Tanrıça Leto heykelciği

Tanrıça Leto heykelciği

Heykelcik, Bayındır Tümülüslerinde bulunmuştur.

Tümülüsler, Antalya’nın Elmalı ilçesinin güneydoğusunda, İlçe merkezi ile Çukurelma Mevkii arasındaki geniş arazi üzerinde oturan Bayındır Mahallesindedir.

Tanrıça Leto heykelciği:

Diğer bulgularla birlikte, mezar içinde armağan eşyalarının yığıldığı bir kesimde birlikte ortaya çıkmıştır. Yanındaki diğer figürlerin tanrıça ve rahip olması sebebiyle aynı şekilde tanrıça ve çocukları olabileceği düşünülür.

Bayındır Tümülüsünde ele geçen 17 cm yüksekliğindeki fildişi yontucuk, gelmiş geçmiş en nitelikli eserlerden biri olarak anılır.

Buluntu, bilimsel olarak, MÖ 700-600 yılları arasındaki geniş yelpazeye tarihlenir.

Yontucuk: ayakta duran bir anne ve iki çocuğundan oluşur.

Kızının elinden tutmuş, oğlunu ise omuzuna almıştır.

Sevimli anaç gülümsemesi ve giysileriyle güncel bir sahnenin yansıması gibidir.

İnsani gülümseyiş, İonalı sanatçıların bir becerisidir.

Bunun Tanrıça Leto, oğlu Apollon ve Kızı Artemis olduğu öne sürülür.

Tanrı ailesi olduğu konusunda sağlam bir belirteç yoktur.

Salt başındaki “polos” ise, aslında diğer giysilerde olduğu gibi yine günlük yaşamdan görülerek yontucuğa yansıtılmış bir başlıktır.

Tanrıçalar da takar.

Sonuç olarak: bu küçük tanrıça yontusunun zamanının ilerisinde olduğu ve doğu dünyasında benzeri olmadığı belirtilir. Batı dünyası kökenlidir.

Günümüzde Antalya Arkeoloji Müzesindedir.

6 Mart 2025
bosluk

Apollon Kehanet Merkezi

Apollon Kehanet Merkezi
Demre

Antalya Demre ilçesi; Buradaki antik kalıntılar,  bir zamanlar, Lykia döneminde Apollon kehanet merkezi olarak ünlenmiştir.

Bir zamanlar denizin kıyısında bulunan ve günümüzde ise bataklık kıyısındaki, denizden 1.5 km içeride küçük bir kehanet tapınağı kalıntıları bulunur.

Tapınağın doğu kıyısındaki kaynak, hala akmaya devam etmektedir. Burası muhtemelen, Apollon kehanet merkezinin kehanet havuzunu bekleyen kaynaktır.

Kehanet tapınağı ile ilgili olarak antik dönem yazarları şunları yazmışlardır;

Polykharmos:

            Geleceğini öğrenmek isteyen kişiler, kum girdabının bulunduğu deniz kıyısındaki Apollon koruluğuna geldiklerinde, kızarmış etler dizili 10 şişi ellerinde tutarak, kendilerini takdim ederler.

Rahip sessizce yerini alır, kişi de şişleri girdaba atıp olacakları izler.

Şişler atıldıktan sonra, havuz deniz suyu ile dolar.

Bir anda çok sayıda ve değişik boyda birçok balık ortaya çıkar.

Eğer “balıklar kendilerine atılan eti yerse iyi, kuyruklarıyla geri çevirirse kötü” anlamına gelir.

Artemidos:

            İçinde büyük balıkların görüldüğü ve girdap oluşturan bir tatlı su kuyusunun oluştuğunu ve geleceği öğrenmek isteyenlerin bu kuyuya haşlanmış et ve ekmekten oluşan armağanlar atkılarını” belirtir.

2 Mart 2025
bosluk

Çalınan tarihimiz, Bergama Zeus Sunağı

Çalınan tarihimiz, Bergama Zeus Sunağı

Makedonyalı İskender’in ölümü üzerine, generalleri tarafından kurulan devletlerden birisi olan Bergama krallığı: 150 yıllık yaşamı boyunca: dönemin en büyük kültür merkezlerinden biri haline gelmesiyle önem kazanır.

Özellikle: MÖ.2. yüzyılda: Attalos hanedanı döneminde, Kral II. Eumenes; Avrupa’dan Anadolu’ya giren ve birçok yeri yakıp-yıkan Galatlara (Keltlere) karşı büyük bir zafer kazanınca: gerek zaferin anımsanması ve gerekse Zeus ve Athena gibi tanrılara olan bağlılıklarının ifadesi olarak, büyük bir anıtsal dini yapı yaptırmaya karar verir.

Gerek Pergamonlu sanatçılar ve gerekse Atinalı sanatçılar tarafından; Marmara bölgesinin mermerleri, şekillendirilerek muhteşem bir dini anıt yaptırılır.

Bu yapıya ait bilgiler, Romalı Lucius Ampellius tarafından yazılan yazıtlardan öğrenilmiştir. 

Kare şeklindeki anıt, at nalı şeklinde, yani “U” şeklinde merdivenli bir podyum üzerine yerleştirilir. 

Giriş, doğudaki ana cadde üzerinden sağlanıyordu.

Üzeri kapalı yaya yolu vardı. 

Podyum üzerinde, portifli sütun sıraları yerleştirilir.

Ön bölümde bulunan merdivenin genişliği: 20 metredir.

Yükseklik ise 12 metredir. 

Anıtın tam boyutu ise: 35 x 33 metre ölçülerindedir.

Dört yanı açıktır ve çok uzaklardan görülebilecek şekilde tasarlanmış ve dış yüzeyi, açık mavi renkte bir boya ile boyanmıştır.

 

Süslemeler-Frizler;

Anıtın en büyük özelliği: dış ve iç mekanlardaki mermer frizlerin güzelliğiyle önem kazanmaktadır.

 

Dış cephe:

Merdivenlerden sonra, 2.30 metre yükseklikte ve 12 metre uzunluğunda bir friz (tavan kirişi ile tavan arasında kalan, üzeri tamamen kabartmalı süslü bölüm) çepeçevre, tüm podyumu yani kenarları kuşatıyordu. 

Bu kabartmalar, 120 metre uzunlukta, 2.3 metre yükseklikte ve tam 118 taneydi. 

Menekrates, Dioyades, Orestes gibi Bergamalı ve Anadolulu ustaların elinden çıkan bu güzellikler, Tanrıları yumuşak ve ince, devleri ise sert ve kaba çizgilerle anlatıyordu. 

Zıt ama birlik içinde, uyumu yakalayan, ışık ve gölge oyunlarıyla insanı, efsaneler evreninin derinliklerine çekiyordu. 

Yapıyı süsleyen bu frizler; Olympos tanrılarının hemen hepsinin, yansıtmalı sanatsal özgünlüğünün yanı sıra, Zeus Sunağını, o çağ insanlarının dinsel ilgisinin ana odaklarından biri durumuna getiriyordu. 

 

Frizlerde anlatılan konu:

Bu bölümdeki frizlerde: mitolojik Yunan tanrıları ile Toprak Tanrısı Gaia ve uzun saç ve sakalları bulunan, ayaklarının yerinde yılan kuyrukları olan dev Gigantların mücadelesi tasvir edilmiştir. 

Gigantlar aslan ya da boğa başlı ve yılan kuyruklu yaratıklardır.

Çünkü Helenistik dönemde, Ege uygarlıkları bölgesinde, Tanrılar ve Gigantlar arasındaki savaş betimlemeleri, sevilen ve sık işlenen konulardandı.

Gaia isimli toprak ananın çocukları olan Gigantlar, aslan ya da boğa başlı ve yılan kuyruklu yaratıklardı. 

Tanrıların egemenliğini yok etmeye çalışmaları ve biçimsiz şekilleriyle bilinir ve tanınırlardı. 

Mitolojiye göre:

Tanrı Zeus, kardeşleri Gigantları, yer altı dünyasına (Tantarus) kapatır. 

Buna kızan Gigantlar yeryüzüne çıkarak mitolojik tanrılara saldırırlar. 

Bu savaş  betimlemelerinde, insan şeklinde, bilge ve soylu yaratıklar olarak betimlenen Olmpos tanrılarından: Zeus, Athena, Apollon, Artemis, Leto, Dione ve ismi bilinmeyen başkaca tanrılar tasvir edilmiştir. 

Tanrıların gücü ve kudreti karşısında Gigantlar yenilirler, ezilirler ve gövdeleri paramparça olur ve korkunç acılar içinde kıvranırlar. 

Kazanan tanrılar, simgesel olarak Pergamonluları tasvir etmektedir. 

Yenilen devler ise, Pergamonluların düşmanları olan Galatları simgeler.

Frizdeki tanrıçaların giysilerine, altın ve tunçtan eklemeler yapılmıştır. 

Kabartmalarda, Gigantların isimleri ayrı ayrı yazılmıştır. 

 

Evet, anıtın içine girildiğinde:

Merdivenlerden çıkılarak anıtın içine girildiğinde, portiflerden geçildiğinde, kapalı bir avluya ulaşılır. 

Bu kapalı avlunun içinde, kurbanların kesildiği yani altar-sunak denen alan bulunur. 

 

Sunak:

Bu portiğin ortasındaki boşlukta, Zeus’a adanan armağanların konulduğu asıl sunak bulunur.

Sunak, Zeus’un yanı sıra Athena ve tüm diğer tanrılara adanmıştır.

Antik dönemde, insanlar sunaklarda hem adaklarını sunarlar hem de tanrılara sadece sunak önünde taparlardı.

Ve sunaklara kadınlar giremezdi.

Sunak, açık mavi boyanmıştır.

 

İç bölümdeki frizler:

Sunağın üç tarafını saran alçak duvarlarda, ikinci bir friz çepeçevre dolaşır.

Sunağın üst bölümlerinde, kentuvarlar (yarı at, yarı insan mitolojik yaratıklar), dört atlı arabalar, atlar ve tanrı heykelleri bulunur.

Anıtın bu içi bölümündeki figürlerde ise;

Pergamon şehrinin kuruluşuna ait figürler yani Telefos Efsanesinin tasvir edildiği figürler bulunur. (Bergama şehrini Telefos kurmuştur.)

Bu kabartmaları yapanlar, Atina ve Pergamondaki en ünlü sanatçılardır. 

Kabartmalarda, Helenistik heykel sanatının tüm özellikleri, kıvrılıp bükülen vücutları ile duygusal yüz ifadeleri mermerlere yansıtılmıştır. 

 

Telephos Efsanesi:

Telephos, Attolos hanedanının efsanevi kurucusudur.

Tanrı Herakles tarafından baştan çıkarılan güzel Prenses Auge tarafından dünyaya getirilmiştir. 

Ancak günahkar olduklarını düşünen anne ve babası tarafından, doğar doğmaz annesi Auge tarafından küçük bir gemiyle denize bırakılır.

Bu sırada: Auge, Bergama’nın da içinde bulunduğu bölgeye gelir ve bölgenin kralı Teuthras tarafından himayesine alınır.

Aynı dönemde, denizdeki gemiden ayrılan Telephos, dağlarda dişi bir geyik tarafından beslenerek büyütülür.

Aradan geçen uzun bir süre sonunda, babası Herakles, Telephos’u bulur ve yanına alır. 

Telephos, annesini bulmak için Bergama bölgesine geldiğinde ise, bölgede Amazon Kraliçesi Hiera ile evlenerek, Mysia bölgesinin kralı olur.

 

Gelelim yakın geçmişe, Tapınağın bulunup çalınıp götürülmesine:

1870’li yıllarda yol mühendisi olarak çalışan Carl Human, Bergama-Dikili yolunun yapımında görevlidir.

Taşa ihtiyaç duyulduğunda, onu Bergama’ya gönderirler.

Bir zamanlar, 200 bin kişinin yaşadığı bu kentte, elbette taş çoktu.

Carl Human, bölgeye geldiğinde, tepedeki kalıntılar arasında çok sayıda taş bulunduğu, bu taşların kireç yapımında kullanıldığını, yani eritildiğini ve hatta bu taşların yani heykel parçalarının, özellikle geceleri inleyip ağladıklarını haber alır. 

Bölgedeki tarihi yapıların çokluğu karşısında şaşırır.

Eski kitaplardan ve özellikle İncil’den Bergama’da büyük bir Tapınak olduğunu biliyordu.

Sunağı, ince Bakırçay kıyısındaki Sindel köyü yakınlarında aradı.

Sonra, Akropolde Bizans duvarlarının arasında, üzerinde o inanılmaz güzellikteki kabartmaların yer aldığı mermer frizleri gördü.

O kadar etkilenir ki bir anda kendisini arkeolog sanır.

Bergama’da bir ev kiraladı.

1865’ten 1871 yılına kadar nu buldu ise, no topladıysa gizlice Berlin’e gönderdi.

Prusya Müzeler Müdürü ( o dönemde Berlin, Prusya imparatorluğu sınırlarındadır) Aleksander Conze tanıdığı bir kişiydi.

Conze’nin önerisiyle, 1871 yılında, hiç kimseye bilgi vermeden, hiçbir resmi kuruluştan izin almadan, sunağın bulunduğu yerde kazılara başladı. 

Sunak yavaş yavaş opak merdivenleriyle, narin sütunlarıyla, olağanüstü kabartmalarıyla ortaya çıktı.

Zeus sunağı olarak da adlandırılan antik döneme ait dini yapıyı: özenle kestirir ve numaralandırarak paketletir.

Bergama sunağını alıp götürmek için İngiliz Brisith Museum Müdürü Newton ile Prusyalı Conze arasında süren sessiz çekişme bugün biliniyor.

Ama ellerini çabuk tutan Conze ve Human oldu.

Human, kazı sırasında tuttuğu kazı günlüğünde, yaptığı kaçak kazıyı, bulduklarını Almanya’ya gizlice ve ivedilikle nasıl gönderdiğini ürkek ve korkulu bir dille ayan beyan anlatır.

İri boynuzlu, kara mandaların çektiği kağnılarla, sunak Dikili’ye, deniz kıyısına taşınır. 

Sonra savaş gemilerini yüklenir, büyük bir riskle, fırtınalı denizleri aşarak hiç bilmediği, hiç tanımadığı topraklara iner.

Zeus sunağını topraktan koparan Human, yaptığı için yasadışılıktan korktu ve 1878 yılında kazı izni almak için Osmanlı devlet yetkililerine başvurdu.

Yeni kazı yapmak için, Sultan II Abdülhamit yönetimiyle şaibeli ve içeriğinin ne olduğu belirsiz anlaşmalar yaptı

Bugün Almanların, Zeus sunağının kaçırılması ile ilgili olarak “Sunağın Almanya’da bulunması yasaldır, elimizde izin var, belge var” deyip, bu belgeleri kimseye göstermemelerinin sebebi budur. 

Küçük bir not: İngilizler Yunanistan Atina Akropolünden çaldıkları Elgin mermerlerini, o dönemin Atina valisi olan Osmanlı Paşasından para verip satın aldıklarına ait belge, bugün British Museum’da Elgin mermerlerinin sergilendiği salonun kapısında asılıdır. 

Evet, Almanlar bu tür bir açık yürekliliği gösteremiyorlar, dediğim gibi yapılan anlaşmalar şaibeli.

Evet, söz konusu anlaşmaya göre, güya çıkan yapıtların üçte biri Sultana, üçte biri toprak sahiplerine, üçte biri kazı yapana yani Almanlara verilecekti.

Paylaşımda adaleti ise yansız bir kişi sağlayacaktı.

Bu kişi, ne yazık ki, İzmir’deki Osmanlı Bankası Müdürü Götüngenli bir Almandı.

Değerli buluntuları Prusyalılara, değersiz taşları Osmanlılara bıraktı.

Sunağın sökülüp götürülmesi yetmiyormuş gibi, Carl Human, elindeki altının değerini bilmeyen bir çocuğu şekerle kandırıp altını alan kurnazlar gibi, bu anlaşmanın gölgesine sığınarak, bugün Berlin Müzelerini dolduran birçok Bergama heykelini de Prusya’ya (Berlin) götürdü.

Bir keresinde, Human’ın kağnı kervanının uzunluğu, Bergama’da büyük heyecan ve tedirginlik yarattı.

Bergama ayağa kalktı.

Halk kervanın önünü kesti.

Sultana haber salındı.

Rivayete göre, İstanbul’dan gelen Paşa, altın değilmiş, taşmış bunlar deyip geri döndü.

Belgeler ışığında, bugün anlaşılıyor ki, denetimsiz çalışan Carl Human, 13 yıl boyunca, Bergama’yı açıktan talan etti.

Zeus sunağını taş tas, sütun sütun Berlin’e kaçırdı.

Bugün alındığı ileri sürülen iznin Sunak için değil Sunak kaçırıldıktan sonraki dönemde yapılan kazıları kapsadığı biliniyor.

Yine bugün elde bulunan bazı belgelere göre “Prusya Şansölyesi Sultana tarihi taşların korunması için ödünç olarak verilmesine” teşekkür ediyor. 

Evet bu muhteşem anıt, günümüzde kendi yeri yani Bergama şehrinde değil, Almanya Berlin Pergamon Müzesindedir.

Daha da ilginç olanı, Almanlar (İngilizler gibi dünyanın birçok yerinden çaldıkları eserlerin sergilendiği British Museum girişinde ücret almıyorlar) bu müzeye girişte oldukça yüksek ücret de alıyorlar. Her yıl bu müze 1 milyon kişi tarafından ziyaret ediliyor.

Bir zamanlar Pergamun (günümüzdeki Bergama) şehrinde kurulu olan bu olağanüstü güzel anıtın yerinde bugün, iki çam ağacının gölgesindeki 5 basamaklı temel kalıntıları görülüyor,

Son bir not: bugün hırsız Carl Human’ın mezarı, Zeus Sunağının Bergama’da  bulunan temellerinin eteğindedir. Adam her türlü hırsızlığına karşı vasiyet ediyor ve Bergama’ya gömülüyor.

Zeus sunağı, Berlin’de Carl Human’ın mezarı ise Bergama’da.

Bence, Almanlar bu mezarı da, hemen Bergama’dan almalı ve Berlin’de Müzenin uygun bir yerine götürmelidirler. 

Sonuç:

Evet, Almanlar: Hattuşaş’ta yangında hırpalandığı için onarım için götürdükleri Sfenks heykelini, 50 yıl sonra, zorla geri iade etmişler ve bu Sfenks heykeli günümüzde Hattuşa Müzesinde yani ait olduğu topraklarda sergilenmektedir. 

Ama, bu olağanüstü antik eseri, aynı zamanda milyonlarca Euro para kazandıkları bu eseri, sanırım asla Bergama’ya geri iade etmezler.

Bu satırları okuyan bizler; Berlin şehrini ziyaret ettiğimizde, Pergamun Müzesini görüp, bu anıtı gezelim, Bergama şehrine gidersek, kalıntıları gezerken Carl Human diye birinin mezarını görürsek, kimdir bu diye düşünmeyelim. Çanakkale Truva’yı yağmalayan İngiliz gibi biridir diye tanıyıp bilelim.

 

Aranan kelimeler:

24 Şubat 2024
bosluk

Büyük İskender: Gordion şehrinde

Büyük İskender: Gordion şehrinde

MÖ.333 yılında, Makedonya kralı Büyük İskender: Anadolu’da bölgeye hakim olan Persleri yener ve Gordion şehrini egemenliği altına alır. İskender: bir fetih dönüşünde, kışı geçirmek için Gordion şehrine uğrar.

Gordios ve Midas’ın yönettiği Frig krallığının başkenti Gordion: çözülmez düğümü ile ünlenmiştir. Büyük İskender: düğümü kendisine göstermelerini ister. Düğüm: eski bir arabanın boyunduruğunda, kızılcık ağacı dallarıyla ve büyük bir ustalıkla atılmıştır ve o güne kadar kimse tarafından çözülememiştir.

Yine efsaneye göre: düğümü çözecek kişi, tüm dünyanın efendisi olacaktır.

İskender: düğümü gördüğünde, çevresindekilerin şaşkın bakışları arasında, kılıcını çeker ve hızla düğüme vurur, düğüm parçalanır ve ne düğüm kalır, ne efsane.

Büyük İskender: düğümü çözmek için uğraşmak yerine, düğümü kılıcı ile keser ve dünyaya “kılıç” ile hakim olacağının işaretini verir. Bunun akabinde: Makedon ordusu ve Frigyalılar: İskender’i Asyanın efendisi olarak selamlarlar. Aynı zamanda, “dünyanın hakimi” efsanesi de gerçekleşir ve o zaman, bilinen dünya olarak kabul edilen: Hindistan’a kadar olan tüm ülkeler: 13 yıllık kısa bir süreçte Büyük İskender tarafından ele geçirilir.

Aranan kelimeler:

16 Mart 2014
bosluk

Büyük İskender; Efes şehrinde

Büyük İskender; Efes şehrinde

Büyük İskender: Persleri yenerek Anadolu’daki tüm şehirlerde egemenliği ele geçirir. Sonunda Efes şehrin gelir.

Doğumunda Artemis’in ebelik yaptığı inanışını duymuştur ve tanrıçaya ve şehre borçlu olduğuna inanarak: büyük bir tören düzenletir, tapınak sunağında kurbanlar kestirir ve adamlarına “Artemis” heykellerini elleri üstünde taşıtır. Panayır dağı çevresindeki kutsal yolda: büyük bir ihtişamla yürürler. Dağın çevresini dolaştıktan sonra: yine tapınağa gelirler. Efesliler: daha önce böyle görkemli tören görmemişlerdir. Takip eden yıllarda: bu kutsal yol: bir güzergah olarak bir çok kere kullanılır.

Şehir halkı: tapınağın mükemmel olması için, dönemin en ünlü mimar, heykeltıraş ve ressamlarını şehre davet ederler. Bu sanatçıların yaptıkları muhteşem eserler, henüz bulunamamış olmasına rağmen, bunların nitelikleri antik dönem yazarları tarafından belirtilmiştir.

İskender: tapınağın bütün masrafını karşılamak ister. Ancak, tek bir şartı bulunmaktadır. Yaptığı bu iyiliğin, tapınak üzerine yazılmasını ister. Efesliler, bunu kabul etmezler, bir iyilik yapılacaksa bunun karşılığının beklenmemesi gerektiğini düşünürler. Öte yandan: İskender’in teklifini de değerlendirmek isterler ve kendisine gayet politik bir yanıt verirler “Nasıl olur da bir tanrı, başka bir tanrıya tapınak yaptırabilir?”

Büyük İskender: bunun üzerine, Efeslilerin daha önce Perslere verdikleri vergiyi kaldırır ve bu vergilerin tapınak inşaatında harcanmasını ister ve şehirden ayrılır.

Aranan kelimeler:

16 Mart 2014
bosluk

Efes, Artemis Tapınağı

Efes, Artemis Tapınağı

Artemis: Yunan Mitolojisinde: ünlü bir tanrıça olarak bilinmektedir. Ancak: Roma’lıların “Diana” olarak kabul ettikleri: Zeus’un kızı ve Apollon’un kardeşi olan bu tanrıça ile, Efes Artemis’i olarak bilinen tanrıça arasında belirgin farklar bulunmaktadır. Yani: Efes Artemis’i: Yunan mitolojisinde adı geçen “Artemis” değildir.

Efes Artemis’i: bir anlamda, Efes’e özgüdür. Efes ile özdeşmiştir. Artemis olmadan Efes şehri düşünülemez. Zaten Efes şehrini üne kavuşturan önemli nedenlerden birisi de “Artemis” ve onun adına yapılan “Artemis Tapınağı” dır.

Tapınak: en az tanrıça kadar ünlüdür. İlk inşa edildiği tarihten itibaren, birkaç defa yakılıp yeniden yapılmış ve son olarak o kadar görkemli inşa edilmiştir ki, o haliyle, o çağın insanları, tapınağı “Dünyanın 7 Harikası”ndan biri olarak kabul etmişlerdir.

Tapınakta bulunan “Artemis Heykeli” söylenenlere göre “asma ağacı”ndan yapılmıştır ve yine iddiaya göre, çürümesin diye, bu heykel her yıl yağlanırmış. Zaten: yapılan kazılarda bugüne kadar altın veya gümüş Artemis heykeli bulunmamıştır. Öte yandan, kazıların hala devam ettiği ve toprağın altında nelerin gizli olduğu da bilinmemektedir.

Artemis Tapınağında bulunan heykellerin: halk üzerinde büyük etkisi olduğu söylenir. Hatta: tapınak bekçileri: burayı ziyaret eden meraklılara, heykelin gözlerine bakmamalarını önerdikleri söylenir. Çünkü: heykel göz kamaştırıcı şekilde parlaktır.

Gelelim: Artemis Tapınağının geçmişinde, dünyaya günümüze kadar uzanan bir deyimin ulaşmasına neden olan olaya:

Tapınağın en muhteşem yıllarında: Efes şehrinde “Herostratos” isimli, kunduracılık yaparak geçimini sağlayan saf bir adam yaşamaktadır. Bu adamın kimseye zararı dokunmaz, ama “ünlü olmak gibi” çok büyük bir zaafı bulunmaktadır. Çevresinde ise, onun bu zaafını çok güzel kullanabilecek, bir yığın maceracı, soyguncu, politikacı insan bulunmaktadır.

Sonunda bir gün: çevresindeki insanlar, bu bizim kunduracının zaafını kullanırlar ve “meşhur olmak istiyorsan, Artemis Tapınağını yakmalısın o zaman adın tarihe geçer” derler.

Herostratos: önceleri korkup ürktüğü bu planı gerçekleştirmek için: bir süre sonra harekete geçer. İklim nedeniyle yangınları söndürmenin zor olduğu bir yaz gününde: MÖ.356 yılının 21 Temmuz günü: harekete geçer ve tapınağı ateşe verir. Tapınak: içindeki kandiller için saklanan yağlar nedeniyle hızla yanar ve bu sırada tapınağın hazinesi şehirdeki tüm çapulcular tarafından yağmalanır.

Ertesi gün: duman ve sis bulutları arasında kalan ünlü tapınağın ayakta kalan harabesi çok hazindir. Şehir halkı: çok sevdikleri tanrıçalarının tapınağını yangından kurtaramamışlardır. Yalnız: başka bir gerçek daha ortaya çıkar. Neden Tanrıça kendi tapınağını yangından koruyamamıştır?

Bu sorunun yanıtı: yıllar sonra anlaşılır. Çünkü: MÖ.356 yılının 21 Temmuz günü: Tanrıçanın bir görevi bulunmaktadır ve yangın günü, yıldızlar tanrıçaya büyük bir kişinin o gün doğacağını haber vermişlerdir. Hatta: bu kişinin doğup büyüdüğü zaman, ünlü bir kral hatta bir imparator olacağı ve o çağ dünyasının her yönüne akınlar yapacağı, ülkeleri ele geçireceği ve yeni bir çağ yaratacağını müjdelerler. Bunun sonucunda, bu ünlü kişinin doğumunun bizzat tanrıça tarafından yapılması gerektiğini bildirirler.

Bu haberler üzerine: tanrıça 21 Temmuz günü tapınaktan ayrılarak Makedonya’nın Pella şehrine gider ve tarihte önemli bir rolü bulunan “Büyük İskender” doğar. Bu nedenle: tanrıça tapınağının yanmasına engel olamamıştır.

Evet: tapınak yanar ve daha sonra: Efesliler, kunduracı Herostratos’a en korkunç cezayı verirler ve hatta onun adını anan herkes için “ölüm” emri verilir. Bu olaydan sonra: yüzyıllarca, şan ve şöhret tutkunu kişileri “Herostratik” denilir.

Aranan kelimeler:

16 Mart 2014
bosluk

Paskalya Adası

Paskalya Adası

Günümüzden, yüzlerce yıl önce: bir kısım denizci kavim: bulundukları yerden ayrılırlar ve uzun bir yolculuğun ardından: muhteşem güzellikteki bir ada’ya ulaşırlar ve buraya yerleşirler.

Ada: tamamen ağaçlarla kaplı ve ormanlıktır. Özellikle: Palmiye ağaçlarının bolluğu dikkat çeker. Bu ormanlık alanlarda: özellikle kuş türleri yoğundur. Deniz ise, her türlü deniz ürününü yeni ziyaretçilerine sunar. Böylelikle: Polinezyalı olarak isimlendirilen bu insanlar: yeni buldukları ve yerleştikleri adada; refah içinde yaşarlar ve nüfus yoğunluğu hızla artar. Ancak: bu insanlar adaya gelirken, yanlarında, adaya misafir olarak, bir tür canlı misafir daha getiriler: “fare”

Tarihi süreç içinde, zaman akıp gider. Bu arada: insanlar; ada insanları, ada içinde “uzun kulaklılar” ve “kısa kulaklılar” olarak ikiye ayrılırlar. (Hatırlayanlarınız olabilir: Anadolu’da büyük bir uygarlık kuran Frigyalılarda da uzun kulak, özellikle aristokrat sınıfı için tercih edilen bir özelliktir ve kulaklarının uzun olması için, doğumdan itibaren kafalarının sürekli bezlerle sarılı tutulduğu söylenir)

Evet: uzun kulaklılar kabilesi ve kısa kulaklılar kabilesi: verimli adanın topraklarında yaptıkları tarım ve avcılık ile hayatlarını gayet mutlu sürdürürler. Bu arada: adada, 3 aktif ve aktif olmayan birçok volkan bulunduğunu da söylemem gerek. Adalılar: bu volkanların bulunduğu alandaki taş-kaya bloklarını yontarak, bir kısım heykeller yapmaya başlarlar.

Ama: yüzyıllardır cevapları verilemeyen soruların ilk bölümü burada ortaya çıkar:

Adaya gelen bu yerliler:
1. Kaya-taş oymayı nasıl öğrendiler.
2. Kaya-taş oyacak aletleri-teçhizatı nasıl buldular.
3. Muhteşem sert, bu volkanik kayaları nasıl oyarak şekillendirdiler.

Bu soruların devamında: adalılar: yaptıkları ve bazıları 50 ton ağırlığa kadar ulaşan heykelleri: adanın çeşitli yerlerinde hazırladıkları “podyum” lara yani “kaideler” üzerine yerleştirdiler.

4. Heykelleri, yaptıkları yerden, yerleştirdikleri bu kaidelerin bulunduğu yere nasıl taşıdılar?

Heykeller: gayet düzgün ve gururlu yüz yapısı gösteriyordu, uzun ve düzgün burunlu, gururlu bakışlı, uzun kulaklı baş heykelleri:

5. Bu heykeller: ne için yapılmışt?
6. Heykeller: neyi simgeliyordu?
7. Heykellerin hepsi: adanın iç kesimlerine bakıyordu, neden?

(Varsayım: heykeller, adalıların atalarını temsilen yapılmıştı ve heykellere tapıyorlardı. Heykellerin hepsinin adanın iç kesimlerine bakmalarının sebebi olarak ise: “heykellerle ifade edilen varlıkların” denizden geldiklerinin betimlenmesi)

Ada üzerinde yapılan incelemelerde: 1000’e yakın heykel bulunmuştur. Bunların, üçte birlik kısmı: planlanan yerlerine taşınmış ve kaideler üzerine yerleştirilmiştir. Büyük bir kısmı: taşınma esnasında adanın çeşitli yerlerinde, öylece bırakılmış ve yine bir kısmı, taş ocaklarında yapılırken yarım kalmış şekilde bulunmuştur. Yalnız: diğer en büyük özellik: heykellerin, yalnızca beşte biri, adada bulunan volkanik kaya kütleleri oyularak yapılmıştır. Heykellerin, diğer büyük kısmı, ada da bulunmayan taş-kaya kütlelerinin oyulması suretiyle yapılmıştır.

8. Adada bulunmayan taş-kaya kütlelerinden yapılan bu heykeller, başka bir yerde yapıldıktan sonra mı buraya getirilmiştir? Eğer öyle ise, nerde yapılmıştır ve nasıl getirilmiştir?
9. Heykellerin ki, bazıları 50 tona yakındır, yapıldıkları taş ocağından, yerleştirildikleri kaidelerin bulunduğu yerlere nasıl taşınmıştır.

Varsayım: Heykeller, taş ocağından veya yapıldığı yerden, yerleştirildikleri kaideler üzerine taşınması sırasında: adada bulunan ormanlardan elde edilen ağaç kütükleri kullanılmıştır. Heykeller, ağaç kütükleri üzerinde taşınmışlardır veya diğer bir varsayım: heykeller: uzaydan gelenler tarafından bir şekilde, bir yerlerde yapılmış ve yine onların gücü veya imkanları ile taşınarak, adaya, bulundukları yerlere getirilmişlerdir. Çünkü: bir kısmı 50 ton ağırlığında olan bu heykellerin, o dönemin insan gücü ile taşınması mümkün değildir. Öte yandan, o dönemde, ada nüfusu en fazla 1000 kişi civarındadır ve Mısır döneminde, piramitler yapıldığındaki, yüzbinlerce kişilik işgücü burada söz konusu değildir.
Ayrıca: zaten, adanın besin kaynakları, yüzbinlerce kişilik işgücünün beslenmesine yetecek ölçüde değildir.

Diğer ve son bir varsayım: adanın, bir zamanlar, üzerinde muhteşem bir uygarlık kurulmuş olan “Atlantis kıtası” nın bir parçası, uzantısı olduğu yönündedir. Atlantis kıtası; her ne kadar varlığı kanıtlanmış bir yer olmasa da, geçmişe yani antik dönemlere yönelik yazarlar tarafından söz edilmiştir ve bu muhteşem uygarlıktan günümüze hiçbir şey kalmamıştır. Ama, belki de, bu taş heykeller, kalıntı olabilir mi?

Evet: bu sorular bir yana, ben yine adada yaşananlar hakkında söz etmek istiyorum. Adada, iki ayrı yerde yaşayan uzun kulaklılar ve kısa kulaklılar: geçen zaman içinde, bu taş heykelleri yontmaya o kadar aşırı bir ilgi göstermiş ve zaman ayırmıştır ki; sayıları yüzlerce olan bu taş heykelleri yaparken; yoğun bir şekilde, adanın ormanlarını yok etmişlerdir. Aslında: bu yok etmede; adaya ilk geldiklerinde, yanlarında getirdikleri “fare” lerin de rolü büyüktür.

Derken: adadaki ağaçların hızla yok edilmesi sonucu: ekolojik denge bozulur, ormanlarda barınan av hayvanları yok olmaya başlar ve zamanla biter. Ada yerlileri, bir zaman gelir, denizde kullanmak için kendilerine “kano” yapacak “ağaç” bulamaz hale gelirler. Bu arada, şunu de belirtmek gerekir ki: ada üzerinde yazının başında söz ettiğim gibi, 3 aktif ve yüzlerce aktif olmayan volkan bulunmaktadır. Acaba, bunlar etkin hale geldi ve bu yüzden mi, adanın orman-ağaç varlığı yok oldu?

Bir şekilde bozulan ekolojik denge nedeniyle, aç kalan insanlar, kendi aralarında çatışmaya başlarlar ve bu çatışmalar o ölçüde vahşi hale gelir ki; yamyamlık iddiaları gündeme gelir. Önce yokluk, sonra açlık.

Evet: küçücük bir adada, yüzlerce muhteşem heykeli üretecek şekilde bir uygarlık kuran bu insanlar: doğaya karşı yaptıkları bu katliam nedeniyle; bir zaman gelir, birbirlerine yiyecek ölçüde vahşileşirler.

Günümüz insanı olarak: gerçekliği tam olmasa da (çünkü, gerek arkeoloji ve gerekse bilim adamları, yukarıda yazdığım sorulara net cevaplar verememektedirler) ; bu anlattıklarım; arkeolojik ve bilimsel araştırmalar ile büyük ölçüde kanıtlanmıştır.

Doğaya sahip çıkalım, doğanın kaynaklarını gereksiz tüketmeyelim. Son bir not: bu ada: halen Güney Amerika kıtasında, Şili ülkesine bağlı bir adadır ve dünya üzerinde, yerleşim yerlerine en uzak ada olarak bilinmektedir.

Aranan kelimeler:

10 Kasım 2012
bosluk

Çalınan Tarihimiz, Tarihte ilk müzik notaları

Çalınan Tarihimiz, Tarihte ilk müzik notaları

Seikilos Mezar yazıtı:

1882-1883 yılları arasında, en büyük arkeoloji hırsızları çetesinden oluşan yol mühendislerinin Aydın-İzmir demiryolu yapımı sırasında, yine bir tarih hazinemiz bulunur.

Demiryolu inşası sırasında, Tralleis antik kentinde: MÖ.200 ve MS.100 yılları arasında yaşadığı tahmin edilen, Seikilos isimli bir şahsın; karısı veya oğlu Euterpe’nin mezar taşında; taşa kazınmış halde “notalar” görülür ve bunların, tarih sahnesinde, bilinen ilk müzik parçasının notaları olduğuna inanılır. Çünkü: Pergamon krallığına bağlı bir kent olan Trailes’de: her yıl “Athena” ve “Eumeneia”da olduğu gibi, Pergama krallarının onuruna, düzenli olarak dinsel içerikli oyunlar ve müzikal şenlikler düzenlenirmiş.

O sırada demiryolu şirketinin müdürü Edward Purse’dir. Mezar yazıtı: bir şekilde, Purse’nin eline geçer.

Mezar taşı: sütun gövdesi şeklindeki bir mermer kolonun üzerine kazınmış, iki bölümden oluşmaktadır. Antik Grek müzik notalı lirik şiir, şarkı sözü notaları ve mezar yazısı: alt alta yazılmıştır. Yani: tamamen müzik kompozisyonu şeklindedir ve dünyada müzikal nota olarak bilinen en eski yazılı kayıt kalıntısıdır.

Yazının transkripsiyonunda: müzik sözleri, harflerle sembolize edilerek, kısa bir müzik notası ortaya çıkarılmıştır. Müzik: MÖ.2’nci yüzyılda, Phrgia’da bilinen nota sistemine uygun yazılmıştır.

Şiiri oluşturan sözler: 6/8 lik nota ölçüleriyle ezgiye dönüştürülerek batıda müzik marketlerde özgün müzik olarak müzikseverlere sunulmuştur. Grekçe olan şiirin, Türkçe sözleri şu şekildedir: “Yaşadığın sürece dertsiz-tasasız ol. Hiçbir şeyin, seni üzmesine izin verme. Hayat çok kısa. Ve zaman her şeye gebedir.”

Evet, kolonun alt kısımları oldukça eğri-büğrü olduğundan, Mss. Pulse tarafından düzgün bir şekilde kestirilmiştir. Ancak, bu kestirme sonucunda, yazıtın en alt kısmında tamamlanmamış satırı da yok olmuştur.

Seikilos mezar taşı: bulunduktan sonra, İzmir’e götürülmüş, De Joung isimli şahsın, özel koleksiyonunda uzun süre muhafaza edilmiştir. Çünkü: bu şahıs, mezar yazıtını bulan Purse’nin kızı ile evlidir ve İngiliz gemi sahibi bu şahsın, İzmir yakınlarında, Buca’da bir vilları bulunmaktadır. Mezar anıtı: 1923 yılındaki Kurtuluş Savaşı dönemine kadar, onların bahçesinde bulunur. Ama, Kurtuluş Savaşı sonucunda ülkemizin düşmandan temizlenmesi sürecinde, korkarlar ve mezar anıtını yurt dışına yollarlar. Şubat 1954 tarihinde: İsveç-Stockholm Hollanda Büyükelçisi olan Hollandalı diplomat W. Daniels; kendisine kayınvalidesinden miras kalan bu mezar yazıtını: satışa çıkarır. Kopenhag Üniversitesi Klasik Filoloji Bölümünde görevli Prof. C.Hoeg; satışa katılır, kolonu inceler ve dönüşünde Carlsberg Vakfı’na verdiği rapor sonucu, eser, 1966 yılında satın alınır.

1923 yılından sonra yurt dışına kaçırıldığına inanılan kalıntı: 1966 yılında Danimarka-Kopenhag Müzesine taşınmış ve sergilenmeye başlanmıştır.

Aranan kelimeler:

29 Temmuz 2012
bosluk

Çalınan Tarihimiz, İhtiyar Balıkçı Heykeli

Çalınan Tarihimiz, İhtiyar Balıkçı Heykeli


Osmanlı döneminde, ülkemizdeki tarihi eserlerin yağmalanıp yani çalınıp yurt dışına kaçırılmasında en büyük emeği geçen: Anadolu topraklarında demiryolu yapımında çalışan yabancı mühendislerdir. Bunlar: arkeolog olmamalarına rağmen, karşılarına çıkan veya bölgelerinde gördükleri antik eserleri çalarak yurt dışına kaçırma konusunda uzmanlaşmışlar ve bu arada, bir kısım demiryolu yapımını da gerçekleştirmişlerdir.

Evet, bu hırsız yol mühendislerinin en önemlilerinin en şöhretlileri: Bergama sunağını yurt dışına kaçıran Alman iken, ben bugün yeni bir hırsız yol mühendisi daha öğrendim ve bilgilerimi sizinle paylaşmak istiyorum.

20’nci yüzyılan başlarında, Aydın-Geyre ilçesi yakınlarındaki Afrodisias antik kenti yeni yeni bulunmanın verdiği büyük ilgi ile, yabancı arkeolog veya bir diğer adı hırsızlar tarafından kazılmaktadır. Bu kazı çalışmalarına: 1904-1905 yılları arasındaki kısa dönemde: yol mühendisi, amatör arkeolog Fransız Paul Gaudin’de katılır. Gaudin: bu dönemde, özellikle antik kent bölgesinde, Hadrianus Hamamları olarak adlandırılan bölgeyi kazar ve bulduğu eserlerin küçük bir kısmını İstanbul Arkeoloji Müzesine gönderirken, büyük kısmını, yurt dışına kaçırarak, bazı ülkelere satar.

Aradan onlarca yıl geçer ve 1989 yılında, Afrodisias antik kentine bütün ömrünü adayan, 30 yıllık bir araştırma dönemi sonucunda, mezarı dahi bu antik kentte bulunan Prof. Kenan Erim tarafından: Tiberius Portikosundaki bir havuzda: mermer bir heykele ait: 33 cm. boyutunda ve 5 kg. ağırlında “baş” kısmı bulunur. Prof. Erim: yaptığı araştırmalarda, bu baş kısmının; Almanya-Berlin Müzesinde sergilenen “İhtiyar Balıkçı” isimli heykele ait olduğunu belirler. Bunun üzerine: Berlin Müzesinde, alçıdan yapılmış bir baş parçası ile sergilenen orijinal gövdenin, yani “İhtiyar Balıkçı” heykelinin ülkemize iadesi için girişimlere başlanır.
Ancak, tahmin ettiğiniz gibi, elbette, Almanlar bu heykelin iadesinde de büyük güçlükler çıkarmaktadırlar. Umarım 1991 yılında başlayan görüşmeler, belli bir süre sonra tamamlanır ve heykel ülkemize iade edilerek, ait olduğu yerde, yani Afrodisias Müzesinde sergilenmeye başlanır.

Aranan kelimeler:

29 Temmuz 2012
bosluk

Çalınan Tarihimiz, Dionysos Bronz Heykeli

Çalınan Tarihimiz, Dionysos Bronz Heykeli

Yer: Burdur şehri, Gölhisar ilçesi yakınlarında: “Boubon” şehri.

Şehir: İbecik ve Pırnav ovalarına hakim Dikmen Tepesinin güney yamaçlarında kurulmuştur. Yamaçlarda: büyük bölümü ev olarak kullanılan yapılar bulunmaktadır. Tepenin zirvesinde ise; kaya kütlelerine oyulmuş, sunaklar bulunmaktadır. Bunların yönü: şehre dönüktür ve hemen aşağıdaki evlerin güney yamaçlarına tamamen hakim bir noktadadır. Bu yüzden: şehri yöneten kral zaman-zaman burada oturarak, gururla şehri seyretmektedir.

Şehirde: “Sebastion” yani “Tanrının evi” olarak isimlendirilen yerde: İmparator ve Tanrı heykelleri bulunur ve bu heykellerin büyük bölümü: metal yani bronzdan yapılmıştır. Çünkü: antik dönemde, şehrin en büyük özelliği: burada bulunan, büyük “Bronz Heykelcilik Okulu ve Atölyesi” dir. Bronz heykeller: antik dönemden günümüze pek kalmamıştır, çünkü: bronz, tarihi süreç içinde, eritilebildiğinden, bir eser, yapıldıktan sonra eritilerek, yeniden başka bir kalıba konulabilmektedir.

MÖ.190 yılında; Boubonlular; Araxa şehrinin müttefiki olarak, I. Mithridates savaşına katılırlar. Daha sonraki tarihi süreçte ise: bölgedeki diğer Tetrapolis şehirleri gibi, Lykia egemenliği altına girer.

MS. 43 yılında ise, bölgede Roma egemenliği görülür ve şehir bir Roma eyaleti haline gelir.

İşte, Boubon şehri hakkında, günümüze kadar ulaşabilen başlıca bilgiler bunlardan ibarettir. Şehrin en büyük özelliği, biraz önce de söylediğim gibi Bronz Heykelcilik Okulu ve Atölyesinin bulunmasıdır.

Aradan binlerce yıl geçer. Gölhisar ilçesi yakınlarında İbecik köyü kurulur.

Derken: İbecik köyünün 2.5 km. güneyinde, büyük bir antik şehrin kalıntıları mevcuttur. Bu kalıntılar: uzun süre burada bulunmasına rağmen, yöre insanının dikkat ve ilgisini çekmez. Ta ki: 1960 yılına kadar.

1960 yılına gelindiğinde ise, antik dönem kalıntılarına ilginin artması ile; Boubon antik şehrinin kalıntıları, yöre köylüleri tarafından kazma-kürek kullanılarak kazılmaya ve hatta ücretli amele tutularak kazılmaya başlanır ve bunun sonucunda, kalıntıların bulunduğu bölge delik-deşik edilir ve sanki havadan bombardıman edilmiş gibi bir görüntü ortaya çıkar. Dikmen Tepe, eteklerinden başlayarak, zirvesine kadar tümüyle kazılır.

Yine: aynı dönemde, belirli günlerde, yabancı alıcılar gelirler ve köy meydanına yapılan eserlere fiyat biçerlerdi.

Günümüzde, şehir harabelerini gezerken, en çok göze çarpanlar: çevreye yayılmış, pişmiş topraktan yapılmış: testi, tabak, kadeh, saklama kabı gibi parçalardır. Çünkü: antik eser alıcıları ortaya çıkınca, antik şehir kalıntılarına hücum eden yöre köylüleri: kazı yaparken, yalnızca metalden yapılmış kalıntıları bulma gayreti içine girmişler ve bunların dışındakilere rağbet etmemişlerdir. Bunun sonucunda ise, antik şehir, tamamen kırılmış, parçalanmış pişmiş toprak parçaları ile dolar. Yani, büyük bir tarih, yöre köylüleri tarafından tamamen yok edilir.

Bir antik yerleşim yerinde “kaçak kazı” yapmak ayrı bir olay, ama bir antik şehrin tümünün “kaçak” olarak kazılması, bambaşka bir olaydır.

Özellikle: Bayram Çömbül isimli ve kendi halinde bir köylü olan yöre insanı: bu kaçakçılık faaliyetleri sonucu, birden zengin olur ve bulduğu 14 bronz heykelden, 13 tanesini pazarlayarak, bütün geçimini, kaçakçılıktan karşılamaya başlar. Tabii geçim ötesinde, bu işten zengin olduğu da aşikardır.

Çömbül: her ne kadar basit bir kaçakçı olarak değerlendirilse de, bulduğu bronz heykelleri, nerede ve ne şekilde bulduğunu, bir deftere kayıt tutarak işler ve kendisinin bu uygulamasına akıl erdirmek mümkün olmaz. Ama, bu defter sayesinde, heykellerin bulundukları yerler kanıtlanabilir. Anadolu’da: büyük çoğunluk, bu antik kentleri yağmalanacak ve taşları inşaat malzemesi olarak kullanılacak yerler olarak görüp zengin olma düşleri kurarken; Bayram Çömbül’ün defter tutması, kendisinin farkında olmadığı sonuçlar yaratır ve heykellerin, buradan bulunduklarının en büyük kanıtı olarak bu defter kullanılır.

Ancak: elbette, kaçakçılık parayı getirir, para mücadeleyi, mücadele çekememezliği ve düşmanlığı getirir ve en sonunda: kaçakçılar birbirine düşer ve Bayram Çömbül, esrarengiz şekilde ölü olarak bulunur.

Kaçakçılık o kadar büyük boyutlara ulaşır ki: gerek bölgenin gözlerden uzak olması ve gerekse zor ulaşılabilir olması nedeniyle: Boubon şehrindeki heykellerin birçoğu yurt dışına kaçırılır. Hatta: kaçırılırken yaşanılan bazı olaylar, hikayelere konu olur.

Şöyleki: yapılan ihbar sonucu boş bir kamyonet emniyet güçleri tarafından takip edilip, durdurulup aranırken, öte yandan içinde tarihi eser bulunan kamyon, Fethiye’de, kendisine verilen adrese (bu adresin: İller Bankası Müdürü olduğu söylenir) ulaştığı ve heykeli teslim ettiği söylenir.

1963 yılında ise, yine Boubon şehrinde bulunan bir heykelin: o dönemin ulaşım aracı olan bir jeep ile: sanki bir hasta, hastaneye götürülüyor gibi yastık-yorgan içine sarılıp saklanarak, İzmir Limanına kadar götürülmüş, ancak yapılan ihbar üzerine, limanında yakalanmıştır. ( kesik başlı bu heykel, halen Burdur Müzesinde sergilenmektedir.)

Yine de, bu yağmada, MS.2’nci yüzyıla tarihlenen birçok bronz heykel ve parçası, yurt dışına kaçırılmıştır. Ancak, küçük bir kısmı kaçırılırken yakalanmış ve Burdur Müzesi’ne teslim edilmiştir. Özellikle: halen Müzede sergilenmekte olan “Apollon Heykeli” en görkemli buluntudur.

Tarihler: 27 Nisan 1988 gününü gösterdiğinde, İsviçre’deki bir depoda, antik döneme ait bir bronz heykel ele geçirilir.

Helenistik dönemin Şarap Tanrısı Dionysos betimlenmiş, 143 cm. yüksekliğinde ve sol kolu bulunmayan bronz heykel: MÖ.2’nci yüzyıla tarihlenmektedir.
Dionysos: biraz önce söylediğim gibi, antik dönemin bağbozumu ve şarap tanrısıdır. Anadolu kökenlidir. İnanışa göre, kendisi: dağlarda ve ormanlarda, yaban hayvanları ve yaratıklarla birlikte yaşar. Yine, söylentilere göre: Hindistan ülkesine yaptığı bir yolculukta, yabani asma’yı bulur ve asma bitkisini ehlileştirerek, Anadolu ve Helen dünyasına kabul ettirir. Daha sonra ise, üzümden şarap yapımını öğretir.

Depo: Elmalı Sikkelerinin pazarlanmasında da adı geçen, gümrükte 98 kg. eroin ile yakalanarak, uyuşturucu kaçakçılığından İngiltere’de tutuklanarak 28 yıl hapis cezasına çarptırılan, E.T. isimli bir şahsa aittir.

İsviçre hükümeti: heykelin yasadışı yani çalınarak kendi ülkesine sokulduğunu tespit eder ve çalındığı ülkenin tespit edilerek iadesinin sağlanması için, İngiltere’ye gönderir. Çünkü: heykel, o sırada İngiltere’de tutuklu bulunan E.T. isimli şahsın deposunda ele geçirilmiştir.

İngiliz polisi: E.T. nin ifadesini alır ve bu ifadede: heykelin 1993 yılında Türkiye’de satışa çıkarıldığı ve bu satışta, E.T. tarafından birkaç kişi ile birlikte ortak satın alınarak, yurt dışına kaçırıldığını tespit eder.

Bunun üzerine: Türk Kültür Bakanlığı, harekete geçer ve heykelin, Anadolu kökenli olduğunu ve kaçak kazılarda ortaya çıkarılmasına rağmen, kaçakçılar tarafından yurt dışına çıkarıldığını ve geri iade edilmesi gerektiğini iddia eder. İngiltere’de tutulan bir avukatlık bürosuna, yaklaşık 20 bin sterlin ücret ödenir ve İngiliz Sara Elizabeth Dayman isimli kadının, E.T. isimli şahıs ile arasındaki borç ilişkisi nedeniyle, heykelin mülkiyet hakkını istemesine rağmen; İngiliz Yüksek Mahkemesi; 16 Ekim 2002 tarihindeki son duruşmada; kendisini haksız bulur ve 3 milyon d olar değerindeki heykelin Türkiye’ye iadesine karar verir.

Evet günümüzde: İbecik köylüleri tarafından talan edilen bu antik şehir kalıntılarının bir kısmı, pınar meşesi denilen sık çalılıklar içinde gizlenmiş durmaktadır.

Aranan kelimeler:

8 Haziran 2012
bosluk

Elmalı Sikkeleri, Elmalı Definesi

Elmalı Sikkeleri, Elmalı Definesi

Tarih: MÖ.480-460 yılları arası. Yani: günümüzden: 2500 yıl önce.

Doğu’dan Anadolu topraklarına giren Persler; hızla ve yok ederek ilerlemişler ve Ege kıyıları ve ardından, Trakya üzerinden Yunanistan, şehir devletlerine kadar ulaşmışlardır. Perslerin bu ilerleyişini engellemek için: dönemin şehir-şehir kurulu devletleri; bir araya gelerek güçlerini birleştirmeleri yönünde anlaşırlar ve Atina şehir devletinin öncülüğünde “Ati-Delos Deniz Birliği” isimli birlikteliği kurarlar.

Bu birliktelik: günümüzdeki NATO yapılanması benzeri: her şehir devleti tarafından, gücü doğrultusunda asker ve para yardımı ile oluşturulmuştur. Askeri gücü olan şehirler, asker ve mali gücü olan şehirler ise, mali destek vermiştir. Şehir devletleri: kendi adına bastığı gümüş sikkelerden, kendi gücü oranında, birlik bütçesine katkıda bulunmuşlardır.

Tüm bu çabalar sonucu: Persler, birleşik güçler tarafından yenilirler. Bunun üzerine, yine bu birlik tarafından: bir anı parası çıkarılır. Ancak: öncesinde ve o dönemde, gümüş sikkeler için en fazla 4 drahmi değer biçilirken, bu anı paralarında, zafer anısına 10 drahmilik üst değer verilir. Bu yeni hazırlanan sikkeler için ise, değerinin fazlalığı nedeniyle “dekadrahmi” denilir. Bu dekadrahmiler: ince işçiliği ve dünyada az bulunur olması nedeniyle, büyük önem kazanmaktadır. Bunların her biri 43 gr. ağırlığındadır. Özellikle, Atina sikkelerinin arka yüzünde: kanatları açık “baykuş” figürü, yüzyıllarca değişmeden basılmasına rağmen, buradaki sikkelerin arka yüzündeki figür, farklı olarak tasarlanmış ve çok az sayıda basılmıştır.

Ancak: çok az basıldığı düşünülen bu dekadrahmilerden, günümüze kadar olan süreçte, yapılan resmi arkeolojik kazılarda, 13 tanesi bulunabilmiştir. Bunların dünya literatüründeki örneklerinin sayısının toplamının ise, 42 olduğu düşünülmektedir.

Aradan binlerce yıl geçer. Tarih: 18 Nisan 1984.

Antalya-Elmalı ilçesinin Bayındır köyünde yapılan kaçak kazılarda, büyük bir sikke topluluğunun yani definenin ele geçirildiği öğrenilir ve bunun üzerine: güvenlik birimleri, bu kazılara karışanları yakalarlar. Bulunan definenin: 1900 parça gümüş sikkeden oluştuğunu, ancak bu sikkelerin büyük bölümünün: ticari özellikleri olmayan, ancak olağanüstü güzellikte ve sikke bilimi açısından, o ana kadar bilinmeyen bazı bilgilere ulaşılmasını sağlayan ipuçları verdiği anlaşılır. Sikkelerin: büyük bölümü Anadolu kökenli, bir bölümü: Orta ve Kuzey Yunanistan şehir devletleri kökenli ve küçük bir bölümü: Ege adaları kökenlidir, yani buralarda basılmışlardır. Definenin % 80’lik bölümünü oluşturan Anadolu kökenli sikkeler arasında, özellikle: Lykia sikkeleri, sayıca önem kazanmaktadır. Bu Lykia sikkelerinin birkaç tanesi, özellikle erken Lykia dönemine aittir. En erken Lykia sikkelerinin ön yüzünde: genellikle “domuz” ve arka yüzünde ise, derin kare çukur içinde çizgiler görülmektedir. Daha sonraki dönemlere ait sikkelerde ise, genellikle her iki yüzde, hayvan betimlenmiş olup, genellikle yazısızdır. Ön yüzlerde kullanılan en popüler hayvan figürleri ise “yaban domuzları” ve “kanatlı atlar” dır.

Diğer önem kazanan rastlantı ise: biraz önce de sözünü ettiğim gibi, bu sikkelerin, herhangi bir ticari mahiyette değil de, uzun bir süreç olmadan kısa bir süreçte biriktirilen ve banka amaçlı toplandıklarıdır. Aynı zamanda: bu sikkeler, her şehri belli bir oranda temsil eder gibi, bir araya getirilerek gömülmüşlerdir. Tüm bunlar: yazının başında belirttiğim gibi “Ati-Dellos Deniz Birliği” ile olan bağlantıyı güçlendirmektedir.

Sonuçta: arkeoloji bilimi açısından, olağanüstü olarak nitelenen bu buluntu, yüzyılın definesi olarak isimlendirilmiştir. Çünkü: biraz önce de söylediğim gibi: Anadolu’da, Pers baskısı nedeniyle, özellikle, MÖ.5’nci yüzyıl karanlık dönem olarak kabul edilmektedir. Bu döneme ait bulunan sikkeler ise: ağırlık sistemleri, kalıp baskıları ve üzerlerindeki kral ve sülale isimleriyle, bu karanlık dönemin aydınlatılması açısından büyük önem taşımaktadır.

Ancak: yine de, gecikmeler sonucu, definenin yurt dışına kaçırılmasını engelleyemezler.

Aradan yine uzunca bir süre geçer. Bu süreç içinde: 1988 yılında, Amerika’da Los Angeles şehrinde 10, yine aynı yıl İsviçre-Zürih şehrinde 3 Elmalı sikkesi müzayedelerde satışa çıkarılır. 1991 yılında ise, yine İsviçre-Zürih şehrinde, 3 Elmalı sikkesi satışa sunulur. Ancak: Türk hükümetinin müdahalesi sonucu, bu satışlar iptal edilir. Yapılan müdahaleler sonucu, bu müzayede sikkeleri, herhangi bir bedel ödemeksizin, Türk Devletine geri iade edilir.

1993 ve 1996 yıllarında ise, yine birer adet Elmalı sikkesi, bunları elinde bulunduranlar tarafından, ülkemize hibe edilir. Böylece: ülkemizdeki Elmalı sikkelerinin sayısı, 18 olur.

Bu arada: buluntuların büyük bölümü; Amerika-Boston Fine Art Müzesinde sergilenirken: rastlantı sonucu, gazeteci Özgen Acar tarafından görülürler ve adı geçen gazeteci, bu konuda, yayınlar yapmaya başlar; Elmalı sikkelerinin, Amerikalı William Koch ve şirketinin mülkiyetinde bulunduğu, Türk ve dünya toplumu tarafından öğrenilir.

Bunun üzerine: Kültür Bakanlığı tarafından, 1990 yılında, Amerika’da Macahussets Eyalet Mahkemesinde, Koch ve şirketi aleyhine dava açılır.

Uzun dava sürecinin sonunda: iki tarafın avukatları anlaşırlar ve dava sona erdirilir. 4 Ocak 1999 tarihinde: 1661 adet Elmalı sikkesi, Türk hükümetine teslim edilir ve sikkeler: 29 Nisan 1999 tarihinde, Türkiye’ye getirilir. Böylece: ülkemizdeki Elmalı sikkelerinin sayısı: 1679 olur. Ancak: 15-200 kadar sikkenin akıbeti hala bilinmemektedir.

Evet, Elmalı definesi olarak adlandırılan bu sikkeler: uzun bir yolculuktan sonra, ülkemize döndüğünde, bir süre Ankara-Anadolu Medeniyetleri Arkeoloji Müzesinde sergilenir ve günümüzde ise, Antalya-Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedirler. Bizler, büyük uğraşılar sonucu ülkemize geri kazandırılan bu definenin bulunduğu Antalya Arkeoloji Müzesine mutlaka zaman ayıralım ve ziyaret edelim, bu güzelliği mutlaka görmelisiniz.

Aranan kelimeler:

1 Haziran 2012
bosluk

El Dorado, Altın Adam efsanesi

El Dorado, Altın Adam efsanesi

Amazon bölgesinde, muhteşem yağmur ormanlarının derinliklerinde gömülü, muazzam zenginliklere sahip bir şehir. El Dorado kelimesini, ilk kez, bir sinema filminde duymuştum. Bu filimde: bir kısım maceraperest, zorlu ve uzun bir yolculuktan sonra: büyük kaya bloklarının içinden geçtiklerinde, her tarafı altınlarla dolu, büyük bir şehirle karşılaşıyorlar ve film, bu son ile bitiyordu. Ama, söylediğim gibi, bu sadece bir film. El Dorado efsanesi her ne kadar gerçek ise de, bu şehir ve efsanede sözü edilen muhteşem zenginlikler, günümüze kadar olan 450 yıllık süreçte bulunamadı. Ama, yinede, böyle bir efsane, özellikle Güney Amerika bölgesinde ve hatta dünyanın birçok yerinde yıllarca inanılan ve halen de inandırıcılığı sürdürülen bir söylentidir. Bu yüzden, bu söylenti-efsane hakkında, gelin birlikte, geçmişte bir yolculuğa çıkalım.

EFSANE:
Efsane: Güney Amerika’da, Kolombiya ve Peru topraklarında yaygındır. Bu bölgede: bir zamanlar “Muisca” denilen bir kabile bulunmaktadır. Bunlar, bölgedeki diğer kabilelerden ayrı: And dağlarının üzerinde, 2500 metre yükseklikte yaşamaktadırlar ve kendilerine ait gelenek, görenek ve adetleri bulunmaktadır. Bunun yanında, bu kabilenin insanları: “altın” işleme konusunda çok gelişmiş ve usta olmuşlardı.
Birçok konuda gelişmiş olan bu kabile üyeleri, özellikle yaptıkları söylenen bir törenle önem kazanıyorlardı. Bu tören: yeni bir kralın veya başrahibin işbaşına geldiğinde düzenleniyordu. Tören yeri ise: günümüzdeki “Bogota” şehrinin kuzeyindeki “Guatavita gölü” idi.
Ayinin başlangıcında: yeni hükümdar, gölün tanrılarına, adaklar sunuyordu. Devamında ise, kabile üyeleri tarafından sazlardan yapılan ve içi tütsü ve kokularla doldurulan bir sal hazırlanıyordu. Bunun yanında: yeni hükümdarın vücuduna reçine sürülüyor, sonra bunun üzerine ince altın tanecikleri yerleştirilerek, tam bir altın adam ortaya çıkarılıyordu. Yeni hükümdar, bu işlemler sonucu hazır olduğunda ise, daha önce hazırlanan sala bindiriliyordu. Ama, sala onunla birlikte: altın ve zümrüt yığınları, altın taçlar, kolyeler, süsler, küpeler ve diğer birçok değerli eşya ve 4 hizmetkar bindiriliyordu.
Sal: trompetler ve fülütlerin çaldığı müzik eşliğinde, kıyıdan ayrılarak, gölün ortasına kadar gidiyor ve oraya ulaştığında, çevre sessizliğe bürünüyor ve salda bulunan hizmetkarlar: sal içinde bulunan tüm değerli eşyaları “adak” olarak, gölü döküyorlardı. Böylece, yeni önder: kral ünvanını alıyordu.

Evet, bu bir efsane ama, zamanla bazı araştırmacılar, bu efsanenin içinde, bazı gerçek noktaları ortaya çıkarmaya çalışmışlardır.

John Heming isimli araştırmacı: 17’nci yüzyılda, bölge insanının vücutları ve giysilerine, sivrisineklerden korunmak için, reçine veya bir tür yağ sürdüklerini belirtir. Bu durumun, özellikle, Venezuella Örinico nehri kıyısında yaşayan kabilelerde, yaygın olduğu söylenir. Belli kutlama günlerinde ise, bu kabile insanları, bu reçine veya yağ tabakası üzerine, çok renkli çizimler yapıyorlardı. Efsanede ismi geçen “Muisca” kabilesi ise, altın bakımında çok zengindi ve bunun doğal sonucu olarak, vücutlarına sürdükleri reçine veya yağın üzerine, altın parçacıkları bezemeleri, doğal bir sonuç olarak düşünülebilir.

16’ncı yüzyılın İspanyol savaşçıları, israrla, bu ünlü şehri aramışlardır. 1569 yılında, 300 İspanyol ve 1500 yerliden oluşan büyük bir ekip, El Dorado şehrini bulmak üzere, Kolombiya’nın başkenti Bogota’dan yola çıkarlar, ancak yaptıkları bu 3 yıllık yolculuk, tam bir felaketle sonuçlanır ve geri döndüklerinde, yalnızca 64 İspanyol ve 4 yerli kalmıştır.
1596 yılında, İngiliz kaşif Sir Walter Raleigh, şehrin yerini tam olarak bildiğini yazmıştır.
Araştırmaların temelinde: Muiscaların, Guatavita Gölünde yaptıkları tören bulunmaktadır. Çünkü, yukarıda söz ettiğim gibi, bu tören sırasında, gölün ortasında, birçok değerli maden, gölün sularına atılmaktadır. Zaten, El Dorado şehrinin de, bu gölün yakınlarında bulunduğu tahmin edilmektedir. Hatta, bu göl, birçok kez kurutulmaya çalışılmış, ancak başarılı olunamamıştır. Ancak, göl kıyısında, çamurlu kısımda, bir miktar altın levhalar ve zümrüt bulunmuştur. Yine de, elde edilen bu ganimet, gölde bulunduğu iddia edilen servetin, çok çok küçük bir kısmıdır. Evet, 20’nci yüzyılın ortalarına kadar, gölde kurutma çalışmaları, son hızla sürdürülmüş, ancak altın yığınlarına ulaşılamamış ve 1965 yılında, Kolombiya Hükümeti, bu kurutma çalışmalarını engellemek için, gölün bulunduğu alanı, doğal koruma altına almıştır.

1969 yılında, 2 tarla işçisi, Bogota şehri yakınlarında, Pasca kasabası civarındaki bir mağarada: 26 cm. uzunluğunda ve zarifçe işlenmiş bir altın sal maketi bulurlar. Sal maketi üzerinde: hepsi şık başlıklar ve kıyafetler giymiş, 10 hizmetkar tarafından taşınan bir kral figürü bulunmaktadır. Birçok kişiye göre, bu buluntu: Muisca kabilesinin, Guatavita gölünde yapmış oldukları yeni kral töreninin en büyük kanıtıdır.

GÜNÜMÜZ:
Günümüzde de, Peru ve Kolombiya ülkelerinde, bu efsanevi şehir aranmaya devam edilmektedir. Ancak, 450 yıllık bir geçmişi olduğuna inanılan bu efsanevi şehir ve hazinenin bulunması umudu: gelecek nesillere kadar sürecektir. Belki de, bu efsanevi şehir ve muazzam altın hazineleri, bir söylentinin ortaya çıkardığı bir hayal ürünü de olabilir.

Aranan kelimeler:

19 Şubat 2012
bosluk

cumhuriyet tarihi Son Yazılar FriendFeed
kişi siteyi ziyaret etti