Tebriz Hükümdarı Ahmet Bey; kaçarak, Yıldırım Beyazıt’a sığınırlar.

Her iki tarafta, kendilerine sığınan ve egemenlikleri sona ermiş bey ve hükümdarlar tarafından, diğer taraf hakkında anlatılan, inanılmaz yalanlarla doldurulurlar. Yıldırım Beyazıt ve Timur arasında: mektuplaşma sürer. Bu mektuplarda: her ne kadar birbirine muhteşem hakaretler eden iki hükümdar ortaya çıksa da, bazı tarihçiler tarafından, bu tür mektuplaşmaların olmadığı, her iki hükümdarın birbirine gayet saygılı hitap ettiklerini yazmaktadırlar. Hatta, karşılıklı hakaret içeren mektupların: gerek kendilerine sığınan beyler tarafından ve gerekse kendi düşmanları tarafından (Bizans ve Çin) hazırlanan entrikalar sonucu ortaya atıldığı da söylenmektedir. Bu yazdıklarımın temelinde: 1398 yılından sonra, Timur ile ilişkilerini sürdüren Hıristiyan devletleri, özellikle Niğbolu Savaşının intikamını almak için, Timur’dan yararlanmayı düşünmüşlerdir. Özellikle: Yıldırım Beyazıt tarafından kuşatılan İstanbul’daki Bizans imparatoru II. Manuel, Timur’a elçiler göndererek, “Timur’un egemenliğini tanıdığını ve kendisine haraç ödemeye hazır olduğunu” bildirir.

Hatta: Timur; en büyük düşmanı olarak gördüğü Çin üzerine harekat yapmak varken, Anadolu üzerine ve Osmanlı topraklarına yönelme fikrini ortaya atınca: ordusunun komutanları: Anadolu’ya yapılacak bir harekatın kendileri için ağır olacağını, esas düşman olan Çin üzerine yürünmesi gerektiğinde ısrar ederler. Ancak: Timur; Anadolu istikametine yürümeyi kafasına koyduğu için: Yıldırım Beyazıt’tan, mektuplarda, yerine getirilemez isteklerde bulunarak ve Yıldırım Beyazıt tarafından yapıldığı öne sürülen “hakaretleri” gündeme getirerek, bir anlamda, savaşın kaçınılmaz hale gelmesini sağlamıştır.

Söylediğim gibi: her ne kadar, bazı tarihçiler tarafından, bu mektuplardaki karşılıklı hakaret içeren tutumların, sahte mektuplar yazılarak geliştirildiği söylense de, bir yandan da, Yıldırım Beyazıt’ın, cesur ve sabırsız, konuştuğu zaman kendini kaybeden bir yapıda olması, bu mektuplarda yazılanlar hakkında, bizleri kararsız bırakmaktadır.

Evet, tüm bu mektuplaşmalar; her iki hükümdarın kendi aralarında bir anlaşma sağlanmasına yetmez ve savaş kaçınılmaz olur.

Timur: 1400 yılında; Gürcistan’da, İran ve Türkmenistan kavimlerinden, büyük bir ordu oluşturur ve Anadolu içlerine doğru harekete geçer. Erzincan, Kemah ve Sivas üzerinden ilerler, geçtiği yerleri ele geçirir, yakıp-yıkar. Özellikle: Sivas şehrinde, sıkıntılar yaşanır. Timur; uzun süre kuşatıp alamadığı şehri ele geçirmek için, bazı vaatlerde bulunur, şehri teslim alır. Ancak, vaatlerini tutmaz ve şehirde büyük katliam yapar. Böylece: Anadolu halkının dayanma gücünü kırmak ve Yıldırım Beyazıt’ı tahrik ederek, üzerine gelmesini sağlamak istemektedir. Çünkü: Niğbolu savaşında, büyük haçlı ordusunu yenen Yıldırım Beyazıt’tan çekinmektedir. Ama: bir yandan da, “İslam Dünyası”nın hamisi olduğu iddiasıyla, Hıristiyan devletlere elçiler göndermektedir.

Yıldırım Beyazıt: İstanbul kuşatmasını kaldırır ve Bursa’da, büyük bir ordu toplar. Evet: Yıldırım Beyazıt’ın Timur tehlikesi nedeniyle, İstanbul kuşatmasını kaldırmış olması: elbette, Bizanslıların rahat etmesini sağlar. Yani: her iki hükümdar arasında ortaya çıktığı söylenen çatışmaların temelinde: düşünüldüğünde, Bizans’ın bulunduğu olasılığı bile gündeme gelebilmektedir. Sonuçta: iki Türk ve Müslüman hükümdar ve güçleri, birbirini kıracak bir çatışmaya doğru süratle sürüklenmektedirler. Timur; Çinlileri, Yıldırım Beyazıt ise, Bizanslıları unutmuştur.

Timur: Sivas şehrinin müdafaasında yaşadıklarını düşünerek, Anadolu’nun diğer şehirlerinde de aynı sıkıntıyı yaşamamak için: Batı Anadolu’ya ilerlemekten vazgeçer ve yukarıda da söz ettiğim gibi, Yıldırım Beyazıt’ın kendi üzerine gelmesini beklemeyi tercih ederek, Suriye üzerine yönelir. Antep, Halep ve Şam şehirlerini ele geçirir.

Bu sırada: Yıldırım Beyazıt: Kayseri’ye ulaşır. Ancak: Timur, yaptığı çatışmalar sonucu ordusunun yıpranmış olmasını düşünerek, Kayseri bölgesine değil, Bağdat istikametine yönelir.

Yıldırım Beyazıt ise: Timur tarafından ele geçirilen, Erzincan şehrine yönelir ve burayı ele geçirir. Şehrin hükümdarı Muttaharten’i esir alır. Kemah ve Sivas, yeniden Osmanlılar tarafından ele geçirilir ve ordu Bursa’ya döner.

Timur: Bağdat şehrini ele geçirir ve Irak bölgesini tamamen işgal ettikten sonra, Azerbaycan bölgesine döner, burada, bütün kuvvetlerini toplamaya başlar. Hazırlıkları tamamlanınca: Timur ve ordusu: Kırşehir üzerinden hızla gelerek, Ankara kalesini kuşatır. Kale koruyucusu Yakup Bey, muhteşem bir mücadele vererek, kaleyi korur. Timur ordusu: Osmanlı ordusunun geldiğini duyunca: Kayseri bölgesine yönelir. Timur, yine, Yıldırım Beyazıt’ın ordusunu, kendisine çekmek istemektedir.

Bu sırada: Osmanlı ordusu, Bursa’dan yola çıkarak, Ankara önlerine gelir. Timur ordusunun burada olmadığı öğrenince, Kızılırmak nehrini geçerek, Artova-Akdağmadeni bölgesinde toplanırlar. Yıldırım Beyazıt; kendi ordusunda piyade askeri çok olduğundan, savaşı, dağlık bölgede yapmak istemektedir. Ancak: Timur, ordusuyla birlikte, yeniden Ankara önlerine gelir ve Yıldırım Beyazıt’ın geleceğini düşündüğü yolu kapatarak, beklemeye başlar.

Ancak: Osmanlı ordusu, Tokat üzerinden hareketle, Timur’un hiç beklemediği bir yoldan, bölgeye gelir ve yerleşir. Hatta: Yıldırım Beyazıt; bölgeye geldiğinde, Timur ordusunun başka yönde yerleştiğini görmesine rağmen; mertlik adına, bir gece geride kalır ve bunun üzerine, Timur ve ordusu; Yıldırım Beyazıt’ın ordusu karşısında mevzilenir. Ancak: bu arada; Osmanlı ordusu, bölgede sürekli hareket halinde bulunması nedeniyle yorulmuş, bölgedeki tüm su kaynakları Timur ordusu tarafından imha edildiğinden (hatta bir nehrin yatağının bile değiştirildiği söylenmektedir) yaz sıcaklarında, büyük susuzluk çekmektedirler. Her iki ordu: Çubuk ovasında; karşı karşıya gelirler. Ancak, biraz önce söylediğim gibi, Timur ordusu dinç, Yıldırım Beyazıt ordusu ise, yorgundur.

SAVAŞIN GELİŞİMİ:

Ankara önlerinde, her iki ordu yerleştiğinde: güç dengeleri şöyleydi:

Osmanlı ordusu: 70.000 kişilik bir askeri güç olarak öne çıkıyordu. Ancak: bu gücün, yaklaşık 20 000 kişilik bölümü, tamamen zırhlı, kayınbiraderi Sırp prensi Stefan ve Sırp askerlerinden yani Hıristiyan askerlerinden oluşuyordu. Bu ilginç durum, Beyazıt tarafından bilinçli olarak oluşturulmuştu. Çünkü: Osmanlı askeri; karşısındaki askeri gücün Müslüman ve Türk olduğunu biliyor ve bu yüzden isteksiz davranıyordu.

Timur ordusu: 160.000 kişilik askeri bir güç ve 32 filden oluşan, yörede bilinmeyen değişik bir güç. Ancak: orduda, gayri Türk unsur yoktu.

Osmanlı ordusu: merkezde: Yıldırım Beyazıt ve Vezir ile şehzadeler: Mustafa, Musa ve İsa Çelebiler. Sağ kolda: Anadolu kuvvetleri, Kara Tatarlar ve onların sağında okçular vardı. Solda: Rumeli yani Sırp birlikleri, askerleri bulunuyordu. İhtiyatta ise: Amasya Sancakbeyi Şehzade Mehmet Çelebi’nin güçleri yerleştirilmişti.

Timur ordusu: merkezde: Timur, bizzat kendisi bulunuyordu. Sağ kolda: iki oğlu, Miranşah ve Emirzade Mehmet ve bunların askerleri vardı. Sol kolda: Timur’un diğer iki oğlu ve askerleri yerleştirilmişti.

28 Temmuz 1402 günü: sabahı, savaş; Timur ordusunun saldırısı ile başladı. Ancak: başlangıçta, Osmanlı güçleri üstün göründüler. Timur ordusunun önünde bulunan okçular, Osmanlı süvarilerini okları ile etkisiz hale getirmeye çalıştılar ve geri çekildiler. Bu geri çekilme üzerine, Osmanlı ordusu, ileri atıldı ve Timur ordusunun bozguna uğradığını düşünerek, geri çekilen Timur ordusu güçlerini kovalamaya başladılar. Ancak: Timur ordusunun bu bilinçli hareketi sonucu, bir süre sonra, Osmanlı ordusu, Timur ordusu tarafından, ay şeklinde, kuşatma altına alındı.

Bunun üzerine: Osmanlı ordusunun sağ tarafında bulunan: Kara Tatarlar (bunlar sonradan Türkleştirilmiş Moğollardır) aniden, Timur ordusu tarafına geçerek, Osmanlı askerlerine saldırdılar. Çünkü: Timur; savaştan önce, Anadolu’da bulunan “Tatar Beyleri”ne mektuplar göndererek: “Aynı soydan olduklarını, zamanında, Tatarların Anadolu’da egemen olduklarını, Türkmenlerin Tatarların kölesi olduğunu yazar. Osmanoğlu aradan kalkarsa, kendilerini Anadolu’da yeniden egemen yapacağını söyler ve Tatarların bir savaş durumunda, kendi saflarına katılmalarını” söyler.

Kara Tatarların bu ani taraf değiştirmeleri üzerine; buradaki tımarlı sipahiler, üstün gayret göstererek, mevzilerin yarılmasını engellediler. Ancak: bu sırada: Timur ordusu saflarında bulunan, Anadolu Türk Beyleri, sancak açtılar ve Osmanlı ordusundaki, Türk Beyliklerinden derlenen askerler de, bu sefer, Timur ordusu saflarına katıldılar.

Bu arada: hiç fil görmemiş, Osmanlı askerleri ve atları; aniden karşılarına çıkan ve hiç tanımadıkları bu güç karşısında; ürktüler. Hatta: fillerin, Timur ordusunda, Esenboğa isimli bir komutanın emrinde bulunduğu söylenir. Esenboğa isimli bu komutanın emrindeki filler, bugünkü esenboğanın bulunduğu yerde, sislerin arasından çıkıp, Osmanlı askerlerine saldırırlar. Düşününce, buranın yani Esenboğa bölgesinin günümüzde de, yoğun olarak sisli bir yer olduğunu biliyoruz. Ama, buraya yani yoğun sisli bir yere, havaalanı yapılmasını anlamak mümkünmü?

Tam bir bozgun. Osmanlı ordusunun: hem sağ ve hem de sol kanatları çöktü. Bunun üzerine; her iki kanatta bulunan Osmanlı güçleri: kuvvetlerini toparlayarak geri çekilmeye başladılar. Yıldırım Beyazıt ise; özellikle kendisini kaçırmak üzere merkez bölgesine gelen Sırp askerlerinin tüm uyarılarına rağmen, savaş alanını terk etmek istemedi. Merkezden; yanındaki 3000 askerle, doğrudan Timur ordusunun merkezine saldırarak, Timur’u öldürmeyi ve böylece savaşı kazanmayı düşündü. Ancak: Timur, üzerine doğru gelen, Yıldırım Beyazıt’ın sağ olarak yakalanması emrini verdi ve Timur askerleri, Yıldırım Beyazıt’ı, üzerine ağ atarak, sağ yakaladılar.

Evet; Ankara savaşı, toplam 14 saat sürdü.

SAVAŞIN SONUNDA:

Savaşın sonunda: yukarıda da söz ettiğim gibi, Yıldırım Beyazıt, Timur’un askerleri tarafından sağ olarak yakalanır. Böylece: Osmanlı imparatorluğu tarihinde, ilk ve son kez, bir padişah, savaş alanında sağ olarak, düşman eline geçer.

Yıldırım Beyazıt: Timur tarafından: önce gayet güzel şartlarda karşılanır. Taşkent’e götürülür. Yanında: karısı Sırp prensinin kardeşi Despina Lazareviç’de bulunmaktadır. Önceleri: şehirde, bir konakta serbestçe ve birlikte yaşayan, Yıldırım Beyazıt ve karısı, bir süre sonra, ayrılırlar. Timur, çatışma öncesi yazışmalardaki hakaretlerde geçtiği gibi, Beyazıt’ın karısını kendi haremine sokar. Hatta: Yıldırım Beyazıt’a hitaben “İşte bu kadın yüzünden, Türklere kıydın ve bu hallere düştün” diye hitap eder. Bunun dışında: Yıldırım Beyazıt’ın, kafes içinde, Anadolu’da gezdirildiği de söylenmektedir.

Bunlara dayanamayan: Yıldırım Beyazıt, bir kısım tarihçi tarafından nefes darlığından ve başka bir kısım tarihçi tarafından ise, yüzüğündeki zehri içerek intihar eder ve 44 yaşında, esir düştükten 8 ay sonda: Akşehir’de iken ölür.

STRATEJİK SONUÇLAR:

1. Anadolu topraklarında, İki Müslüman ve Altay Türkü kökenli hükümdar: kendine sığınan beylerin ve Hıristiyan ülke liderlerinin olmadık şeyler söyleyip, aralarını açmaları sonucu, büyük bir savaşa tutuşmuşlar ve Ortaçağ’ın bu en büyük ve kanlı savaşında, 200.000 Türk ölmüştür. Timur: Moğol değildir. Günümüzdeki Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 Türk devletinden birisi de, Timurlar devletidir.

2. Yıldırım Beyazıt: Anadolu topraklarındaki Türkmenleri telef etmek için; Hıristiyan Sırp askeri güçlerinden yararlanmıştır ki, bu tutumu anlaşılır gibi değildir.

3. Sırplar; her ne kadar Osmanlı güçlerine, Timur ile ilgili savaşta yardım etmiş olsalar da, bu durum, Sırpları hiçbir zaman tarihimiz açısından olumlu göstermez. Çünkü: yakın geçmişte, Balkanlarda, Müslüman Bosnalılara karşı kıyım uygulayan Sırplar, 600 yıl önce de, Osmanlılarla birlikte de olsa, Anadolu topraklarında, yine Müslüman ve Türk katliamı yapmışlardır.

4. Savaş sonunda:

a. Anadolu Türk birliği parçalanmıştır.

b. Bizans ve İstanbul’un fethi: 50 yıl sonraya kalmıştır. Yıldırım Beyazıt tarafından, bu dönemde İstanbul alınmış olsaydı, büyük olasılıkla, Fatih Sultan Mehmet tarafından, Viyana ve Vatikan ele geçirilebilirdi.

c. Osmanlı devletinin gelişimi, bu savaşın kaybedilmesi sonucu, 50 yıl sonraya kalmıştır.

d. Timur ve ordusu her ne kadar bu savaşı kazanmış olsa da, takip eden dönemde büyük bir devlet kurmayı başaramamışlardır. Halbuki bu savaşı kaybeden Osmanlılar, takip eden dönemde, çok daha büyük bir devlet kurmuşlar ve askeri güç haline gelmişlerdir.

e. Timur: Yıldırım Beyazıt’ın isteği üzerine, Tatarları, Anadolu’dan sürgüne gönderir.

f. Timur: İzmir şehrine kadar ilerler ve buradaki Hıristiyanları, şehirden atar. Anadolu Beylerine, topraklarını geri verir. Anadolu’daki Osmanlı varlığını tamamen yok etmez. Çünkü: söylenenlere göre, buna “Şeyh Bedrettin” engel olmuştur. Timur: Hint ve Çin diyarlarını ele geçirmek üzere, Doğu’ya yönelir.

g. Savaş esnasında: Türkmenlerin, Anadolu Beyleri tarafından bayrak açılması üzerine, Osmanlı ordusunu terk ederek, Timur ordusuna katılmaları sonucu: Sırp prensi, “Türkler bize ihanet etti, yurdumuza dönelim” şeklinde, Yıldırım Beyazıt’a teklifte bulunduğu ve ancak, bu teklifin kabul edilmediği söylenir.

h. Osmanlılar: savaş sonunda, Anadolu’daki tüm topraklarını kaybetmiş olmalarına rağmen, Balkanlarda bir tek taş dahi kaybetmezler. Bu yüzden: imparatorluk tarihi boyunca, Türk unsurlara güven sarsılır ve bunun sonucunda, devlet yönetiminde, Türk unsurlara çok az yer verirler.

i. Timur’un, Yıldırım Beyazıt’ın karısına karşı olan tutumu nedeniyle: takip eden dönemlerde, Osmanlı padişahları, kadınlarıyla evlenme alışkanlıklarından vazgeçerler ve evlenmezler.

Aranan kelimeler:

21 Ekim 2010
bosluk

Osmanlı Tarihi, Piri Reis Haritası

Osmanlı Tarihi, Piri Reis Haritası

Evet; Piri Reis haritası, 1929 yılında, Topkapı Sarayında bir raslantı sonucu bulunuyor. Aslında, 16 parça ama, yanlızca 1 parçası bulunuyor, gerisi hala kayıp. Bulunmasına bulunmuş ama daha sonra, haritayı gören ve inceleyenler, bu haritanın bu ölçüde muhteşem çizilmesinin arkasındaki sır perdesini defalarca aralamışlar ve her defasında, sayısız spekülasyonlar üretilmiş. Öyleki; uzaylılardan, cinlere, kuşlara kadar, haritanın çizimine yardımcı olunduğu hakkında teoriler üretilmiş. Neyse; gerçek olan tek şey şu ki, bu harita, gerek çizildiği anda ve gerekse bugün, geriye dönüp bakıldığında, nasıl çizildiği konusunda hiçbir fikir yürütülemeyen muhteşemlikte bir harita.
Kim çizmiş, Piri Reis kimdir, nasıl çizmiş, haritada neler var, isterseniz gelin bunları kısa kısa inceleyelim.

PİRİ REİS KİMDİR:
Asıl adı: Muhiddin. 1470 yılında, Karaman’da doğmuş. Amcası Kemal Reisin yanında, çocukluğundan başlayarak, bütün Akdeniz’de dolaşır. İspanya seferine katılıp, Cebelitarık’a kadar gider. Akdeniz’de görmediği, ayak basmadığı yer kalmaz. Amcasının ölümünden sonra, 1511 yılında, Oruç Reisin kaptanlarından biri olarak, Mısır’a gider. 1513 yılında, Barbaros kardeşlerle birlikte, Kuzey Afrika’ya ayak basar. Cezayir’in işgalinden sonra, Oruç Reis tarafından, dönemin sultanı, Yavuz Sultan Selim’e gönderilir. Yavuz’dan ” Deniz Albayı ” rütbesini alır. 1533 yılında, Barbaros Hayrettin Paşa, Kaptan-ı Derya olunca, o da Derya Sancak Beyi ünvanını alır. Maalesef, bu büyük coğrafya bilgini; 80 li yaşlarında, idam edilerek öldürülmüştür.

PİRİ REİSİN KİTAB-I BUHRİYYE (DENİZCİLİK KİTABI):
Piri Reis; 14 ncü yüzyılda, en büyük coğrafya bilgini olarak kabul edilmektedir. Büyük eseri, Kitab-ı Buhriyye’yi; yüzlerce harita ve krokiyle zenginleştirmiştir. Bu kitabında: Akdeniz’in bütün sahillerini, adaları, limanları ve kıyılarıyla birlikte tek tek ela almış, bu yerlerin meteorolojisini, iklim ve bitki örtüsü özelliklerini, büyük doğruluk ile kaydetmiştir. 1521 yılında tamamladığı, 4 ciltlik eserini ( her cilt 2000 sayfa) bazı düzeltmeler yaptıktan sonra, 1525 yılında Kanuni Sultan Süleyman’a sunmuştur. Eserde: Amerika kıtasının keşfinden bahsedilmekte ve dünyanın küre şeklinde olduğu açıkca belirtilmektedir. Eserin aslı: Topkapı Sarayındadır.
Piri Reis, kitabını; Çanakkale Geliboluda Kilitbahir kalesinde yazmıştır. Ve hatta, bugün bile; Gelibolu’da gerek Kilitbahir ve gerekse Çimenli kalelerinin mahzenlerinde, Piri Reis’in haritasının eksik bölümlerinin saklı olduğuna inanılıyor. Hatta; sırf harita değil, Piri Reis’in hazinesinin bile bulunduğu ve yine bu mekanlarda olduğu rivayet edilmekte. Çünkü: Piri Reis’in, son seferinde, üç gemi hazinesinin bulunduğu da, rivayet edilenler arasında. Bu hazinenin ise, Piri Reis’in, idamından önceki bir yıllık süreçte, adeta ofis gibi kullandığı Kilitbahir’de olabileceğini ihtimal verenler çok fazla. Çünkü: Piri Reis, Osmanlı Devletinde donanma komutanlığına davet aldığında, ganimetlerin kendisine, toprak ve vilayet yönetimlerinin ise Devlet-i Aliye’ye bağlanacağı konusunda anlaşma yapmıştı.

PİRİ REİS HARİTASI:
Harita: deve derisi üzerine çizilmiştir. 9 renkte boyanmış olan harika 86 cm. boyundadır. Üst kısmının genişliği 61 cm., alt kısmında ise 41 cm.dir. Haritada izdüşüm tekniği kullanılmıştır. Bir küre üzerine konulduğunda, haritanın, günümüzdekilerle birebir aynı olduğu görülür. Ancak; çizim için, havadan ölçüm yapılmasının zorunluluğu ortaya atılır. Peki: 500 yıl önce, kim yeryüzünün haritasını yapmak üzere, bir uçak kullanmış olabilir ki? Neyse, haritaya dikkatle bakılırsa, haritanın sağ kısmının, boydan boya kopmuş olduğu göze çarpar. Bugün: bu harita parçasının orjinali: Topkapı Sarayındadır.

PİRİ REİS HARİTASININ İÇERİĞİ:
Evet, haritanın en önemli özelliği: keşfinden yanlızca 21 yıl sonra, Amerika kıtasını: sıradağları ve zirveleriyle, kusursuz olarak çizmesidir. Harita 1513 yılında çizildiği için, bir kısım batılı bilim adamı tarafından, haritanın Cristof Kolomba ait olduğu iddia edilmiştir. Bu iddiaların hiçbir dayanağı yoktur. Çünkü: Kolomb, böyle bir harita çizmiş olsaydı, bunun bir örneğini, mutlaka kendi krallığına verirdi.

Ayrıca: Arjantin’den başlayarak, Güney Amerika kıtasının, Antartika’nın bir uzantısı olduğunu ortaya koymuştur. Cebelitarık boğazı, adeta uzaydan görünür gibi çizilmiştir. Haritaya, 22.5 derece eğim verilmiştir. Dünyanın yuvarlak olduğunu: 16 parçalı harita ile ispatlamıştır. Amerika Uzay Bilim Enstitüsü NASA’nın en son yayınlanan dünya fotoğrafları da, yerkürenin 16 genliğine atıf yaparlar.

Atlas Okyanusundaki adaların çoğu, doğru şekilde çizilmiş ve hatta yıldız koordinatları işlenmiştir. Okyanus rüzgarları, bugünkü hava akımlarıyla örtüşür şekilde haritaya işlenmiştir. Rüzgar alınan yönler bile, gemi maketleriyle şekillendirilmiştir. İlk kez, haritada, hayvan ve bitki figürleri kullanılmıştır. O coğrafyaların özellikleri yazılmıştır.

Ancak, yapılan incelemelerde, denizcilik kitabı ve haritalar üzerindeki yazıların, aynı elden çıkmamış olduğu tespit edilmiş. Eserler, aynı kalemden çıkmış. Ancak, çok önemli bir ayrıntı gizli kalmış. Şöyleki, o giz haritaya ün veren Amerika kıtasının hemen yanıbaşında idi. Haritanın, Güney Amerika’yı gösteren kısmında başlayan metinlerde kullanılan Osmanlıca yazı karekterleri, haritanın diğer kısımlarında ve denizcilik kitabında kullanılan yazılar ile uyumlu değildi. Yani: haritaya, ikinci bir el deymiş, tahrifat yapmış veya bu yazılar sonradan eklenmişti. Bir hattatın anlayabileceği fark, haritanın tahrif edildiğine veya haritaya eklemeler yapıldığını gösteriyor.

Peki; neden, haritanın sol tarafındaki yazılar farklı? İlginç olan şu: bu bölümdeki yazılarda; Avrupa denizcileri ve özellikle Kristof Kolomb övülüyor. Yani: övgü ifadeleri var. Ayrıca, bu eklemelerin bir telaş halinde, buraya eklendiği konusunda yaygın görüşler var. Bu eklentilerin ne zaman ve neden yapıldığı ise meçhul. Gelibolu’da, her iki kalede, Piri Reis’in bu denizcilik kitabını yazarken ve bu haritayı çizerken kullandığı hiçbir malzemenin günümüze intikal etmemesi de, ilginç, sır.

Yani: ortada muhteşem bir başarı var, ama beraberinde birçok sır ile birlikte. Haritanın nasıl çizildiği konusunda yeterli bilgi olmaması, sırlar demetinin ortadan kalkmasını engelliyor.

HARİTADAKİ SIRLAR ÜZERİNE VARSAYIMLAR:
Piri Reis’e geniş yer ayıran, Pravda gazetesi: onun haritaları sonucu, 10 bin yıl önce, Antartika’da insanların yaşadıklarını yazdı. Gazete: Şili kıyıları, And dağları ve Afrika’nın o döneme kadar görülmemiş şekilde ayrıntılı haritasının; Piri Reis’in haritasında yer aldığını belirterek, onun haritasında; keşfinden 300 yıl önce Antartika’nın ve 1958 yılında bulunan takımadaların da var” olduğunu yazdı.

Rus tarihçi Sergey Manukov:” Piri Reis’in 1513 tarihinde çizdiği haritanın benzerini hazırlamanın, ancak dünyanın uydudan çekilmiş fotoğrafları ile mümkün olabileceğini söyler. Rus uzman; aslında, haritanın da, fotoğrafa çok benzediğini, sanki bir uydu aracı, çizimi yapılan bölgenin üzerinde dolaşarak, fotoğraflarını çektiğini düşünür. Özellikle; Güney Yarımkürenin, inanılmaz ayrıntılı olduğunu söyler. Ayrıca; Piri Reis’in, trigonometri bilmeden, böyle bir harita hazırlamasının da olanaksız olduğunu söyler. Halbuki, trigonometri, 18 nci yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır.

Evet, çok popüler bir iddiada şu idi: İsviçre’li yazar Erich Von Daniken, 1968 tarihinde yazdığı ” Tanrıların Arabaları ” kitabında, haritanın uzaylılar tarafından çizildiğini iddia eder.

Belirtmek istediğim son iddia ise, haritanın Peygamber tarafından çizildiği. Rus ve İngiliz bilim adamları, Türk denizcilik tarihinin önemli isimlerinden Piri Reis’in çizdiği haritada yer alan Antartika kıtasında, Milattan önce yaşamış bir uygarlığın izlerini, yaptıkları araştırmalar neticesinde doğrulamışlardır. Akıllara takılan soru, Piri Reis’in 500 yıl önce, bu bilgilere nasıl ulaştığı? Çok eski uygarlıklara ait haritaların, Piri Reis’in eline geçtiği ve bu haritalardan yola çıkarak, kendi haritasını çizdiği öne sürülüyor. Ama; kanıt yok.

Ünlü denizci, kaleme aldığı kitabında, bu kadar ayrıntılı haritayı, Süleyman Peygamberin çizdiğini ve ondan kendisine intikal ettiğini söylüyor. Hazreti Süleyman’ın ise, haritayı kuşlara ve cinlere çizdirdiğini söyleniyor.Çünkü; harita, bundan 500 yıl önce, kuşbakışı olarak çizilmiş. Ancak, Piri Reis, yine kitabında, Süleyman Peygamberden söz ederken, onun yanlızca haritaların piri olduğunu yazar. Evet; giz yani sır yine çözülemiyor.

SONUÇ:
Evet; bu haritalar nasıl çizildi. Yoksa; uzaylılar gelip, Piri Reis’i bir uçan daireye bindirip, dünya üzerinden, bu çizilen yerleri mi gösterdiler? Hayır. Asla, gösterseler bile, bu yerlerin, bu ölçüde hassasiyet ve titizlikle çizilmesi bence mümkün değil. Peki,nasıl? İşte bu sorunun yanıtı sanırım, Gelibolu’da.

Evet, Piri Reis’in sırları, Gelibolu’da saklı. Çünkü: uzun yıllar, bu iki kalede yaşadı. Araç, gereç, gözlem odası, eşya ve eserleri hep bu merkezdeydi. Burası, onun kara kutusudur. Ayrıca, mirasını bırakacağı bir varisi de yoktu.Bu nedenle: bence, gerekli tedbirler alınarak, gerek Kilitbahir ve gerekse Çimenlik kalelerinde, resmi kurumlar tarafından araştırma yapılmalı ve birşeyler elde edilmeye çalışılmalıdır. Böylece, bu büyük coğrafya bilgininin sırlarına belki ulaşılabilir. Hoş, ulaşılamasa da, bu insan, bizim geçmişimizden gelen bir insan, onun yaptığı ve coğrafya bilimine sunduğu bu muhteşemliklere sahip çıkmalıyız. Yoksa; Avrupalı bilim adamları; ürettikleri teorilerle, bu haritaların mahreçleri konusunda yarattıkları spekülasyonlarla, yakın zaman sonra, bu haritalardan Piri Reis’in ismini silerlerse şaşırmayın.

Aranan kelimeler:

27 Mart 2009
bosluk

Osmanlı Tarihi, İlk Türk Filmi

Osmanlı Tarihi, İlk Türk Filmi

14 Kasım 1914 tarihi, Türk Sinemasının doğum tarihi olarak kabul edilir. Çünkü: tarihimizdeki ilk Türk Filmi olan; ” Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı ” isimli, 150 metrelik belgesel filim, bu tarihte, Fuat Uzkınay tarafından çekilmişti. Filme konu olan anıt; halk arasında, 93 harbi olarak bilinen 1877-1978 Osmanlı-Rus savaşı sonrası, Ruslar, İstanbul üzerine yürürken vardıkları en ileri nokta olan Ayastefanos (Yeşilköy)’ta kazandıkları zaferi ölümsüzleştirmek için, 1891 tarihinde dikilmişti. Osmanlının, Birinci Dünya Savaşına katılmasından, üç gün sonra, 14 Kasım 1914 tarihinde anıt yıkıldı. Anıtın yıkılışını, Fuat Uzkınay, filme aldı. Ancak; bu film sonraki yıllarda asla bulunamadı. Bu filimden, herhangi bir kare bile bulunamadı. Hatta; Uzkınay’ın her iki kızı bile, babaları hayatta iken veya daha sonra, bu filmi izleyemediklerini söylediler.

Evet; ilk sinema salonumuzda, Fuat Uzkınay tarafından açıldı. Sirkeci’de, Ali Efendi Sineması.

Bu arada; 1911 yılında, Manaki kardeşlerin çektiği bir filim gündeme gelir. Sultan Reşat’ın; Selanik ve Manastır ziyaretlerine ilişkin bir filim. Bu filimde: Sultan Reşat’ın; Manastıra gelişi, gemiden inişi, Belediyeyi ziyareti izlenimci bir tavırla görüntülenir. Manaki kardeşlerin çektiği bu filmin; Türk Sinemasının başlangıcı kabul edilmesi gerektiğini söyleyenlerde, az değildir.

İlk Türk filminin, hangisi olduğu konusunda yapılan tartışmalarda, gelinen son nokta, ilk Türk filmi olarak, Osmanlı vatandaşı olan Manaki kardeşlerin çektikleri film gösteriliyor.

Aranan kelimeler:

22 Mart 2009
bosluk

cumhuriyet tarihi Son Yazılar FriendFeed
kişi siteyi ziyaret etti