İncir Ağacı

Etiketler: ,
İncir Ağacı

Toplumda “Ocağıma incir ağacı diktin” şeklinde bir deyim vardır. Bu deyim ilk anda, bir ağacın neden kişinin ocağını söndürdüğünü ifade etmesini anlamakta zorluk çekilir. İşte, ilginç bulduğum bir hikayeyi okurlarla paylaşmak üzere aşağıda yazıyorum.

İncir ağacı bahçenizde en uzak yere dikilmelidir. Çünkü incir ağacı kökleri suyu çok sever ve çok yayılmacıdır. Aynı zamanda aşırı güçlü ve genişleyicidir.

Diğer bitki kökleri gibi: bir engelle karşılaşınca kök, o engelin çevresinde dolaşmaz, o engeli deler geçer ki bu engel ister beton olsun, ister plastik olsun.

Sonuçta: evin kanalizasyon sistemi, temelleri, su boruları incir ağacının kökleri tarafından uzun zaman içinde paramparça olur.

İncir ağacı suyu sevdiğinden: kökler toprağın altında suyu bulmak için metrelerce gider, suyu bulur, hatta bazen evinizin mutfağında, banyonuzda ve lavabonuzda incir kökü çıktığını görebilirsiniz.

Evet, incirin böyle özellikleri, bahçenize incir ağacı diktiğinizde ocağınızı söndürür şeklindeki deyime neden olmuştur. Çünkü incir ağacı kökleri: suyu bulmak için toprağın altında 10-15 metre ilerler ve bu yolculuğu sırasında bulduğu her şeyi (boruları, kanalizasyonu) deler geçer. Bu yüzden, bahçede incir ağacı dikilmek istenirse binaya, yapıya oldukça uzak bir yere dikilmesi uygundur.

Aranan kelimeler:

20 Mayıs 2021
bosluk

Satranç

Satranç

Satrancın günümüzden 4000 yıl öncesinde oynandığına dair Mısır Piramitlerinde çeşitli bulgulara rastlanmıştır. Yapılan çeşitli arkeolojik kazılara göre: satranç, Çin, Mezopotamya ve Anadolu’da da oynanmıştır.

Türkmenistan’da yapılan kazılarda: burada yaşayan Kuşhan Türklerinin, MS 150 yılında satranç oynadıkları tespit edilmiş ve satranç taşları bulunmuştur. Hatta, satrancın ilk olarak Kuşhan Türkleri tarafından, Hindistan’a götürüldüğü yolunda iddialar vardır.

Satranç ile ilgili ilk yazılı belgeler MS 3 ile 4’ncü yüzyıllardan kalmadır. Bu dönemde, Hint hükümdarı 2’nci Chandragupta zamanında yazılmış Sanskritçe metinler bulunur. Bu metinlerde, oyunun ismi “çaturanga” olarak geçer. 600’lü yıllarda Hindistan Pencap bölgesinde oyunun kuralları son halini almıştır ve aynı yüzyılda Çin’de satranç “Sat-RanÇu” ismiyle oynanmaya başlamıştır.

İlk satranç taşları, MS 760 yılına aittir ve ilk satranç takımı Türkistan Nişapur bölgesinde bulunmuştur.

Kuşhan Devlet Başkenti Dervazintepe (MS 100 yılı) bulunan bir kısım taşların ise, satranç taşı olarak kullanıldığı düşünülmektedir.

Güney Özbekistan’da, MS 2’nci yüzyıldan kalan antik bir kalede, 1972 yılında yapılan kazı çalışmalarında, satranç taşları bulunmuştur. Rus satranç taşları uzmanı Linder: bunların satranç taşları olmayacağını ancak satrancın öncüsü olabileceklerini söylemiştir. Antik kalede bulunan kalıntılar, satranç tarihini kabul edilenden daha eskilere çeker.

Satrancın 6’ncı yüzyıldan itibaren, İran’da bilindiğine dair bulgular vardır. 500’lü yıllarda yaşayan İran Şahı 1’nci Hüsrev’e bir satranç takımı hediye edilmiştir. Oyun “Çatrang” olarak isimlendiriliyordu.

600’lü yıllarda, Araplar İran’ı işgal edince oyun Arap-İslam alemine de yayılmış ve “Satranj” olarak isimlendirilmiştir. Oyun, Endülüs devleti aracılığı ile İspanya üzerinden Avrupa’ya yayılmıştır. Bazı kaynaklara göre, Avrupa’daki ilk satranç takımı: Halife Harun Reşit tarafından Fransa kralı Charlemagne’ye hediye edilmiştir. Bodrum Serçe Limanı cam batığı buluntusu Türk tipi satranç seti ise satrancın Avrupa’ya sadece Araplar değil Türkiye üzerinden de taşındığını kanıtlamaktadır.

15’nci yüzyıldan itibaren Avrupa soyluları arasında popüler olan satranç, burada “kraliyet oyunu” olarak anılmıştır.

İlk basılı satranç kitabı, 1497 yılında İspanyol Lucena tarafından yazılmıştır. O zamanki yeni ve günümüzdeki kabul edilen kurallar, o kitapta yer alır.

1850’lerden itibaren, güçlü oyuncuların yer aldığı satranç turnuvaları düzenlenmeye başlamıştır. İlk dünya satranç şampiyonluğu karşılaşması ise, zamanın güçlü iki oyuncusu olan Steinitz ve Zukertort arasında oynanmıştır. Maçı; Steinitz kazanarak ilk resmi dünya şampiyonu olmuştur. Steinitz aynı zamanda satrancın sistematik oynama kavramının da babası kabul edilir.  

1930’lu yıllardan sonra, ülkemizde ilk organize satranç faaliyetleri başlamıştır. 1938 yılında Ankara satranç derneği ve 1943 yılında İstanbul satranç derneği kurulmuştur. 1954 yılında Satranç Federasyonu kurulur. 1962 yılında, Türkiye ilk kez, Bulgaristan’da düzenlenen Satranç Olimpiyatlarına katılmıştır.

Türkiye’de ilk büyük satranç ustası: 1994 yılında Suat Atalık olmuştur. 2000 yılında İstanbul’da Satranç Olimpiyatı düzenlenmiştir. 2005 yılından itibaren satranç okullarda seçmeli ders olarak verilmeye başlanmıştır. 2006 yılında Kuşadası’nda düzenlenen Avrupa Kadınlar Bireysel Şampiyonasında, Ekaterine Atalık birinci olmuştur. 2006-2007 yıllarında Kübra Öztürk, 16 yaş altı Avrupa Şampiyonu olur.

Bugünkü gibi siyah-beyaz karelerden oluşan ilk satranç tahtası, 1090 yılında Avrupa’da yapılmıştır.

Katlamalı satranç tahtasını bir rahip bulmuştur, satranç oynamak yasak olunca buldukları bu satranç tahtasını katladıklarında 2 kitap gibi duruyordu.

“Şah mat” kelimesi: pers deyiminden eklenmiştir. Pers dilinde “Shah mat” kelimesi “kral öldü” demektir.

Satranç oynamak için geliştirilen ilk bilgisayar: 1951 yılında Alan Turing tarafından geliştirilmiştir.

Kaydedilmiş en eski satranç oyunu: Bağdat şehrinde, bir tarihçi ve öğrencisi arasında 900’lü yıllarda oynanmıştır.

“Pawn” yani “piyon” birçok dilde “er, ayak askeri” anlamına gelir ancak İspanyolca ve Almancada “köylü, çiftçi” anlamına gelir.

Aranan kelimeler:

6 Kasım 2019
bosluk

1 milyon okur

1 milyon okur

2018.07.25.İSTANBUL.Kız kulesi.2a

26 Şubat 2019 tarihinde, 1 milyon okur sayısına ulaştım. Herhangi bir sponsor katkısı olmadan, tamamen amatör bir ruhla yazılan bu satıları okuyan 1 milyon kişi, büyük bir mutluluk kaynağı, hepinize teşekkürler.

27 Şubat 2019
bosluk

Dünya Kadınlar Günü

Dünya Kadınlar Günü

 

tarihinizinde.kadınlar günü.0

Tarih: 8 Mart 1857; Amerika’da çok sayıda fabrika işçisi: ekonomik ve politik haklar talep etmek için sokaklara çıktılar. Ancak: fabrika sahiplerinin talepleriyle polis olaylara müdahale etti. Özellikle: Chicago şehrinde, 1000 kadının çalıştığı bir dokuma fabrikasında: polisin açtığı ateş sonucunda birçok insan yaralandı. Ancak bu olaylar, özellikle emekçi kadınların haklarını kazanmaları için yapılan ilk eylem olarak tarihe geçti.

8 Mart 1908 tarihinde, 15 000 kadın kısa çalışma saatleri, daha iyi ücret, oy hakkı ve çocuk işçiliğinin sona ermesi için New York şehrinde yürüdü. Ekonomik güvenliği simgeleyen ekmek ve daha iyi yaşam standartları için gül ile “Ekmek ve Güller” sloganı ortaya çıktı.

1908 yılını Mayıs ayında, Amerika Sosyalist Partisi, Theresa Malkiel’in önerisiyle Şubat ayındaki son Pazar gününü “Ulusal Kadınlar Günü” ilan etti. İlk kadın günü kutlamaları 28 Şubat 1909 tarihinde yapıldı.

tarihinizinde.kadın günü.1

 

 

 

 

 

 

 

 

25 Mart 1911 Cumartesi günü New York şehrinde, Triangle Shirtwaist gömlek Fabrikasında: çoğunluğu kadın 500 işçi, grevde iken çıkan şüpheli bir yangın sonucunda çoğunluğu göçmen ve sadece birkaç hafta önce ülkeye gelen 146 (17 erkek, 129 kadın) kişi öldü. Gömlek fabrikası: Asch binasının 8-10 katındaydı.

Bir Cumartesi günü, uzun saatler çalışıyorlardı ve kapılar kilitliydi. Onların hiçbir hakkı yoktu, yasama koruması yoktu, temsil yoktu, köleliğin bir durağı olan klasik bir atölyede çalışıyorlardı.

Yangın çıktığında: kilitli kapılar ardında ve itfaiyecilerin merdivenlerine ulaşamayan (çünkü itfaiyenin yangın merdivenleri ve su hortumları bu katlara uzanmıyordu) genç kadınlar ya yanarak öldüler ya da fabrikanın dokuzuncu kat pencerelerinden aşağıya atlayarak sıcaktan ve alevlerden kaçmaya çalışarak can verdiler. Fabrikanın tek yangın merdiveni, çürük bir mekanizmaya sahipti ve kaçan genç kadınların ağırlığı altında çöktü. Halbuki: sadece bir yıl önce, buradaki sanayi bölgesinde, sendikal hakların tanınması ve daha iyi ücret ve koşulların elde edilmesi için bir grev yapılmıştı ama fabrika sahipleri bu grevde, işçilerin isteklerini kabul etmemişlerdi. (Bu yangın çıkan bina, günümüzde New York Üniversitesi kampüsünün bir parçasıdır ve Uluslar arası Kadınlar Günü için burada bazı sergi ve etkinlikler düzenlenmektedir. )

Yangından sonraki cenaze törenine, 350 bin kişi katıldı.

Avrupa’da bu konu ilk kez: Kopenhag şehrinde yapılan “Dünya Emekçi Kadınlar Uluslar arası Konferansında” gündeme geldi.

Bir Alman sosyalist olan ve Amerikan Sosyalistlerinden ilham alan Clara Zetkin: Amerika’da hazır giyim çalışanlarının grevini onurlandıran bir tatil önerdi. Öneri, 17 ülkeden 100 kadın tarafından oy birliğiyle kabul edildi.

Öneride, herhangi bir gün belirtilmemesine rağmen, ilk kutlamalar Mart ayının farklı günlerinde yapıldı.

1911 yılında: Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre’de, 19 Mart tarihindeki kutlamalara bir milyondan fazla kadın ve erkek katıldı.

Kutlamalara katılan kadınlar: oy kullanma, kamu görevlerini üstlenme ve eşit haklar istediler. İstihdamda cinsiyet ayrımcılığını protesto ettiler.

İngiltere’de Londra şehrinde, 8 Mart 1914 tarihinde bir yürüyüş yapıldı.

Rus imparatorluğunda, ilk kadın gösterileri, kadın tekstil işçileri tarafından 8 Mart 1917 tarihinde yapıldı. Aynı gün, Petersburg şehrindeki kadınlar, grev ve çeşitli gösteriler yaptılar. Gösteriler çok büyüdü ve Rus İmparatoru II. Nicholas, görevden çekildi. Kurulan geçici hükümet, kadınlara oy hakkı verdi.

1917 yılındaki Rusya’da devrimin ardından, kadınlar günü resmen kabul edildi ve ağırlıklı olarak komünist ve sosyalist ülkelerde kutlanmaya başladı. Çin’de kadınlar günü 1922 yılında kutlanmaya başladı ve 8 Mart tarihi, yarım gün tatil ilan edildi.

1921 yılında, kutlamaların her yıl 8 Mart tarihinde yapılmasına karar verilmiştir.

Amerika’da kutlamalar 1960 yılında başlamıştır. Ancak Amerika’da, bu tarihe kadar, her yıl Şubat ayının son Pazar günü “Ulusal Kadın Günü” kutlamaları devam ediyordu. 1914 yılına gelindiğinde ise, Uluslar arası Kadın Günü, muhtemelen Pazar gününe denk gelen “8 Mart” tarihinde yapıldı.

Ülkemizde ise, kutlamalar 1975 yılında başlamıştır.

1945 yılında imzalanan Birleşmiş Milletler Sözleşmesi: kadınlar ve erkekler arasında eşitlik ilkesini onaylayan ilk uluslar arası anlaşmadı.

1975 yılında, Birleşmiş Milletler tarafından “Uluslar arası Kadınlar Yılı” kabul edildi ve 16 Aralık 1977 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından “8 Mart” tarihi: Kadın hakları ve dünya barış günü olarak ilan edildi.

Evet “Dünya Kadınlar Günü” olarak kabul edilen ve her yıl çeşitli etkinliklerle kutlanan “8 Mart” gününün tarihi süreç içindeki gelişimi böyledir.

Aslında bu gün “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak isimlendiriliyor. Ama, bunu böyle kabul etmek doğrumu, kadınların her türlü haklarının sağlanmasında çalışıyor veya çalışmıyor olmasının önemli olmadığını düşünüyorum.

Yunus Emre’nin bir sözü vardır “Yaratılanı severim, yaratandan ötürü”. Her ne kadar tüm insanlığı sevmek üzerine söylenen bu anlamlı söze rağmen, ben: “kadına şiddet uygulayan, kadına cinsel tacizde bulunan, kadını aşağılayan zihniyete ve düşünceye sahip hiçbir kişiyi, insanı” sevmiyorum.

Unutmamak gerekir ki, bizi de dünyaya bir kadın getirdi. Üzerinde yaşadığımız bu topraklarda: bir kadın “Kybele” isimli bir kadın, bin yıllarca saygı duyulmuş bir simgedir. Arap toplumunun kural ve gelenekleri egemen olmadan önce: eski Türk toplumlarında kadın ailenin temeli olarak kabul edilmiş, yüce bir varlıktır. Erkeğin birinci yoldaşı ve çocukların anası olmuştur.

Ülkemizde, kadın hakları konusunda Mustafa Kemal Atatürk’ün etkisini de unutmamak gerekir. 4 Nisan 1926 tarihinde kabul edilen “Medeni Kanun”, ülkemizde kadınlara büyük haklar getirmiş, 5 Nisan 1934 tarihinde ise kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmiştir. (Dikkat, o yıllarda henüz Avrupa, Amerika ve Asya kıtalarında birçok ülkede, kadınların böyle bir hakkı yoktur.)

Evet: konuyu daha fazla uzatmadan “Tüm kadınların, kadınlar gününü kutlarım”

Aranan kelimeler:

8 Mart 2018
bosluk

Satranç ve Tavla

Satranç ve Tavla

tavla.esas.1

Yıllarca önce, Hint imparatoru; Pers imparatoruna hediye olarak satranç oyunu ve yanında bir mektup gönderir.

Mektup ta “kim daha çok düşünür, kim daha iyi bilir, kim daha ileriyi görürse o kazanır ve işte hayat budur” yazılıdır.

Pers imparatoru, bu hediyeyi alınca: dönemin en büyük veziri ve alimi olan Mehir ile satranç oyunu ve mektubu paylaşır.

Ondan: satranç oyununu çözmesini ve kendisinin de Hint imparatoruna karşılık vermek için bir oyun geliştirmesini ister.

Vezir Mehir: günler, aylar boyu çalışır ve satranç oyununda, taşların hareketlerini çözer ve Pers imparatorunun isteği üzerine, kendisi de bir oyun icat eder. Tavla ismi verilen bu oyun, günümüzden yaklaşık 1400 yıl önce yaratılmış ve dünyanın en popüler oyunlarından birisi olmuştur.

Tavla oyununun temeli, zaman kavramına dayanmaktadır. Buna göre:

Yılın birliğine atfen, tavla bir tanedir.

Tavlanın 4 köşesi, 4 mevsimi ifade eder.

Tavlanın içinde, karşılıklı 6’şar hane yılın 12 ayını temsil eder.

Pulların toplamı 30 dur ve ayın günlerini ifade eder.

Siyah ve beyaz pullar, gece ve gündüz içindir.

Karşılıklı 12’şer hane: günün 24 saatini temsil eder.

Pers imparatoru, Hint imparatoruna hediye olarak tavlayı gönderirken yanına bir mektup iliştirir.

Mektup “kim daha çok düşünür, kim daha iyi bilir, kim daha ileriyi görür o kazanır, ancak biraz da şans gerekir. İşte hayat budur.”

Evet: hayat ve hayatta yaşadıklarımız, biraz da şanstan ibaret değilmidir?

 

 

Aranan kelimeler:

19 Aralık 2017
bosluk

Acun Ilıcalı hayat hikayesi

Acun Ilıcalı hayat hikayesi

acun.2

Ülkemizde, halkımızın en büyük eğlencesi, malum televizyon. Çünkü, günün yorgunluğu televizyon karşısında geçirilecek birkaç keyifli saatle geçiştirilir, bizim insanımızın akşamları pek dışarı yaşantısı olmaz. Bu yüzden: televizyon bizim yaşantımızda önemli bir unsurdur.

Peki, televizyon, televizyon programı denince ne akla geliyor.

Bence halkın büyük bölümünde: son günlerde ve hatta son yıllarda televizyon programı denildiğinde, bir isim akla geliyor.

Bu isim: gerek yıllardır sürdürdüğü çeşitli televizyon programları ile halkın hafızasında yer edinmiş olsa da, özellikle son yıllarda sahip olduğu varlıklar yani zenginlik ile de kıskanılan ve imrenilen ve hatta bir kısım insanımız tarafından antipatik olarak değerlendirilen bir kişi. Ama unutmaması gereken husus, bu kişinin televizyon programı konusunda tam bir uzman olması, halkın nabzını iyi tutması ve halkın sevip beğenebileceği programları yapmasıdır. Elbette bunun sonucunda başarı, ün, şan, şöhret ve para, zenginlik, servet gelmemesi mümkün mü?

Evet, bu kişi: Acun Ilıcalı.

Ben de: bir akşam, Acun’un yarattığı programlardan birini izlerken: bu kişinin hayat hikayesini merak ettim, hani bu başarının altında ne yatıyor, bu başarı hikayesi mutlaka Acun’un hayat hikayesiyle bağlantılıdır diye incelemek istedim veeeeeeeee altından tam bir TRAJEDİ çıktı.

Evet: her akşam programlarını beğenerek izlediğiniz bu kişinin hayatı tam bir trajedi, en yakınlarının ölümü ile sonuçlanan kazalar, mutsuzluklar, hastalıklar, zirveler, iflaslar, hacizler, çocukları, evlilikleri, boşanmaları gibi her türlü duygusallıkları yaşamış, depresyonlar atlatmış, ölümden kıl payı kurtulmuş bir insan.

Bu tür insan toplumda o kadar çok ki; birçoğu hayatın acımasızlığı karşısında çoğu kez pes edip yaşamlarını daha da çekilmez hale getirmekten kaçınmazlar. Ancak: Acun farklı, tüm bunları atlatıp, günümüzdeki imparatorluk benzeri varlığını kurmayı başarmış.

Yazının başında: Acun’un, bu kadar sıkıntılı bir yaşamı olan Acun’un asık yüzlü, gülümsemediği bir fotoğrafı kullanmak istedim. Ama bulamadım. Her türlü sıkıntıyı, bunalımı yaşamış Acun: hala gülmeye devam ediyor, edebiliyorsa: okuyun bakalım hayat hikayesini, bu kadar sıkıntıyı yaşamış bir kişi, tüm bunların üstesinden gelip, günümüzdeki başarı ve serveti kazanabiliyorsa: bu şans her kez için elbette vardır.

Sonuç olarak: Acun’un hazin hayat hikayesini anlatmadan önce: sıkıntıda olduğunu düşünen, hayatın kendisine daima zorluklar bahşettiğini düşünen tüm kişilerin, bu satırları okuyanların: elbette bir gün başarının, güzelliklerin geleceğine güvenip inanmaları gerektiğini düşünüyorum. Yoksa: yazdığım ve yazacaklarım Acun’a karşı olan ilgi, sevgi, bağ ile ilgili değildir. Acun, bu toplumun sadece bir ferdidir.

29 Mayıs 1969 yılı, Edirne, Acun: 2 çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya gelir. Ailesi: Erzurum-Ilıca ilçesindendir. Annesi: İlknur hanım: “İl kooperatifler Müdürü” dür. Babası Ergün bey ise “müteahhit” dir.

(Abisi: Ömer Cenker. Abisi Ömer: günümüzde kulak-burun-boğaz doktorudur ve İstanbul’da özel bir hastanenin ortağıdır, ancak medyadan uzak durmayı tercih etmektedir. )

Acun: ilkokul Edirne İstiklal Ortaokulda okur. Daha sonra sınav kazanır ve Ortaokul ile Lise eğitimi için: İstanbul Kadıköy Anadolu Lisesine gider.

Ancak: ailesi Edirne’de kalır, İstanbul’da anneannesinin yanında okur.

Annesi: sadece hafta sonları İstanbul’a gelerek kendisini ziyaret etmektedir. Ancak, bu kısa ziyaretler Acun’a yeterli gelmez ve derslerden kopar. Bu dönemdeki en ilginç anı: bir gün Acun’un babası, o dönemde İstanbul Üniversitesi Matematik bölümünde asistan olan amcasından Acun’u matematik dersi çalıştırmasını ister, amca bunu yapar, ancak Acun girdiği sınavda boş kağıt vererek sıfır alır ve bu sonuç Acun’un hayat hikayesinde ilginç bir anı olarak hafızalara kazınır. Bir diğer anı ise: Acun’un kendi anlatımı ile: ders çalıştığı düşünülen sıralarda: kitaplardaki harfleri: kendi aralarında lig kurarak maç yaptırmasıdır. Yani Acun: derslere karşı ilgi göstermemiş daha doğrusu kendi deyimiyle derslere odaklamamıştır.

Bunun üzerine: annesi tayinini İzmit’e çıkartır ve aile İstanbul’a taşınır, annesi her gün trenle işyeri İzmit’e gidip gelmek zorunda kalır.

Ardından Acun, liseyi bitirir ve üniversite sınavları sonucunda “İstanbul Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği” bölümünü kazanır.

Üniversite yaşamında: Acun çok sevdiği ve bir süre evlerinde kaldığı dedesi ve anneannesini: İstanbul’da bir caddede karşıdan karşıya geçerken trafik kazası sonucu ölümleriyle hayatındaki ilk büyük yıkımı yaşar.

19 yaşında 1988 yılında, üniversiteden arkadaşı Seda Bağbuğ ile ilk evliliğini yapar ve 1989 yılında Banu isimli kızı olur. (Banu: halen Acun Medya’da çalışmaktadır ve 2016 yılında evlenmiştir.)

Derken: hani derler ya dert; dert doğurur diye: 1990 yılına gelinir. Bir gün: anne ve babası, Acun ve kızını alıp Bodrum’a gitmeye karar verirler. Acun: son anda işi çıkınca bu yolculuktan vazgeçer, onların gitmesini kendisinin daha sonra geleceğini söyler. Bunun üzerine yola çıkan: anne, baba ve 9 aylık kızı Banu: Balıkesir yakınlarında büyük bir trafik kazası geçirir ve anne, baba ölür, 9 aylık kızı Banu ise vücudunda birçok kırıklar ile ağır yaralı olarak kurtulur. Kendisi bu yolculuğa katılmadığı için büyük olasılıkla ölümden kurtulmuştu.

21 yaşındaki Acun: hayatının en güzel yıllarında: yaşadığı iki büyük ölüm olayı ve yaşaması mucize olarak değerlendirilen kızı Banu.

Üniversitede geçirilen 7 yıllık süreç, okul bitmez ve ayrılır. Ancak okulun verdiği İngilizce ileri ki yaşantısında çok önemli rol oynayacaktır. Büyük bir travma geçirir, 1 yıl boyunca evden dışarı çıkmaz, bu sıkıntılar 24 yaşındaki Acun’un evlilik hayatını sonlandırmasına sebep olur ve 1993 yılında ilk eşi Seda’dan boşanır.

1994 yılında ise, bu kez ülkemizde birçok ocak söndürmüş trafik kazası Acun’un kendisini yoklar. İstanbul’da motor tutkunu olan Acun: büyük bir motor kazası geçirir. Bu kaza sonucunda arkasında oturan arkadaşı ölür, kendisi ise kırık bir sol kol, 36 dikişle takılan bir platin ve 2 aylık bir hastane safhası. Bu kazadan sağ kurtulmasının mucize olduğu kesin.

İyileşir, bu kez: anne-babasından kalanlarla geçinmeye çalışırken, 1995 yılında ticaret hayatına atılır. İstanbul’da bir kot dükkanı açar, ancak kötü talip yine yakasını bırakmaz ve iflas ederek dükkanı kapatır. Hatta: hani derler ya “beş parasız kalır”

1996 yılında: maddi sıkıntılar içinde boğuşurken, tesadüfen bir arkadaşı aracılığı ile Show tv de spor servisinde stajyer kadrosunda işe başlar. Böylece: çok sevdiği futbol maçlarına: bilet alarak değil, biletsiz ve sahanın içinden izleyebilecektir. Fenerbahçeli olmasına rağmen Beşiktaş muhabiri olarak çalışır. Yani: kişisel tercihlerini asla öne koymaz, işe bakışı daha önemlidir.

Yaşadığı tüm sıkıntılı gençlik dönemi, bir anda hayatının akışını değiştirmeye başlamıştır. 2002 yılında “Acun firarda” isimli bir gezi-eğlence programı yaparak ismini duyurur. 2006 yılına kadar devam eden bu program sırasında 105 ülke gezer ve çekimler yapar.

2003 yılında: özel hayatında da değişiklik olur. Zeynep Yılmaz ile ikinci evliliğini yapar. Bu evlilikten: 2004 yılında Leyla ve 2007 yılında ise Yasemin isimli kızları olur. Ancak: bu evlilik: Acun’un evlilik dışı ilişkisi dedikodusu nedeniyle 2016 yılında biter. Bu arada: 2013 yılında, evlilik yapmadığı Şeyma Subaşı’ndan Melisa isimli bir kızı olur.

Evet: sonuç: günümüzde ülkemizin büyük televizyon kanallarından birinin sahibi, uçak, tekne ve lüks arabaların sahibi, serveti bir hayli büyük ancak halkın çok sevdiği ve beğenerek izlediği programlara bizzat kendisi katılarak değer sunan Acun Ilıcalı: işte böyle bir hayatın içinden çıkıp gelmiş ve biraz önce söylediklerime sahip olmuş birisi.

Okuduğunuzda; eminim ki, bu büyük servetin temelinde yatan hüzünlü yaşam hikayesi, mutlaka yüreğinizi burkacaktır.

“Pandorranın kutusu” denen bir hikaye vardır. Bunu hatırlayanlar olabilir. Antik pagan döneminde tanrı Zeus: içinde tüm kötülük ve hastalıkların bulunduğu bir kutuyu Pandora (anlamı tanrıların armağanıdır) bir kadına teslim eder ve kesinlikle kutuyu açmamasını söyler.

Kadın: merakına yenik düşer, kutunun görüntüsü ve baştan çıkarıcı güzelliği Pandora’yı tahrik eder ve bir an gelir kutuyu açar.

Kutu açıldığında kutunun içindeki bütün kötülükler yeryüzüne dağılır. Kutudan sadece bir tane “iyilik” çıkar ve o da en dibe yani tüm kötülüklerin en dibine saklanmış olan “umut” dur. Tanrıların babası Zeus: insanların: kötülük ve hastalıklar karşısında, eziyet çekerken yaşamı kestirip atmalarını engellemek ve yeni eziyetler çekmelerinin devamını sağlamak için “umut” verir. İnsanlar her türlü kötülük ve hastalık karşısında, umutsuz olsalar yaşamlarına son verirlerdi. Yani kutudan çıkan onca kötülük ve hastalık karşısında, insanın tek tesellisi “umut” dur.

Sanırım Acun’da başarıyı böyle yakaladı, umut etmeyi asla kesmedi. Hatta hani Acun severler bilirler, sürekli siyah giymeyi sever, bu siyah giysi merakı: belki de yaşamında geride kalan hüzünlerle, acılarla bağlantılıdır.

Aranan kelimeler:

15 Mart 2017
bosluk

cumhuriyet tarihi Son Yazılar FriendFeed
kişi siteyi ziyaret etti