Saba kraliçesi: güç, bilgelik ve güzellikle anılan bir kadın imgesi olmuştur. Ancak: yaşayıp yaşamadığı ve kendisiyle ilgili, ayrıntılı ve somut bilgilere ulaşılamamıştır. Saba kraliçesi hakkında, tarihte elde edilen birkaç kaynak hakkında, aşağıda bilgiler vereceğim:
İNCİL’DE SABA:
Saba kraliçesi: İncil’de, Krallar kitabında: “Doğunun kraliçesi” olarak tanınır ve bilinir. Burada yazılı olanlara göre: Kraliçe: ünlü kral Süleyman’ı duyunca: evini terk ederek, baharat, altın ve değerli taşlarla süslü bir kervan ile yola çıkar ve Kudüs şehrine gelir. Çünkü: zor sorular ile, Süleyman’ın bilgeliğini test etmek istemektedir. Ancak, Kudüs şehrine ulaşıp ta, Süleyman’ın sarayına girdiğinde, gerek sarayın muhteşemliği ve gerekse Süleyman’ın bilgeliği karşısında çok etkilenir ve kendisine, değerli hazineler sunar.
Bunun üzerine, Süleyman da: ona büyük hazineler sunar ve Saba, evine, geri döner.
YAHUDİLER DE SABA:
MS.1’nci yüzyıl yazarlarından, Yahudi tarihçi Josephus: Saba’nın Mısır ve Etopya kraliçesi olduğunu yazar.
KUR’AN DA SABA:
Süleyman’a: halkı güneşe tapan zengin bir ülkenin, bir kraliçe tarafında yönetildiği hakkında bir çavuşkuşu tarafından haberler getirilir. Bunun üzerine: Süleyman; çavuşkuşu ile, yine aynı kraliçeye ; “ ayağına kadar gelmesini, kendisine gereken saygıyı göstermesini, aksi halde krallığını yıkacağı” haberini gönderir. Bunun üzerine, Saba: Süleyman’ı ziyaret etmeyi kabul eder ve Süleyman tarafından, tek tanrıya tapmaya yönlendirilir.
SONUÇ:
Tüm bu göstergelere rağmen, Saba kraliçesinin yaşadığı veya gerçek olduğu hakkında, kesin kanıtlar bulunmamaktadır. Çünkü: tarih kayıtları, bu kraliçe hakkında herhangi bir bilgi vermemektedir. Yine de, Saba, birçok kültürde, o kadar önemli bir figür haline gelmiştir ki, bunun gerçek dışı olduğuna inanmak pek mümkün olmaz.
Gelelim, ipuçlarından çıkarak, bazı gerçeklere ulaşabilme uğraşısına:
Efsanelere göre: kraliçe Saba’nın: günümüzdeki Etiopya ve yine günümüzdeki Yemen bölgelerini yönetmiş olduğu düşünülmektedir. Çünkü: kral Süleyman’ı ziyarete giderken, bu bölgelere ait ürünleri yanında götürdüğü bilinmektedir. Bu ürünler arasında: özellikle “tütsü” öne çıkmaktadır. Ayrıca, bu bölgeler arasında: yanlızca Kızıldeniz bölgesindeki 15 km. bir kanal bulunmaktadır ki, bu nedenle, her iki bölgeyi yönetmiş olma ihtimali güçlüdür.
Bu bölgelerde kurulan Saba hükümdarlığı: aynı dönemde, bu bölgede kurulmuş, Arap devletlerinin en güçlüsüdür. Bu en güçlü Saba devleti ise, Kraliçe Belkıs tarafından yönetilmiştir.
Kraliçe Saba’nın yaşadığı dönem olarak: MÖ.950 yılları düşünülmektedir.
Aynı zamanda: MÖ.3000 yıllardan, daha yakın zamanlara kadar, Mısır ve Yakın Doğu bölgesinde: parfüm ve tütsü ticaretinin üst düzeyde olduğu bilinmektedir. Yine aynı dönemde, Saba krallığı, ticaretle uğraşan, zengin bir ulustu. Akdeniz ve çevredeki birçok tapınakta, güzel kokuların temelinde, bu tütsü bulunmaktaydı. Ayrıca: çölden geçen ticaret yolları da, buradan geçmekte ve Saba krallığının kontrolu altında bulunmaktaydı.
Saba ülkesinin başkenti: Marib şehriydi. Bu şehir: Arap çölü yakınlarında bulunurdu. Şehrin, 9 mil uzağında, yapılan arkeolojik araştırmalarda, Belkıs isimli bir tapınak ortaya çıkarılmıştır. Tapınağın genişliği, 274 metredir. Belkıs isimli, bu ay tanrısı tapınağı: MÖ.1200 ile MS.550 yılları arasındaki dönemde kullanılmış ve hatta, tüm Arap hacılar için bir ziyaret yeri olmuştur. Ancak, bu tapınak ve yöresinde “Saba” ismi geçen herhangi bir yazıt bulunmamıştır.
Bunun yanında: bu tapınağın bulunduğu çevrede varolduğu düşünülen şehre ulaşılamamıştır, çünkü antik kentin çoğu bölümü, rüzgarın taşıdığı kumların altında kalmıştır. Özellikle tapınak, Saba kraliçesinin, Süleyman’ı ziyaretinin ardından ülkesine döndüğünde, putlara inanan halkının inancını değiştirmek için yaptırdığı “Tek Tanrı” inancının hakim olduğu tapınak olarak bilinmektedir.
Sabalılar, su ihtiyaçlarını karşılamak için, MÖ.750-600 yılları arasında, çevredeki dağlara düşen dönemsel muson yağmur sularını biriktirmek için, barajlar yaptılar. Böylece, şehirde, sıcaktan kavrulmuş toprakları sulayabilecekler ve tarım yapabileceklerdi.
SONUÇ:;
Evet her ne kadar somut kanıt bulunmasa da, Saba kraliçesi, antik dönemin bir parçasıdır. Antik Arabistan ülkesinin, güçlü kadın hükümdarlarından birisidir. Afrika ve Arabistan’da, Saba’nın öyküsü, 2000-3000 yıldır anlatılagelmektedir. Çok büyük, güçlü ve putlara tapan pagan bir halkın, güzeller güzeli lideri: bir gün, Kudüs şehrine, Hz.Süleyman’ı ziyarete gider ve orada yaşadıklarından etkilenerek, tek tanrıya inanmaya başlar ve ülkesine dönerek, bu inancını, halkı ile paylaşır.
Anadolu’da, günümüzden binlerce yıl önce egemenlik kurmuş ve her ne kadar atalarımız olarak kabul edilmese de, bu topraklar üzerinde yaşamış insanların öyküsüne devam ediyoruz.
MÖ.2500 yılları, yani günümüzden 4500 yıl kadar önce. Kafkaslar yöresinde yaşayan ve kökenlerinin Asyalı “Subaru” lar olduğu tahmin edilen bir kısım insan: guruplar halinde, Van gölü çevresindeki yerleşim yerlerine ve daha sonra, daha güneye, daha sıcak bölgelere inmeye başlarlar. Bu kez yerleşmeyi tercih ettikleri yerlerin başında: günümüzdeki Diyarbakır görülür.
Bu sırada: Hindistan’dan hareket ederek, İran yaylası üzerinden geçen ve Güneydoğu Anadolu bölgesine gelen diğer bir gurup insanla karşılaşırlar. Güneydoğu Anadolu bölgesindeki bu karşılaşma sonucu kaynaşan bu insanlar, daha sonraki dönemde: yine guruplar halinde: bölgede dağılmaya ve yerleşmeye başlarlar.
Diyarbakır yöresine gelen kafileler; yörede, daha önceki yaşantılarının bir gereği olarak, kabileler halinde, ayrı ayrı yaşamaya başlarlar. Bu kabileler; kendi içişlerinde müstakil hareket etmelerine rağmen, herhangi bir dış tehlike durumu söz konusu olduğunda, birlikte hareket etmeyi, birlik olmayı becermektedirler. Bunun sonucunda: Diyarbakır, Mardin, Urfa ve daha güneyde, Kerkük ve Filistin’e kadar olan bölgede, büyük bir imparatorluk kurarlar. İmparatorluğun: kuzeyde kalan bölümüne yani Anadolu topraklarında kalan bölümüne “Hurrriler” ve güneyde kalan bölümüne ise “Mittaniler” ismi verilir. Biraz önce söylediğim gibi, bunlar kendi içişlerinde serbest, dış tehlike karşısında ise, birleşen topluluklar halinde yaşamayı sürdürürler. Yani bir anlamda, küçük Beylikler halinde yaşarlar. Bu dönemdeki komşuları ise: Asurlular ve Mısırlılardır. Mısırlılardan sonra, dönemin, doğudaki en güçlü yapısını oluştururlar.
Hurriler: Dicle-Fırat nehirleri arasında kalan ve Mezopotamya olarak isimlendirilen, verimli toprakların bulunduğu bölgeye yerleşirler. Ama, esas yerleşim, öncelikle “Harran ovası” ve takip eden dönemde ise Çukurova bölgesidir. Gerek Harran ovası ve gerekse Mezopotamya bölgeleri: tarım ve ticari yönden çok elverişlidir. Bunun sonucunda: bu insanlar, tarım ve ticarette, önemli başarılar kazanırlar. Yabani buğday ve mercimekgilleri tarıma uygun hale getirirler. Koyun ve keçiyi evcilleştirirler. Hatta ve özellikle, at yetiştiriciliği konusunda, büyük gelişmeler kaydederler ki, bu durum, Boğazköy bölgesinde yapılan kazılarda bulunan, 4 Hitit tabletinde açıkça belirtilmektedir. Boğazköy denilince, aslında burada hassas bir konu hakkında söz etmek istiyorum.
Hititlerin egemenlik alanlarından olan, Alacahöyük yöresinde yapılan kazılarda, kral mezarları bulunur ve bu mezarlarda ele geçirilen kalıntıların en başında, kralların cenaze törenlerinde kullanılan “güneş kursları” gelmektedir. Tunç-Bronz ve altın ile yapılan bu güneş kursları: kral cenazelerinde kullanılır ve daha sonra ölü ile birlikte mezara gömülürmüş. Binlerce yıl sonra yapılan arkeolojik kazılarda, dönemin bu muhteşem sanat eserleri bulunur ve günümüzde, Ankara-Anadolu Medeniyetleri Müzesinde ihtişamla sergilenmektedirler. Evet, bu muhteşem güneş kursları: Hurri kültürü eseridir ve Hurri kralları mezarlarında bulunmuştur.
Mardin bölgesinde, Urkis isimli şehri kurarlar ve bu şehirde bir tapınak kurulması hakkında yazılı bir belge: günümüzde, Paris-Louvre Müzesinde sergilenmektedir. Bu belge: bir taş levha üzerine, arkaik çivi yazısı ile hazırlanmış ve MÖ.2300 yılına aittir. Diyarbakır-Mardin-Muş-Urfa-Kerkük başta olmak üzere, tüm çevre yörelerde egemenlik kuran imparatorluk: biraz önce söylediğim gibi, yörede çeşitli şehirler kurarlar. Bunların başında gelenler: Tell Brak, Şagar, Bazar, Tell Feheriye’dir. Başkentleri ise: günümüzde, Urfa şehrinin bulunduğu yerdeki “Hurri” şehridir.
Askeri yönden de önemli buluşlar ve başarılar kazanırlar. Savaş alanında, ilk savaş arabaları, bunlar tarafından kullanılır. Bu askeri gücün sonucunda, topraklar genişledikçe: Asurlular, Akadlar, Mısırlılar ve Hititler ile ilişki kurarlar. Hititlileri yenerek, başkentleri Hattuşaş şehrini ele geçirirler ve yaklaşık 200 yıl kadar, burayı kendi egemenlikleri altında tutarlar. Yukarıda, Alacahöyük yöresinde bulunan Hurri kral mezarları, bununla bağlantılıdır.
Mısır kralları ile yapılan mektuplaşmalar, o dönemdeki Hurri-Mitani uygarlığı hakkında, günümüze kadar ulaşan bilgiler yansıtmaktadır.
Peki, ya kültürel zenginlik? Kültürel anlamda: daha güneydeki “Sümer” kültüründen etkilenmişlerdir ve bunun sonucunda, Anadolu’nun bir kısmında, kültürel kalıntılar yaratmışlardır. Bu kalıntılar özellikle, günümüzde “Habur ırmağı” yanındaki mağaralarda görülmektedir. Hatta: Silopi ilçesinin güneyindeki bir köyde, Hurriler tarafından ticarette kullanılan bir kısım altın sikke ele geçirilmiştir. Din bakımından ise, çok tanrılı dine inandıkları görülür. Ölü gömme ve at yetiştirme usülleri: Orta Asya adetlerine benzetilmektedir.
Günümüzde yıllarca önce, Anadolu topraklarında büyük bir egemenlik kuran bu ulus: MÖ.1250 yılında yıkılır. Çünkü: gelişen ticaret ve sonucundaki zenginlik, çevrelerindeki ulusların dikkatini çeker ve bu uluslar, kendileri için tehdit oluşturmaya başlar. Derken, Mısır yöresinden gelen Hiksoslar tarafından, büyük bir saldırıya maruz bırakılırlar ve bölgeyi terk ederek, Toros dağlarına sığınırlar ve zamanla tarih sahnesinde yok olurlar. İmparatorluğun, kuzey bölümünde kalan toprakları ise, Hititler tarafında ele geçirilir.
Sonuç olarak: bu insanlar, yüzyıllarca süren bir süreçte, Anadolu toprakları üzerinde yaşamışlardır ve bu nedenle, tarihi geçmişimiz açısından önemlidir. Yoksa: yaşamları hakkında, çok da ayrıntılı bilgilere sahip olunmayan bu insanlar hakkında; dilleri, yaşam tarzları gibi konularda, çeşitli yanlı yorumlar yaparak, onun atası, bunun atası gibi sonuçlar çıkarmanın gereksiz olduğu kesindir.
Yemin, yemin, yemin. Ülkemiz, son günlerde bir yemin krizi yaşamaktadır. Ben yemin denince, hepimizin gerektiğinde büyük zorluklar altında canımızı emanet ettiğimiz tıp mensuplarının yeminlerini incelemek istedim, Hani, tıp mezunları, mezuniyetlerinde “Hipokrat Yemini” ediyorlar ya, kimdir bu Hipokrat, niye Hipokrat üzerine yemin edilir? Buyrun size Hipokrat yemini hakkında bir yazı.
HİPOKRAT KİMDİR?
Hipokrat: MÖ.460 yılında, Ege denizindeki İstanköy adasında doğar. Babası hekimdir ve kendisi de hekim olarak yetiştirilir. Çünkü: hekimlik genellikle babadan oğula geçerdi.
Daha sonra: Anadolu’ya geçer ve çeşitli yerlerde hekim olarak çalışmalar yapar. Hayatının büyük bölümünü gezerek geçirdikten sonra yeniden İstanköy adasına döner. MÖ.380 yılında, yine burada ölür.
Antik çağlarda: Anadolu’da, Ege kıyılarında İyonya olarak bilinen bölgede: dönemin en büyük kültürel gelişmesi yaşanır. Kültürel gelişme: bilim ve felsefenin eşliğinde, hekimlik alanında da görülür ve hekimlik gözde olur. Ancak: yine o dönemde, hekimlik denildiğinde, akla hemen “Hipokrates” gelmektedir. İnsanlar arasında Hipokrates gelmesine rağmen: antik çağda, insanlar tarafından kutsallığı kabul edilen tanrı ve tanrıçalar arasında: Asklepios isimli hekimlik tanrısının da büyük önemi vardır. Kendisi hakkında ilk söz eden: İlyada isimli eserinde Homeros olmuştur. Önceleri, tanrıların babası Zeus tarafından, yıldırım çarpması sonucu öldürülen Asklepios: daha sonra yeni Zeus tarafından, “Tıp tanrısı” olarak ilan edilir. Asklepios’un yılan şeklindeki asası ise, tıp amblemi olarak kabul edilmiştir. Hatta: Asklepios’un kelime anlamı: Grekçede “yılan” demektir. Asklepios’un şifa veren gücünü yılandan aldığı ve dönemin halkının da, adaklarını Asklepios’a değil, yılana sunduğu söylenir.
Hipokrates: hekimlikte yeni tedavi yöntemleri yanında, yeni ilkeler yaratmasıyla da tanınır.
Kendisi tarafından yazıldığı kabul edilen “Corpus Hippocraticum” yani “Hipokratın Toplu Yapıtları” adlı eserinde ise: batıl inanışlar ve büyü ile şifa bulma gibi yöntemler kabul edilmemekte ve tıp bir bilim olarak kabul edilerek, temel ilkeleri ortaya konulmaktadır. Bu temel ilkelerin en başında ise, günümüz tıp biliminde de ilk kural olarak kabul edilen “Primum non nocere” yani “önce, zarar verme” ilkesi bulunmaktadır.
Ortaya konan tüm ilkeler, tedavi yöntemleri yanında, tedavinin eski inanışlardan arındırılmasını sağlamıştır. Yani: tıp, yanlızca bir tedavi değil, aynı zamanda ilkelere bağlı bir bilim haline gelmiştir. Bu ilkeler: tedavi yanında, tıpbın uygulanmasında, hastaların iyileştirilmesinde yapılması gerekenler dizinidir.
Hipokrat: Tebabet yani La Medicine isimli eserinde: bir hekimin nasıl olması gerektiğini anlatırken: “İyi bir hekimin, sağlıklı görünmesi gerektiğini, çünkü halkın sağlıklı görünmeyen bir hekimin tedavi yöntemlerine inanmayacağını” belirtir. Ayrıca: hekimin, kişisel temizliğine dikkat etmesi ve güzel kokması gerektiğini de yazar. Hani, düşünüyorum da, sigaranın zararları bu kadar bariz iken, sigara içen hekimlerimiz olması ne ilginç?
Elbette yalnız bunlar değil. Yine, Hipokrat tarafından, bir hekimde olması gerekenler anlatılırken: Hekimin hastasının yanında gerektiği kadar kalmasını, tatlı sözlü olmasını ve çağrıldığında, hastasının yanına zamanında gitmesini de, tıp ilkeleri olarak ortaya koyar. Yani: gerçekten, tıp biliminde, yanlızca tedavi yöntemlerinin yeterli ve gerekli olamayacağını, aynı zamanda bu bilimi uygulayan hekimlerde, bir kısım ilkelerin de bulunması gerektiğini kabul etmektedir. Tüm bu ilkelerin en temelinde ise, yemin gelmektedir.
HİPOKRAT YEMİNİ:
Devam eden tarihi süreçte: yine Hipokratın ortaya koyduğu ilkeler çerçevesinde; genç hekimler, loncaya alınırken, Hipokrat yemini etmeye başladılar. Bu yemin metni içinde: kutsal inanışlara ve özellikle de, tıp tanrısı olarak kabul edilen Asklpios’a bağlılık esas alınırdı. Çünkü: mesleğe girecek her genç, yemin ettiğinde, mesleğine ve bir kısım temel ilkeye, manevi olarak bağlı kalacak ve bu bağlantı, onu ve uygulamalarını olumlu yönde etkileycektir.
Evet, günümüze kadar, 2500 yıllık bir geçmeşi dayanan yemin: tıbbı etik ile ilgili olarak bilinen en eski yazılı metindir. Her ne kadar, ilk andaki prensipleri değişikliğe uğramış ise de: sosyal düzen, dinler, zaman ve yer kavramlarından bağımsız olarak, günümüze kadar gelebilmiştir. Yani, elbette günümüzde yapılan yeminin metni, ilk olarak ortaya konulan yemin ile aynı değil, ama temel prensipler aynıdır.
Günümüzde de, herhangi bir bağlayıcılığı olmamasına rağmen, yukarıda da sözünü ettiğim gibi, önemli olan: gençlerin hekimlik mesleğine ilk girdiklerinde, mesleğe ve bir kısım ilkeye, manevi yönden bağlı kalmalarını sağlamaktır. Çünkü: yemin metni, doktorlar ve hastaların ihtiyaçlarını birarada karşılayacak şekilde güncelleştirilmiştir. Amerikan-İngiliz tıp bilginlerinin işbirliğiyle oluşturulan sözleşme, hastaların haklarının korunmasını temin eden, hekim sorumluluklarını göstermektedir.
GÜNÜMÜZDEKİ HEKİMLİK ANDI:
“ Hekimlik mesleği üyeleri arasına katıldığım şu anda, hayatımı insanlık yoluna adayacağımı açıkça bildiriyor ve söz veriyorum.”
Evet, günümüzdeki hekimlik andı, bu şekilde başlıyor ve sürüyor. Benim bu metin içinde en çok ilgime çeken bölümlerinden kısa kısa alıntıları aktarmak istiyorum: “hasta ve toplumun sağlığını baş görev sayacağıma, benden hizmet bekleyen kişilerin sırlarına saygılı olacağıma, ……-DİN-SİYASİ EĞİLİM gibi ayırımların görevimle-hastam arasına girmesine izin vermeyeceğine”
Tüm bunların yanında, küçük bir anı: “ bir süre önce, bir hastanenin acil servisinde, gecenin geç saatlerinde, kalçadan iğne olmam gerektiğinde, kapalı bir hemşire kardeşim bu iğneyi yapmak zorunda kalmıştı, çünkü erkek hastabakıcı aradılar ama o an bulamadılar. Sonra: maalesef üç-dört gün, kalçamda iğne olduğum bacağım üzerine büyük acılarla basarak gezinmek zorunda kalmıştım, çünkü sanırım iğne, sinire yakın bir yere enjekte edilmişti. Benim ki tamamen kötü bir şans mı?
Baba ocağı; ilginç bir konu. Daha çok; aile bağları, baba evinin önemini öne çıkarıyor. Ve ilginç olan; gerek İslamiyet öncesi Türk gelenekleri ve gerekse Romalılar ve Helen kültüründe; bu konuda, benzer söylenceler var. Ama sonuçta en büyük birliktelik: baba ocağının yani baba evinin, aile yanının kutsallığı ve bu kutsallığa bağlı kalınmasıyla ilgili.
Önce İslamiyet öncesi Türk kültürüne bakmak gerekirse: Türkler; baba ocağını “Törkün” olarak isimlendirirler. İnanışa göre: Aile Tanrısı, bu ocakta barınır ve bu yüzden, ocağın ateşinin hiçbir zaman sönmemesi gerekirdi.
Bu nedenle: büyük ve ortanca kardeşler evlenerek, Törkün’ü bıraktıktan sonra, ocak bekçisi olarak küçük kardeş kalırdı. Ancak, belirli zamanlarda, tüm aile bireyleri, baba ocağında toplanarak “Ata’ya saygı” törenleri düzenlenirdi. Yani: gerek yurt ve gerekse ocak sevgisi, insanlar arasındaki güçlü bir bağın yaratılmasının en büyük etkeniydi. Törkün hakkındaki bir kısım bilgi, Kaşgarlı Mahmut tarafından günümüze yansıtılmıştır.
Gelelim, Helenistik ve Roma-Bizans dönemlerine. Bu kültürlerde de: Aile ocağı tanrısı olarak: “Vesta” geçer. Vesta: ocak, yuva, ev ve ailenin bakire tanrıçasıdır. Yunan mitolojisindeki ismi: “Hestia” dır. Tanrılar tanrısı Zeus’un kız kardeşidir. Yani: mitolojide, verilen öneme atfen, en tepe noktalardan birine konumlandırılmıştır. Evin ve yuvanın koruyucusudur. Bu yüzden, ocak tanrıçası olarak da bilinir.
Ama yinede, çok belirli bir kişiliği yoktur ve anlatıla gelen mitlerde pek yer almaz, hatta hiç betimlenmemiştir. Onun esrarlı varlığının en büyük ve tek belirtisi: hiç sönmeyen, sönmemesi gereken kutsal alevdir.
Evet, gelelim sonuca. Günümüzde: elbette bu mantık veya söylenceler, birçok kişi için saçma gelebilir. Ama unutulmaması gereken şu; düşünün ki, atalarımız olarak kabul ettiğimiz insanlar, binlerce yıl önce, buna inanmışlar, sahip çıkmışlar ve saygı göstermişler. Peki; bugün yaşadıklarımız, binlerce yıl sonra bu dünya üzerinde yaşayan insanlar tarafından nasıl görülecek, nasıl değerlendirilecek ve nasıl karşılanacak. Günümüzden binlerce yıl sonra, bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar, bugünkü şartlarımızı, kurallarımızı, yaşantı tarzımızı çok mu benimseyecekler? Bence: her toplumun fikir, görüş ve düşüncesine, yaşadıkları dönemin özelliklerine binaen saygı duymak şart.
Unutulmaması gereken tek ve en önemli şey; her ne olursa olsun; baba ocağına ve dolayısı ile baba evine sahip çıkmak ve belirli zamanlarda, tüm aile bireyleri olarak, baba ocağında toplanmak.
Size aşağıda anlatacağım hikaye, ünlü Romalı hatip Çiçero tarafından MÖ.260 yıllarında yazılan “Tusculanae Disputationes” yani “Turculum Tartışmaları” yazıtlarında bulunmaktadır.
MÖ.4.yüzyıl: Akdeniz’de-Sicilya adasında- Sirakuza kralı Dionysios.
Kralın sarayında: Damokles isimli bir yakın dostu ve aynı zamanda danışmanı bulunmaktadır. Kral Dionysios ve danışmanı Damokles; ülkenin yönetimi konusunda sürekli konuşmaktadırlar. Ancak, bu konuşmalarda, ana tema: Damokles tarafından, sürekli olarak: kralın ve krallığın bahşettiği mutluluklardan söz etmektir.
Kral Dionysios: bu konuşmalardan bıkar ve bir gün: Damokles’e: “ Bu mutluluğu, seninde tatmanı istiyorum” der ve krallık tacı ve tahtını, büyük bir şölen düzenleyerek, Damokles’e devreder.
Damokles: büyük bir sevinçle, krallık giysilerini giyer, tacını takınır ve tahta oturur. Şölen devam ederken, birden, başının üstünde: tahtın hemen yukarısında bir şeyin sallanmakta olduğunu görür. Dikkatlice baktığında ise, bunun: “at kuyruğu kılına bağlı, keskin ve büyük bir kılıç” olduğunu görür. Anlam veremez, korkar.
Ancak düşündüğünde: krallığın; sadece güç ve zenginlik olmadığını, aksine, tahta oturan kişinin canını dahi tehlikelere sokabilecek bir mevki olduğunu anlar. Ayrıca: güçlü mevkilerdeki insanların; bir hata yaptıklarında, bu hatalarının, gerektiğinde en büyük şekilde cezalandırılacağının anlar. Güç ve kudret, sorumlulukla birliktedir. Sorumluluk ise, çoğu zaman: güç ve kudreti bir anda bitirebilir.
Son olarak: Çiçero dan söz edince, onun çok sevdiğim bir sözünü, sizlerle paylaşmak istiyorum “İnsanın en büyük düşmanı, kendisidir”
MÖ.624-547 yılları arasında yaşamıştır. Soy olarak Fenikelidir. Bir nedenle; Fenikeden sürülmüştür.
Doğayı algılamaya yönelik teknikleri geliştiren, ilk bilge kişidir. Suyu: yaşamın ve yaratıcılığın başlangıcı kabul eder. Doğayı inceleme girişiminde, herşeyi tanrı ile özdeştirmez. Bilimin; dinden ayrı bir yol, bir kategori olarak yol almasına katkıda bulunmuştur.
Ona göre: dünya, disk biçimindedir. Dünya: kocaman evrensel denizde yüzen bir kayık gibidir. Tüm varlıklarıyla birlikte, sulara inivermiştir. Herşeyi var eden: sudur. Su ve nem olmadan, yaşamın gerçekleşmesi mümkün değildir. Nemli doğa, herşeyin tohumunu içinde taşır. Bu inanışı: Sümer yaradılış efsanelerinin, tamamıyla aynısıdır.
Ayrıca: o bir gözlem adamıdır. Yıldızları gözlemiş, matematik ve geometri üzerine, önemli çalışmalar yapmıştır.
Tales, bazı taşların, diğer cisimleri çektiğini görünce, bu taşların, canlı birer ruhu bulunduğuna inanmış ve kuramlarını, bu anlayışın üzerine kurarak geliştirmiştir. Ona göre, evrende, her şeyin bir ruhu vardır. Ruhsuz, hiçbir şey yoktur. Canlılığı yaratan da ruhtur. Ruh, her şeydir.
Canlı maddeciliğin kurucusu olarak kabul edilir.
Geometri bilgisini Mısır’dan, gökbilimini Babil’den, tam sayıları Fenike’den öğrenen Tales; bütün öğrendiklerini, İyonya’nın bir kenti olan Miletos’ta öğrencilerine öğretmiştir. Matematik ve geometri üzerine, kendi teoremleri bulunmaktadır.
Eros; sevgi anlamına gelir. Aşk tanrısıdır. Küçük ve sevimli bir oğlan biçiminde tasarlanan Eros; sırtında bir çift küçük kanatla gösterilir. Elinde: ok ve yay taşır. Oku’nun değdiği kişiler, aşk ateşinde yanıp tutuşurlar. Hiç kimse, hatta tanrılar bile kurtaramaz kendini, onun oku’nun sihirli etkisinden.
Onun can yoldaşları; Himeros (tutkulu istek) ve Pethos (özlem) dir. Yani: tutkulu istek ve özlem olmadan, aşk olmaz. Pietho (ikna etme)da, Eros ile birliktedir.
Kimi zaman, başında; sevginin simgesi, güllerden yapılmış bir taç taşır. Kimi zamanda, kör olarak gösterilmiştir. Çünkü; ” aşkın gözü kördür ” demezler mi?
Yerde, gökte, denizde; heryerde o vardır. Kimi zaman, bir yırtıcı hayvan üzerindedir. Kimi zaman da, bir yunusun. Bu demektir ki; sevginin gücü, her yaratığı etkisine alır ve de mekanla sınırlandırılamaz.
Evet; Eros’la ilgili, mitolojik bir tarih turuna çıkalım isterseniz.
Eros, Afrodit’in çocuğu olarak doğduğunda; tanrıların kralı Zeus, onu beğenmez ve Afrodit’e onu başından atmasını söyler. Bunun üzerine, Afrodit; Eros’u bir koruluğa bırakır. Ölmesi için bırakılan korulukta, onu; yırtıcı hayvanlar beslerler. Biraz büyüyünce, kendisine, ağaçlardan yay ve ok yapar. Bunları ilk kez hayvanlar üzerinde dener. Sonrada, bunları, altından yapılma, yay ve ok ile değiştirir.
Bu arada: Eros’un bir de kardeşi vardır. Anteros. Evet, bu kardeş ne yapar; küçümsenen aşkların öcünü alır. Karşı sevgi anlamına gelir.
Evet; yine Eros’a dönelim. Ölümlü, ölümsüz tüm canlılar, Eros’un oklarına hedef olabilecekleri gibi, kendisi de, birgün, hedefi olur bu okların. Ülkelerden birinde; Psykhe adında, eşsiz güzellikte bir kız yaşar. Bu kızın, iki ablası da güzel, ama küçüğün güzelliği bir başkadır. Çevreden bir sürü insan gelir, bu güzel kızın güzelliğini görmek isterlermiş. Öyleki, kızı Afrodit’in yerine bile koymuşlar. Tabii, tanrıça Afrodit; insanların kendisi gibi bir güzellik tanrıçasını bırakıp, bir ölümlüye tapınmalarına çok kızmış. Onun için, oğlunu, bu güzel kızın yaşadığı ülkeye gönderir. Oğlundan; bu güzel kızdan intikam almak için, oklarını; insanların en aşağılığına, en çulsuzuna, en yoksuluna, en çirkinine, yiyecek ekmeği bile bulunmayan birine atmasını ve kıza aşık etmesini ister.
Öte yandan; bizim güzel kızın ablaları evlenmiş ama kendisini hiç bir isteyen yokmuş. Kızın babası kral, Apollon tapınağına gidip, kızının evlenebilmesi için kurbanlar adar. Apollon, kırala şöyle der: ” Kızını giydir, kuşat, çıkar bir dağın doruğuna, oraya bir ejderha gelip alacaktır kızını. Kızının kısmeti o ejderhadır işte” der.
Bu haber üzerine, kral ve kraliçe yas tutup dövünürler. Ama ne yapsalar, mecburen yazgı gerçekleşecektir. Kıza giydirirler gelinliği, takılarını takarlar ve götürürler bırakırlar, bir dağın doruğuna. Sonrada, ağlaya ağlaya saraya geri dönerler. Kız da ağlar korkusundan.
Derken, yumuşacık bir yel eser ve kızı havalandırıp, doğruca bir çayırlıktaki yemyeşil çimenlerin üzerine götürüp bırakır. Yanıbaşında, suları berrak akan bir pınar. Ormanın tam ortasında. Kız yürür, karşısına bir saray çıkar. Ama öyle bir sarayki, mücevherlerle dolu. Kız, saraya hayran hayran bakarken, kulağına bir ses gelir.” Tüm bu bolluklar senindir, biz hepimiz senin hizmetçileriniz, hangi odayı beğenirsen hazırlayalım sana orayı” der.
Kız; bir tanrının kendini kolladığını sanır. Bir oda seçer ve burada biraz uyur. Sonra; hamama gider ve yıkanır. Herşey güzel ama görünen kimse yoktur. Derken, vakit ilerler, gece olur. Kız, ürke ürke yatağa gider. Yatağa biri gelir, ama o da görünmezlerden ve gün doğarken kızın yanından kalkıp gider.
Bu durum, daha nice geceler sürerek devam eder. Bu arada; kardeşlerinin bir ejderha tarafından götürüldüğünü duyan ablaları, başlarlar ah vah edip ağlamaya.
Kızın görünmez kocası ise, kızı uyararak, ablalarından sakınmasını söyler. Ama, kızın ısrarlarına dayanamaz ve ablalarını kaldıkları saraya davet etmesini kabul eder. Yanlız bir şartı vardır, kız ne olursa olsun, kocasının yüzünü görmeye çalışmayacaktır.
Derken, ablalar saraya gelir. Ablalar, kardeşlerini sağ buldukları için, önce çok sevinirler. Sonra, içlerini bir kıskançlık kaplar. Kızın kocasının kim olduğu hakkında, içlerine büyük bir merak düşer. Kız ise, onlara yalan söyler;” kocasının tüyleri yeni bitmiş, hep av peşinde koşan yakışıklı bir genç olduğunu” söyler.
Ablaların kıskançlığı, bunu duyunca iyice alevlenir. Çünkü. kendi kocaları, yaşlı, hastalıklı kişilerdir. Kendi mekanlarına dönüşlerinde, bu işi iyice kurcalamaya karar verirler.
Aradan zaman geçer. Kız, yine ablalarını özler, zorla onların yine saraya getirilmesini sağlar. Konuşurlarken, söz dönüp dolaşıp yine kızın kocasına gelir. Kız, geçen kez söylediklerini unutur ve kocasından: ” orta yaşlı, kır saçlı, para işleriyle uğraşan bir adam ” olarak sözeder. Bunun üzerine, ablaları iyice işkillenirler. Ablalar: kıza hitaben ” herkez biliyor ki, sen bir yılanla evlendin. Tanrı Apollon da öyle söylemişti zaten. Biz ablalık görevimizi yapalım ve seni uyaralım, sen yinede bildiğini işle istersen ” derler. Bunun üzerine, kız, ablalarına gerçek durumu açıklar. Kocasını hiç görmediğini, yanlızca geceleri gelip gittiğini söyler.
Ablaları kıza akıl verirler. “İki yanı keskin bir hançerle, bir yağ kandili alıp sakla. Kocan olacak o yılan uykuya dalınca, kandili yakar, boynuna indiriverirsin hançeri” derler.
Kız; o gece, kocasını heyecanla bekler, kocası gelipte uykuya dalınca, kandili yakar, hançeri de eline alır, bir de ne görsün. Yanıbaşında yatan kişi; güzellikte kimsenin boy ölçüşemeyeceği, sevgi tanrısı Eros’tur. Eros; annesinin bu kız hakkında söylediklerini yapmadığı için, gizlenmektedir. Annesinin söylediklerinin aksine, aşk okunu, kendine yönlendirmiştir. Evet: Kız, bir yılan sandığı kocasına hayran hayran kocasına bakarken, Eros uyanır ve kızın tüm ısrarlarına rağmen, uçup gider.
Argos kralı Akrisios, kahinlerden torununun hem tahtını hem de canını alacağını öğrenir. Bunun üzerine: kimseyle ilişkiye girmesin diye, kızı Danae’yi, yeraltında yaptırdığı, heryanı tunçla kaplı bir odaya yerleştirir. Ama, kız yinede gebe kalır. Kimden: tanrıların kralı Zeus’tan.
Bunu öğrenin kral, kızı ve torununu bir kayığa bindirir ve denize bıraktırır. Dalgalar, kayığı; Seriphoş adasına atar. Bir balıkçı; kayıttaki ana-oğulu bulur ve adanın kralına götürür.
Ada kralı Rohydektes; ana-oğulu, çok iyi karşılar. Onlarla ilgilenir, ama Danae’ye aşık olur. Ama, büyüyen oğul buna engel olur. Kral, bu yüzden oğulu uzaklaştırmak için, ona başarılması çok güç bir görev verir. Oğul Perseus’a ; gidip Medusa’nın kafasını getirmesini ister.
Evet; Medusa, iki kız kardeşiyle birlikte yaşamaktadır. Birer canavar olarak nitelenen bu kardeşlerden, ikisi ölümsüz, Medusa ile ölümlüdür. Medusa: bunun yanında, çok güzel bir kızdır. En güzel yeri ise, saçlarıdır. Denizler hakanı Poseidon bile, Medusa’yı ister.
Medusa; tanrıça Athena’ya, güzellikte meydan okur.Tanrıça da, bunun üzerine, onun güzel saçlarını, yılanlarla doldurur. Gözlerine de, baktığı kişiyi taşa çevirecek nitelik verir. Bu yüzden, Medusa’yı kimse görmek istemiz.
Neyse, biz tanrılar tarafından sevilen; oğul Perseus’a dönelim. Perseus, üzgün ve öfkeli dolaşırken, Hermes’e rastlar. Hermes: ” üzüntünün nedenini biliyorum, sen son derece güç bir göreve gönderiyor. Bunun için, sana üç şey gerekli. Büyülü başlık, büyülü çanta, bir de kanatlı sandallar. Bunları ise: adları kocakarılar anlamına gelen, Graia’lardan alabilirsin”
Hermes ile birlikte Athana’nında yardımını alan, Perseus; Graia’ları aramaya gider. Bu arada; Hermes, Medusa’nın kafasını kesmesi için, ona keskin bir kılıç verir. Athena’da; göz göze gelme o canavarla, ayna gibi kullan bu kalkanı diyerek, kalkanını verir.
Perseus, yollara düşer ve Graia’ları bulur. Onlardan, Medusa’nın yerini öğrenir. Sonra; Medusa’nın yaşadığı yere gider. Ayna gibi parlayan kalkanını kullanarak yaklaşır ve Medusa’nın kafasını keser. Perseus; Medusa’nın kesik başını, büyülü çantanın içine koyar. Büyülü başlığı kafasına geçirir ve büyülü sandalla, oradan, kolaylıkla kaçar. Sonra: Athena’nın verdiği kanatlı at Pegasus’a biner ve yola düşer.
Perseus; çantasında Medusa’nın korkunç kafası ile, adaya döner. Medusa’nın kafasını kullanarak, kral Polydektes ve adasını taşa dönüştürür. Sonra, anasını alır ve Argos’a gelir. Torununun geldiğini gören, Akrisios, korkarak kaçar. Ama; kahinin söyledikleri, elbette yerine gelecektir.
Perseus, bir gün, Larissa’da düzenlenen bir yarışmaya katılır. Büyükbabası Akrisios’da izleyiciler arasındadır. Perseus’un havaya fırlattığı bir disk, rüzgarın da yönlendirmesiyle, gidip tam başının üstünde onu vurur ve ölür.
Perseus ise, kahinden haberi olmadığından, istemeden işlediği bu cinayet nedeniyle çok üzülür. Argos’ta kalmaz ve gidip Mykene şehrini kurar.
Evet; Perseus; Argos’ta, Mısır’da, kurucusu olduğu Mykene’de ve Seriphos’ta büyük saygı görmüştür. Ayrıca, bütün Yunan kahramanlarının en ünlüsü ve güçlüsü olan Herakles de, onun soyundan gelmektedir.
Bu yazıyı okurken; Efes antik kalıntılarında ve Anadolu’da diğer birçok yerde gördüğüm Medusa başı kabartmaları aklıma geldi. Medusa başı kabartmalarını, çoğu yerde görmek mümkün. Uzun yıllar; Ege kıyısındaki antik şehirlerde, Medusa’ya inanılmış ve yapılarda, kabartmaları işlenmiş. Sanırım, bunları görünce, bu okuduklarınız aklınıza gelir. Değişik bir kişilik Perseus.
Aslen, Sisam adasının zenginlerinden biri olan, mücevhercinin oğludur. İyon dünyasının yetiştirdiği, matematik dahilerinden biridir. Onun matematik teoremini herkez bilir. Sayıların babası olarak bilinir. Pisagor ve öğrencileri: her şeyin matematikle ilgili olduğuna, sayıların gerçek olduğuna, matematik aracılığıyla her şeyin tahmin edilebileceğine ve ölçülebileceğine inanırlar.
Yaşam sürecinde: bir süre Mısır’da bulundu. Mısırlı’ların dilini öğrendi. Daha sonra; İtalya’nın güneyindeki bir yunan kenti olan Kroton’a gitti. Burada: şarkıcı Orpheus’un kurduğu orfeusçuluğun etkisinde kalarak, gizli dinsel bir topluluk kurdu. Topluluktakiler, kendilerini matematikçiler olarak adlandırıyorlardı. Bunlar; okulda yaşıyorlar ve kişisel hiçbir şeye sahip değildiler. Ruh göçü öğretisiyle, et yemiyorlardı. Onlara göre: insan öldüğünde, ruhu başka bir canlıya geçer. Ölümlüden ölümlüye geçen bu ruh göçüne inanmak gerekir. Bu ruh, bir insandan çıktıktan sonra, 3000 sene, bir canlıdan diğerine geçer ve birlikte yaşamadığı hiçbir canlı kalmaz. En sonunda, bu ruh, o an yeni doğmakta olan bir insana geçer. İşte, bu inanç tarzı nedeniyle et yemezler. Çünkü, et yemek, aynı zamanda insan yemektir.
Pisagor; kadınların bir eşya gibi görüldüğü ve işlerinin sadece evi yönetmek olduğu bir devirde, onların toplulukta eşit şekilde çalışmalarına izin verdi. Brontinus’un kızı ve Pisagor’un eşi olan Theona da, bir matematikçiydi.
Bir hikayeye göre: demirciler çalışırken, örslerinden çıkan sesi duyan Pisagor, bunun çok uyumlu olduğunu düşünmüş ve doğa kanunları, buna izin veriyorsa; bu kanunlar matematiksel demiştir. Bundan hareketle, notaların, matematiksel formüllere dönüştürülebileceğini keşfetmiştir. Böylece: matematik ve müzik arasında bağlantı kurmuştur. Ayrıca; ses perdesi ile tel uzunluğu arasında bir ilişki olduğunu bulmuştur. Ne varki, esas alınan ölçüt, kalınlık değil, sadece uzunluktu.
Matematikle yakından uğraşan pisagorcular; sayılardan edindikleri bilgileri genişleterek, sayıları bütün varlığın ilkeleri yapmışlardır. Bir sayısı temel sayıdır. Tek ve çift sayıları meydana getirendir. Sayıların ve varlıkların sonsuz dizisi, bir’den çıkar. Bir vardır. İki sayısı: dişiliği ve doğanın bu dişilikten geldiğini iade eder. Üç sayısı, uyum ve düzenle, maddenin içerdiği üçlü öğeyi temsil eder. Dört, tanrısal gücü temsil eder. Beş sayısı; evliliğin simgesidir. Altı; organik ve hayati varlıkların türlü şekillerini gösterir. Yedi sayısı, kritik sayıları temsil eder. Örneğin: yedi günlük, yedi aylık yada yedi yıllık dönemlerin, varlıkların gelişiminde baskın rolleri vardır. Sekiz sayısı, akıl, ahlak ve erdemin temsilcisidir. Dokuz sayısı, mutlak. Bir ayrı tutulacak olursa, ilk tek sayı, üç’ün karesidir. O da, dört sayısı gibi, adaleti temsil eder.
Pisagorcuların; bilim alanındaki en büyük başarıları astronomidedir. İlk defa olarak, yeri evrenin merkezi olmaktan çıkarırlar. Onu küre şeklinde düşünürler, yerin, evrenin ortasındaki görünmeyen merkezi ateşin etrafında dolandığını söylemişlerdir. Güneş tutulması, ay, yer ile güneşin arasına girince, ay tutulması da yerin yada karşı yerin gölgesi ay üzerine düşünce olur. Bütün, hızlı giden şeyler bir ses çıkarırlar, dolayısıyla yıldızlarda bir ses çıkarırlar, bu sesin yüksekliği, yıldızın merkezi ateşe olan uzaklığıyla orantılıdır. Böylece, göklerin de musikisi vardır, ama bunu sıradan ölümlüler işitemezler.
Evet; meşhur pisagor teoremi: bir dik açılı üçgende, dik kenarlar üzerine kurulan karelerin yüzölçümlerinin toplamı, dik açılı köşeye karşı gelen kenar üzerine kurulan karenin yüzölçümüne eşittir. Evet, meşhur teorem bu. Ne var ki, Sümer yazılı tabletlerinde, bu teoremin aynısı bulunmuştur.
MÖ.550-480 yılları arasında yaşamıştır. Doğa filozofu ve geleneksel olarak batı dünyasının ilk filozofları olarak kabul edilen, üç düşünürün sonuncusudur.
Düşünceleri, ilkçağda çok etkili olmuştur. Özellikle: öğrencilerinin her yöne dağılmaları, düşüncelerinin yayılmasında çok etkili olmuştur. Bir fizikci ve doğa bilimcisidir. Öncelikle doğa olayları ile ilgilenmiştir. Doğa olaylarını, bir doğa bilimcisi gibi açıklamak istemiştir. Doğada; canlı-cansız ayırımını yapan ilk düşünürdür.
Ona göre: herşey havadır. Nasıl ki, hava olan ruhumuz, bizi bir arada tutuyorsa, tıpkı onun gibi, tüm kozmosu da hava bir arada tutmaktadır. Uzaysal varlığın, tek yaradanı havadır. Varolan herşey, varlığını havaya borçludur. Hava olmadan yaşam olurmu? diye sorar. Havanın, durum değiştirmesinden ateş doğar. Hava sıklaşmaya başlayınca: bulut, su, toprak ve taş haline gelir.
Ona göre: hava, tanrı olarak kabul edilmelidir. Çünkü: hava, yaratan bir özelliğe sahiptir. Böylece: doğayı tanrı olarak kabul eden ilk düşünürdür. Dünyanın, büyük hava boşluğunda, bir yaprak gibi sallandığını kabul eder. Ona göre, dünya, hava içinde yüzüp durmaktadır.
Miletosludur. Doğayı ve insanı kavramanın peşine düşmüştür. Doğa üstüne yazan ilk düşünürdür. Dünyanın haritasını çıkarmaya çalışırken, gökyüzünün ilk haritasını yapanda o’dur.
Onun anlayışına göre: dünya, uzaysal bir boşlukta asılı durmaktadır. Bütün canlılığın ve isanın, balığın değişimiyle ortaya çıktığını söyler. Bu teziyle: evrim sürecini ortaya çıkarır. Tüm canlılar ile birlikte, insanda ortaya çıktı. Ama, bütün canlılar yiyeceklerini buldukları halde, insan bunu beceremez. Bu, şunu gösterir: İnsan, çok uzun zaman önce, bugünkü şeklinde değildir. Dönüşerek, günümüzdeki şeklini almıştır. Yani, insanın evrimleşerek geliştiğini öne sürmüştür ki, yıllar sonra, ilk evrim fikrini ortaya atan Darwin’in, bu bilgiyi okumamış olması düşünülemez. Çünkü: İngilizler, antik yunan’da ne varsa, adeta yutmuşlardır.
MÖ.624-547 yılları arasında yaşamış,Yunanlı bir filozoftur. Eski Yunan’ın yedi bilgininden biridir. Felsefe ve bilimin kurucusu olarak düşünülür. Soy olarak Fenike’lidir. Bir nedenle, Fenike’den sürülmüştür.
Doğayı algılamaya yönelik, teknikleri geliştiren ilk bilge kişidir. Suyu: yaşamın ve yaratıcılığın başlangıcı kabul eder. Doğayı inceleme girişiminde, herşeyi tanrı ile özdeştirmez. Bilimin; dinden ayrı bir yol, bir kategori olarak yol almasına katkıda bulunmuştur. Tales’ten önce, yeryüzündeki doğa olayları (depremler, rüzgarlar vb.) tanrılarla bağdaştırılıyordu. Thales, doğa olaylarının nedenlerini, insan biçimli tanrılardan çok, doğanın kendi içinde aramıştır.
Ona göre: dünya, disk biçimindedir. Dünya; kocaman evrensel denizde yüzen bir kayık gibidir. Tüm varlıklarıyla birlikte, sulara indirilmiştir. Herşeyi vareden; sudur. Su ve nem olmadan, yaşamın gerçekleşmesi mümkün değildir. Nemli doğa, herşeyin tohumunu içinde taşır. Bu inanışı, Sümer yaradılış efsanelerinin tamamıyla aynısıdır.
Ayrıca, o, bir gözlem adamıdır. Yıldızları gözlemiştir. Yılın mevsimlerini o bulmuştur. Bir yılı 365’e bölmüştür. MÖ.585 yılında, 28 Mayıs tarihinde gerçekleştiği kabul edilen güneş tutulmasını, önceden hesaplayarak çevresine haber verir ve ün kazanır. Bu olayın ardından, doğayı incelemeye başlar ve doğa felsefesiyle ilgilenin ilk İonya okulunu kurar. Doğa üzerine, ilk kez Thales konuşmuştur. Yine bir hikayeye göre: havayı ve hasadı tahmin ederek, Miletos’daki bütün zeytin basamaklarını satın alır. Daha sonra ise, iyi bir ürün elde ederek, zengin olur.
Tales, bazı taşların, diğer cisimleri çektiğini görünce, bu taşların canlı birer ruhu bulunduğuna inanmış ve kuramlarını, bu anlayışın üzerine kurarak geliştirmiştir. Ona göre, evrende herşeyin bir ruhu vardır. Ruhsuz, hiçbirşey yoktur. Canlılığı yaratan da ruhtur. Ruh, herşeydir.
Canlı maddeciliğin kurucusu olarak kabul edilir.
Geometri bilgisini Mısır’dan, gökbilimimi Babil’den, tam sayıları Fenike’den öğrenen Tales, bütün öğrendiklerini, İyonya’nın bir kenti olan Miletos’da öğrencilerine öğretmiştir. Metamatik ve geometri üzerine, kendi teoremleri bulunmaktadır. Bunlar;
Çap, çemberi iki eşit parçaya bölür.
Köşesi çember üzerinde olan ve çapı gören açı, dik açıdır.
İki doğrunun, kesişme noktasındaki ters açılar, birbirine eşittir.
Bir ikizkenar üçgenin taban açıları, birbirine eşittir.