1509 yılında İstanbul’da büyük bir deprem olur.
Marmara denizi ve adalar yakınlarında, 10 Eylül 1509 tarihinde Cuma gecesi saat: 04.00’de olan bu deprem oldukça şiddetli olmuş ve depremin büyüklüğü ve yarattığı ağır hasar nedeniyle olay halk arasında “Küçük Kıyamet” olarak isimlendirilmiştir. Ancak bu ismin kullanılmasında sadece deprem etkili değildir. Osmanlı döneminde, 1490-1509 yılları arasında yaşanan kuraklık, veba salgınları ve bu büyük deprem nedeniyle 19 yıllık dönemin tümü “Kıyamet-i Suğra” olarak isimlendirilir.
Depremin merkez üssünün Adalar olduğu tahmin ediliyor. Büyüklüğünün ise 6.9 olduğu ve 50 saniye sürdüğü söyleniyor ama o dönemde bunların tespit edilmesi mümkün değildi, verilen bu değerlerin gerçeği yansıttığını sanmıyorum, sadece tahminler olsa gerek.
Deprem sırasında: İstanbul şehrinde 35 bin yerleşim birimi ve 160 bin kişi yaşıyormuş. Depremde: aralarında Osmanlı hanedanına mensup kişilerin de bulunduğu 13 bin kişi olmuş ve 1070 ev tamamen yakılmıştır.
Depremde: şehrin surları, Edirnekapı, Silivrikapı, Yedikule, İshak Paşa Kapısı, Topkapı Sarayı, Fatih Camii, Anadolu Hisarı, Rumeli Hisarı, Kız kulesi, Haliç, Galata, Yoros kalesi, Boğaziçi, Heybeliada, Burgazada, Silivri ve Pera ağır hasar görmüştür. Topkapı Sarayı zarar gördüğü için Padişah II Beyazıd, Edirne’ye gitti.
Depremde, birçok bina yıkılmış kervansaray, hamam ve mescit ağır hasar görmüştür. Bu doğal yıkımda, Ambarlı limanı ve çevresindeki tesisler de ağır hasar görmüştür. Liman bölgesindeki bazı evler denize batmıştır.
Ayrıca: depremde deniz taşmış, deniz suları şehrin surlarını, Galata ve İstanbul’daki birçok duvarı aşmıştır.
Artçı depremler 45 gün sürmüştür.
İstanbul depremlerinde, İstanbul halkı Hebdemon yani bugünkü Bahçelievler civarına sığınmışlardır.
Depremin ardından, Sultan II Beyazıt, İmparatorluk bölgelerinden topladığı 66 bin işçi ve 3 bin ustabaşı görevlendirerek imar işlerini başlatmıştır. Ayrıca, halktan deprem için özel bir vergi toplatmış ve 1510 yılında Mart-Haziran ayları arasında hasarları tamir ettirmiştir.
Bu onarım sırasında, Sivas’tan getirilen birçok işçi, ihtiyaç olan keresteyi sağlamak için Çatalca köylerine yerleşmiştir. Çünkü depremden sonra İstanbul’daki konak, saray ve evlerin depreme dayanabilmesi için ahşaptan yapılmasına karar verildi.
Tarihi kaynaklar bu yeniden imar faaliyetlerinden sonra, İstanbul’un Bizans karakterinden çıkıp Türk-İslam mimari karakterine kavuştuğunu ifade etmektedir.
Tarihi Kırkpınar güreşleri, Edirne kent kimliğinin en önemli öğelerinden olup aynı zamanda Antik Yunanistan Olimpiyatlarından sonra, dünya tarihinin bilinen en eski spor organizasyonudur.
Dünyanın hiçbir şehrinde bu kadar süredir devam eden bir spor müsabakası yoktur yani Kırkpınar güreşleri tek olma özelliği taşır.
Bu organizasyonun bir efsaneye göre: Osmanlı Padişahı I. Murat tarafından 6 Mayıs 1361 tarihinde başlatılmıştır. Ancak Kırkpınar güreşlerinin başlangıcı hakkında birçok söylenti vardır. Bunların en yaygın olanı: Kırkpınar güreşleri efsanesi: Orhan Gazi, Rumeli’yi ele geçirmek için bir sefer düzenleyerek kardeşi ve 40 askerle birlikte Domuzhisarı üstünde ilerler. Domuzhisarı’nı fetheden gurup, ardından diğer hisarları ele geçirmek için yola devam ederler. Bu süreç içinde askerler mola verilen her yerde güreşe tutuşurlar.
Bir gün, gurupta yer alan iki genç yiğit güreşe tutuşur fakat kazanan olmaz. Ardından önce Yunanistan’da, daha sonra Hıdrellez günü Edirne’ye 17 km uzaklıktaki Ahırköy çayırında tekrar güreşmeye başlarlar. Fakat sabah başlayan gece yarısına kadar devam eden güreşin sonunda, ikisi de ölür.
Arkadaşları onları incir ağacının altına gömer ve söylentilere göre ilerleyen yıllarda bu iki askerin mezarı başından gür bir pınar aktığı görülür. Halk bu iki kişinin ermiş olduğuna inanır, bölgenin adı da “Kırkpınar” olarak anılmaya başlar.
Kırkpınar yağlı güreşlerinde pehlivanlar manda, dana ve malak derisinden yapılmış olan “kıspet” adı verilen giysi giyerler. Güreşçileri seyircilere tanıtan kişi cazgır, güreşçilerin güreşten önce gerçekleştirdikleri ısınma hareketi peşrev olarak adlandırılır. Pehlivanlar güreşe tutuşmadan önce, kavramanın güç olmasını sağlamak amacıyla yağlanmakta, tutuşa çağrılan pehlivanlar için davul-zurna eşliğinde güreş havaları çalınır.
Kırkpınar güreşleri, Balkan Savaşı, 1. Dünya Savaşı ve Yunan işgali döneminde kendi yerinde ve düzeninde yapılmaz, bir süre Edirne dışında Virantekke bölgesinde yapılır. Cumhuriyet döneminde ise belli bir süre Edirne Milli Eğitim Müdürlüğünün Türk Ocağına yardım amacıyla organize ettiği güreşler, bir süre de Kırkpınar ağaları tarafından düzenlenir. 1946 yılından itibaren Edirne Belediyesi tarafından organize edilen Kırkpınar güreşleri her Hıdırellez günü Sarayiçi’nde yapılmaktadır.
Mithat Paşa: 1822 yılında İstanbul’da doğdu. Asıl ismi: Ahmet Şefik’tir.
Mithat Paşa’nın oldukça hareketli bir hayatı var, bu hareketlilik yanında, kendisi hakkında çok değişik yorumlar var, ama benim en çok dikkatimi çeken yaşamının birçok bölümünde ve hatta öldükten sonra bile kendisini seven kadar sevmeyenin de çok olduğudur. Ancak her şeye rağmen yıllar sonra, en büyük özelliği “Hürriyet” sevgisi olan bu kişinin cenazesi yıllar sonra, ülkemizden çok uzaklarda öldürüldüğü ve gömüldüğü yerden alınarak ülkemize getirilmiş ve İstanbul’da bir anıt mezara defnedilmiştir.
Bu sevme ve sevmeme konuları, genelde siyasi içerik taşıdığından, ben bu konulara girmeden, özellikle Ziraat Bankasının kuruluşu ile sonuçlanan “Menafii Umumiyye Sandıkları” hakkında yazmak istiyorum. Çünkü, bugün ülkemizde Ziraat Bankasının kurucusu olarak kabul edilmekle birlikte Bulgaristan’da bazı ziraat ve sanayi bankalarında, fotoğrafı asılıdır.
Evet, gelelim Mithat Paşa’nın tutuklanma ve yargılanma, sürgün aşamalarına;
Mayıs 1881 tarihinde, İzmir valisi iken, İzmir’deki konağında tutuklanacağı sırada, Fransa konsolosluğuna sığındı. Neden İngilizler değil de Fransızlar, çünkü İngiliz konsolosu o gün izinli imiş.
Fransa hükümeti nezdinde yapılan girişimler sonucunda, İzmir’de bulunan tutuklama heyeti başkanı Adliye Nazırı Ahmet Cevdet Paşa’nın verdiği güvence neticesinde teslim oldu. Bir başka söylentiye göre, Tunus’un Fransızlara verilmesi karşılığında, Fransızlar tarafından teslim edildi.
Ahmet Şefik Mithat Paşa: 22 Mayıs 1881 Pazar günü Yıldız Sarayı Çadır Köşküne getirilerek hapis edilmiştir.
Saray darbesine karışan asker ve sivillerle birlikte, Abdülaziz’in katline iştirak suçlamasıyla, özel bir mahkemede yargılandı. Ancak mahkeme heyeti, Mithat Paşa’nın muhaliflerinden seçilmişti. Suçlu bulunarak idama mahkum edildi. Ancak, iç ve dış çevrelerden yükselen itirazları dikkate alan Padişah 2’nci Abdülhamit: idam cezasını ömür boyu hapse çevirdi.
22 Temmuz 1881 günü alınarak, diğer hükümlülerle birlikte, İzzettin Vapuru ile Arabistan Taif’e sürgüne gönderilmiştir. Burada yine ilginç bir durum var. Mithat Paşa’nın bindiği gemi, limandan kalkar ama boğazdan dışarı çıkmaz, kız kulesi önüne gelince demir atar ve 2 gün orada bekler. Gemi neden orada 2 gün beklemiştir? Bu durum Padişah Abdülhamit’e sorulduğunda, kendisi şu cevabı verir “bakalım uğruna kendisini feda ettiği millet, onun için ne yapacak, Mithat Paşa’yı kurtarmaya çalışacaklar mı merak ettim” demiştir. Elbette, bu süre zarfında, gazeteler, bu sürgün kararına karşı yayın yapsalar da, İstanbul’da küçük bir kıpırdanma, başkaldırma, ayaklanma başlangıcı olmaz. Öte yandan: büyük bir kısım gazete yazarı ise: bu eşsiz cinayeti savunmakta, onun doğru olduğunu millete ispata çalışmaktadır.
Sürgün hayatı 3 yıl sürdü. Sıkı kontrol altına alınarak dış dünya ile ilişiği kesildi.
Giderek ağırlaşan ve kötüleşen muameleye maruz kalan Mithat Paşa: Taif’te 8 Mayıs 1884 gecesi muhafızlar tarafından boğularak öldürüldü. Söylentilere göre: Hicaz valisi Osman Nuri Paşa: Mithat Paşa’nın İngilizler tarafından kaçırılacağını öğrenir ve bunun üzerine, berber lakaplı İsmail isimli bir askere boğdurarak öldürtür.
Mithat Paşa’nın cenazesi, ancak 1951 yılında Türkiye’ye getirilerek 26 Haziran 1951 tarihinde Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın da katıldığı bir törenle Şişli Abide-i Hürriyet Tepesinde defnedilmiştir. Aynı yıl, Başbakan Adnan Menderes tarafından, Beşiktaş İnönü Stadyumunun ismi “Mithat Paşa” stadyumu olarak değiştirilmiştir.
Paşa’nın ölüm emrini kimin verdiği hiçbir zaman anlaşılamadı.
Gelelim Ziraat Bankası ile olan bağlantısına:
Mithat Paşa: İmparatorlukta vergi, tarım, yerel idare gibi sıkıntılı konularda, Avrupa’da gördüğü ve tecrübe ettiği yeniliklerle açılımlar sağladı. Köylüye düşük faizli devlet kredisi vererek daha verimli istihdama sevk etti ve tefecilerin elinden kurtardı. Tuna vilayetinde vali iken, Ziraat Bankasını kurdu.
O yıl, Ziraat Bankası tarafından Mithat Paşa’nın mezarı için bir anıt mezar yarışması açılmıştır. Katılan projeler arasından 7 Eylül 1951 tarihinde Yüksek Mimar Muhlis Türkmen, Mimar Muhteşem Giray, Mimar Ekrem Bahtaoğlu ve Mimar Turhan Ökeren’in tasarlamış oldukları proje seçilmiş ve 1952 yılında da inşa edilmiştir.
Mezarının yanında bulunan bir kitabede şunlar yazılıdır “ümit ve iftihar ederim ki, vicdanım beni mes’ul tutabileceği bir hareketet bulunmadım. Fakat milletimin beni mes’ul tutmasını isterim. Bundan fahirlenirim ve vatanımın selamet ve saadetini temin için vicdanımla müteahhidim” (Bu sözler 30 Ocak 1877 tarihinde Padişah 2’nci Abdülhamit’e yazdığı mektuptan alınmıştır.)
Ankara Ulus semtindeki Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü önünde, heykeltıraş Hüseyin Anka tarafından, 1966 yılında yapılan oturan bir heykeli bulunuyor.
Çoğumuz bu kişiyi tanımayız bilmeyiz ancak dünya füzeciliğinin babası olarak kabul ediliyor ve günümüzde “Roketsan” füze-roket alanında yaptığı çalışmalar ve elde ettiği başarılarla, ülkemizde bu gururu yaşatmaya devam ediyor.
Evet, Lagari Hasan Çelebi hakkında bildiklerimiz, sadece Evliya Çelebi’nin Seyahatnanesi’nde yazdıkları ve anlattıklarına dayanıyor.
Kendisi: 17’nci yüzyılda Sultan 4’ncü Murat döneminde yaşamıştır. Zayıf olması nedeniyle “Lagari” diye anılır.
1633 yılında, 4’ncü Murat’ın kızı Kaya Sultan’ın yaş gününde: onun onuruna uçuşunu gerçekleştirmiştir. Bu uçuşta: kendi icat ettiği 50 okka yani 64 kg barut dolu 7 fişekli bir roket yapmış ve arkadaşlarının ateşlediği 27 metre uzunluğundaki bu roketle, Sarayburnu açıklarından, Padişahın huzurunda gökyüzüne havalanmıştır. Uçuşa çıkmadan önce, Padişah’a hitaben “Padişahım seni hudaya ısmarladım, İsa Peygamber ile konuşmaya gidiyorum” der.
Roket, barutunun bitmesi üzerine aşağıya düşmeye başlamış, Hasan Çelebi, buna karşı önlemini almış, ellerindeki kartal kanatlarını açarak, Sinanpaşa köşkü açıklarında denize sağ olarak inmeyi başarmıştır. Oradan yüzerek Padişah’ın huzuruna gelmiş “Padişahım, İsa peygamber sana selam etti” diyerek şaka yapmıştır. Hasan Çelebinin yaklaşık 300 metre kadar havalandığı ve 20 saniye boyunca havada kaldığı tahmin edilmektedir.
Bu başarısı nedeniyle bugünkü füzeciliğin babası kabul edilir.
Sultan 4’ncü Murat: Hezarfen Ahmet Çelebi’den sonra, bu başarılı uçuşu yapan Hasan Çelebi’yi ödüllendirir, kendisini “Sipahi” yapar.
Ancak: Şeyhülislam ve çevresi, ard arda gelen bu başarılardan endişe duyar ve Padişah nezdinde yaptıkları girişimler sonucunda, zamanın bu büyük ve değerli bilim adamı: Sultan 4’ncü Murat tarafından Kırım’a sürgün edilir, Kırım’da Selamet Giray Han’ın yanına gider ve yine Kırım’da ölür. Ancak, takip eden dönemde, Ahmet Çelebi çalışmalarını sürdürür ve çok sonraki tarihlerde ilk modern roket çalışmaları da Kırım yani Ukrayna’da başlamıştır.
Evet, bu olay sadece mübalağalı yazılar yazmayı seven Evliya Çelebi tarafından yazılmış, başkaca bir Osmanlı belgesinde geçmez. Ancak aradan yıllar geçtikten sonra Norveç Havacılık Müzesi Müdürü Roffavik tarafından yazılan bir yazı ile konu yine gündeme gelmiştir. Roffavik, ABD de yayınlanan “Weekly World News” isimli dergiye yazdığı bir yazıda “dünyada ilk insanlı uzay uçuşunu Hasan Çelebi isimli bir Osmanlı Türk’ünün yaptığını yazar. Dergiye göre: Hasan Çelebi, barutla çalışan iki katlı roketi 1633 yılında ateşleyerek gökyüzüne doğru 2.5 km yükselmiş ve sonra denize düşmüştür. Roffavik’e göre: Hasan Çelebi’nin roketinde, ana motorun çevresinde, altı küçük motor daha vardı ve bu küçük motorlar, roketi havaya yükselten ilk kademeyi oluşturuyordu. İlk kademede bulunan bu roketlerin yakıtı bittiğinde ise, ikinci kademeyi oluşturan ve daha büyük olan ana motor devreye girdi ve roketin daha da yükselmesi sağlandı. ABD’deki Smithsonian Enstitüsü Uzay Araştırmaları Bölüm Başkanı Frank Winter’de, bunu doğrular ve “Türk roket adamı Hasan Çelebi’nin 1633 yılındaki denemesi, şimdiye kadar kayıtlara geçen ilk insanlı uçuş denemesi” der.
Osmanlıların ve İran’ın güneyden Rusları sıkıştırmasını isteyen Fransız İmparatoru Napolyon: en güvendiği adamlarından birisi olan ve aynı zamanda çok yakın arkadaşı olan Korsikalı General Horace Sebastiani’yi, elçi olarak İstanbul’a gönderir. General Sebastiani: Napolyon Bonapart’ın ordularında generallik yapmış, daha sonra ise Louis Philippe döneminde 1830-1832 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı yapmış bir Fransız Mareşalidir.
Fransız general: İstanbul’da çok iyi karşılanır ve özel bir yakınlık görür. Hatta: Hıristiyan elçilerinin, Padişahın huzuruna kılıçlarıyla kabul edilmemesi gibi bir gelenek varken, Sebastiani, kılıcıyla birlikte Sultan’ın yanına girebilen ilk Avrupalı elçi olur.
Sultan III. Selim: Fransa ve Napolyon’un desteğiyle: orduyu modernleştirmek ve güçlendirmek istemektedir. Çünkü Rusya ve İngiltere gibi güçlü düşmanlar vardır. Fransızlar, 1801 yılında Danimarka’ya yönelik bir İngiliz donanması saldırısında, toplarla saldırıyı def etmişlerdir. Aynı durum: İstanbul için de uygulanabilirdi. Çünkü İngilizler, Çanakkale boğazını geçip Topkapı Sarayı önlerine geldiklerinde, Sultan III. Selim’i dize getireceklerine inanıyorlardı. O dönemin İstanbul’da bulunan İngiliz Büyükelçisi de, bu yönde ülkesine raporlar göndermişti.
Bunun üzerine, Amiral Duckword idaresindeki İngiliz donanması savaş gemileri, İstanbul’a doğru yola çıktıklarında, büyükelçileri Arbuthnot’da, 25 Ocak 1807 tarihinde, Osmanlı yönetimine bir ültimatom vererek; İngiltere Türkiye ittifakının yenilenmesini, Çanakkale boğazı kalelerinin İngilizlere teslimini ve Fransız Elçisi Sebastiani’nin ülkesine geri gönderilmesini istedi.
İngilizlerin verdiği bu ültimatom, Osmanlı Divanında görüşülür ve Sultan III. Selim, bu tehlikenin barış yoluyla halledilmesini ister. Divandan İshak Bey: Fransız elçiliğine gönderilir ve İshak Bey “Osmanlı Devletinin kendisini savunma durumunda olmadığını ve İngiltere’nin Fransız elçiyi, Osmanlı-Rus savaşının sebebi olarak gördüğünü” bildirir.
Fransız elçinin, buna tepkisi o günün şartlarını belirten ve tam bir ders verir mahiyettedir. “ Böyle 5-10 gemiye başkenti teslim etmek ne demektir? Bundan sonra Osmanlı devleti, bağımsızlığından ve toprak bütünlüğünden ne yüzle söz edebilecektir? Bu donanmada, asker yok ki karaya çıkıp ta memleketi zapt etsin. Sadece Sarayburnu’na yeteri kadar top yerleştirirseniz, bu donanmayı harap edersiniz. Tehlike, onlar için söz konusu. Hem sizin ateşinizden hem de uygunsuz bir rüzgarlar karaya vurmaktan korkarlar. Rüzgar elverse ve sizin toplarınız da hiçbir işe yaramasa bile, yapabilecekleri nihayet İstanbul’un bir-iki mahallesini topa tutup yakmaktan ibaret kalacaktır. İstanbul’da ikide bir yangın çıkıyor. Farzedelim ki, yine böyle bir yangın oldu, 1-2 mahalle kül oldu. Yanan yerler yapılır ama bir kere yıkılan devlet itibarı bir daha onarılabilirmi?
Osmanlılar, bunu kabul etmediler. Hatta İngiltere büyükelçisi Arbuthnot: İstanbul’da istenmeyen adam haline geldi. 19 Şubat 1807 tarihinde, İngiliz Kraliyet Donanmasına ait 11 gemi, Çanakkale Boğazından ilk kez geçerek, İstanbul’a doğru hareket ettiler. Çanakkale boğazının savunma mevzileri, gemilere top atışı yapmasına rağmen, her hangi bir zarar veremediler. İngiliz Amiral Duckwood’un küçük filosu, Çanakkale boğazı ve ardından Marmarayı geçmesine rağmen, Boğaza girip Topkapı Sarayını tehdit eder pozisyon alamadı. Çünkü: Karadeniz’den esen güçlü rüzgarlar ve şiddetli akıntı, İngiliz gemilerinin istediği yerde demirlemesine imkan vermedi. Zorunlu olarak ancak Büyükada önlerinde demirlediler. Ama İstanbul’a 10 km uzaklıktaki bu mevkiden, bir tehdit unsuru olamadılar.
İngiliz gemilerinin kıyıya kadar sokulamaması üzerine, şehirde savunma önlemleri alındı. Amiral Duckworth, 22 Şubat günü gemilere İstanbul şehrini bombalama emrini verdi. Ancak şehre fazla sokulamadıklarından bunun etkili olmayacağını anladı ve emrini geri aldı. Sonunda İngiltere gemileri, Şubat ayının son günü, İstanbul’dan ayrılarak Marmara’ya açıldı.
Tüm bu olayların ardından, General Sebastiani: Sultan III. Selim’e: Türklerin en büyük düşmanlarını tarif ederken, şu sözleri söylemiştir “ Sizin İngiltere ve Rusya’dan çok daha güçlü düşmanlarınız var ki, bunlar “İnşallah”, “maşallah” ve “bakalım” dır.” 1807 yılında, yani günümüzden yıllarca önce, bir Fransız generalinin bizi anlatan bu sözleri, takip eden dönemlerde de bolca kullanılmaktadır. Her türlü sorunun üstesinden gelmek için: inşallah, maşallah ve bakalım kelimeleri sık sık kullanılmaktamıdır?
Eğer kişide şans varsa, hayatta ne yaşarsa yaşasın, hiçbir olumsuzluk onun yaşayacaklarını engellemez. Bu düşüncenin tarih sayfasındaki tanıklarından birinin hikayesi, gerçekten ilgi çekmektedir.
Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan ile evlenerek Padişah damadı olan Rüstem Paşa: Kayınvalidesi Hürrem Sultan ile birlikte: Şehzade Mustafa’nın öldürülmesi dahil olmak üzere, birçok entrikaya karışmıştır. Ancak karşıtları, kendisini gözden düşürmek için “cüzzamlıdır” dedikodusu çıkarmıştır.
Ancak aynı dönemde, Rüstem Paşa’nın üzerinden bit çıkmıştır. Bunun üzerine: “Olursa bir kişinin bahtı kavi, talihi yar, Kehlesi dahi mahallinde onun işine yarar” (Bu deyimin anlamı: “Ballı/şanslı kişinin üstünden bit çıksa işe yarar)
Bunun üzerine, Rüstem Paşa’nın lakabı “Kehle-i İkbal” olarak kalmıştır.
Yaşadığı dönemde, Padişahtan sonra en zengin kişi olarak anılan Rüstem Paşa: muhteşem bir servet yapması ile hatırlanmaktadır.
İstanbul’da Yedikule-Kazlıçeşme’de ilginç bir kilise bulunmaktadır. Aslında, kilise değil, kilise hakkında anlatılan bir efsane ilgimi çekti ve okurlarla paylaşmak istedim.
Fetihten önce, Bizans döneminde yaptırılan kilisede: 1453 yılında, fetihten hemen önce: bir rahip, mevcut havuzdan yakaladığı balıkları kızartmaktadır. Bu sırada: şehrin fetih edileceğine inanmadığından: kendi kendine homurdanarak “Türkler, ancak bu balıklar canlandığında şehri alırlar” demektedir. Tam bu sırada: tavadaki balıklar canlanır ve havuza geri atlarlar. Bu durumda: rahip ne hale gelmiş bilinmez ama şehir kısa süre sonra Türkler tarafından ele geçirilir.
Günümüzde, bu havuz adı geçen kilisede, bir şapelin altındadır ve içinde balıklar yüzmektedir. Bu kilise ile, başka kiliselerde görülmeyen ilgili ilginç bir özellik daha vardır. Kilisenin avlusu, bir zamanlar buradaki mezarlıkta bulunan eski mezar taşları ile döşenmiştir.
Günümüzdeki Paşabahçe semtinin isminde “Paşa” eki: Sadrazam Hezarpare Ahmet Paşa’dan gelir. Ahmet Paşa’nın hayat hikayesinden çok, hayatının bitiş şekli önem zamanmıştır ki, gerçekten tam bir trajedidir.
Osmanlı imparatorluğunun en çalkantılı dönemi olan 17 yüzyılda görev yapmıştır. Hem de Deli İbrahim isimli sultan döneminde. Hani: Topkapı’da bulunan Alay Köşkünde, birçok padişah merasim ve geçit törenlerini izlerken, elinde tatar yayı ile gelip geçene ok atarak öldüren Deli İbrahim.
Evet: Paşabahçe semtinin ismindeki Ahmet Paşa’nın “Hezarpare” lakabı: ölümünden sonra verilmiştir. Çünkü Sultan Deli İbrahim’in sadrazamı olan bu paşa: önce sadrazamlıktan azledilmiş ve sonra isyancı yeniçeriler tarafından parçalanarak öldürülmüştür. Yani “Hezarpare” kelimesinin anlamı “parça parça” demektir. Daha da ilginç ve kötü olan: paşanın cesedi parçalandıktan sonra, bir yeniçeri tarafından cesedinin etleri ufak parçalara ayrılmış ve “ölünün eti romatizmaya iyi gelir” diye, on akçeye gelip geçene satılmıştır.
Konu tarih olunca, tarihimizde, bu tür bir rezilliği rastladığım da bunu okurlarla paylaşmak istedim.
İstanbul Çengelköy’de: bir saray yavrusunu andıran ve aşı boyası ile çok uzaklardan bile kolaylıkla fark edilen Boğaziçi’nin en muhteşem binası olan bir yapıdan, bir yalıdan daha doğrusu bu yalının hikayesi ilgimi çekti ve bunu okurlarla paylaşmak istedim.
Yalı: 1770 yılında, barok tarzda inşa edilmiş olup, üst kattaki salonu bir Osmanlı otağı şeklinde yapılmıştır. Tavan işçiliği muazzamdır. Salona çıkan merdivenlerin yanında, orkestra için özel yer yapılmıştır. Odalardaki Edirne işi bezemeler, inanılmaz güzelliktedir.
Yalı: Sultan Abdülhamit tarafından, Darüssaade Ağası (yani hadım edilmiş saray görevlisi) Mehmet Ağa’ya verilmiştir. Daha sonra yalı Sadrazam Koca Yusuf Paşa’ya geçer. Koca Yusuf Paşa: yaşlandığından sadrazamlıktan ayrılmak isteyince, Sultan III. Selim tarafından 1805 yılında azledilir. Osmanlı tapu kayıtlarında yani Bostancıbaşı defterinde: yalı Yusuf Paşa’nın karısı Hanife Hatun’un mülkü olarak görülür. Daha sonra: Hanife Hatun’un kızı Emine hanım: Kaptan-ı Derya Seydi Ali Paşa ile evlenir ve bu yalıda otururlar. Seydi Ala Paşa ölünce, eşi ve oğlu Hamdi Paşa yalıda oturmayı sürdürürler. Oğul Hamdi Paşa: Berberbaşı Hüseyin Ağa’nın kızı Fatma Rehna hanım ile evlenir. Bu arada, Hamdi Paşa; Bağdat Valisi olur. Ancak Hamdi Paşa: bir sarrafa borçlanıp borcunu ödeyemeyince, yalıyı satışa çıkarır ve yalı: Ayaşlı Esad Muhlis Paşa tarafından satın alınır. Muhlis Paşa: öldüğünde ise, yalı 1872 yılında oğlu Sadullah Paşa’ya miras kalır.
Sadullah Paşa:
Sultan V. Murat ve Abdülhamid dönemlerinde görev almıştır. Zamanın kültür, sanat camiasının yakından tanıdığı bir isimdir. Tanzimat edebiyatının ünlü bir ismidir. Farsça, Fransızca ve Almanca biliyordu. Hatta: Sultan V. Murat: Sadullah Paşa’yı tahta çıkışının ardından, özel kayığı ile saraya getirtmiştir. Paşa: Osmanlı hükümetinin çeşitli kademelerinde çalıştıktan sonra: 1877 yılı Osmanlı-Rus Savaşının ardından imzalanan Ayestefanos Antlaşması ve Berlin Kongresine, Osmanlı imparatorluğunun temsilcisi olarak katılmıştır. Ancak: Abdülhamit döneminde: Sadullah Paşa’nın durumu farklılaşır. Çünkü Abdülhamit, zekadan çok sadakata önem veren bir kişiliktedir. Sultan V. Murat’ın gözdesi olan ve jurnalcilerin kurbanı olan bu adama güvenmemiş ve görevden almıştır. Ama halk tarafından çok sevilen Paşa’yı ortada bırakmamak için bir tür sürgün olarak Viyana şehrine, sefir olarak görevlendirmiştir. Çünkü Sultan V. Murat’ı tekrar başa geçirmek isteyenlerden olduğuna inanmaktadır.
Sadullah Paşa: Viyana’da kaldığı sürece, Sultan Abdülhamit, İstanbul’a dönmesine izin vermez. Bu arada: Sadullah Paşa, sefarethanede çalışan genç bir hizmetkar ile gönül ilişkisine girer ve kız hamile kalır. Gerek İstanbul özlemi ve gerekse kızın hamile kalması, Paşa’yı bunalıma sokar ve 1891 yılında Viyana şehrinde havagazı ile intihar ederek ölür. Cenazesi, oğlu Nusret Sadullah’ın hazır bulunduğu devlet erkanı ile İstanbul’a getirilerek Sultan II. Mahmut’un haziresine gömülmüştür. Paşa’nın İstanbul’da Çengelköy’deki yalısında yaşayan eşi Necibe Hanım, haberi duyunca aklını kaçırır. Ölüm haberini aldığı gün: gençliğinde giydiği ve Paşa’nın çok beğendiği pembe elbisesini giyerek, yalının bahçesinde Paşa’nın dönüşünü beklemeye başlar. Kimseyle konuşmadan, yıllarca pembeler içinde, yalıda Paşa’nın dönmesini beklemiş ve 1917 yılında ölmüştür. Necibe Hanım ölünce, oğulları aile açısından iyi anıları olmayan bu yalıyı.
Uzaktan akrabaları mimar ve aynı zamanda Cumhuriyet döneminin ilk İçişleri Bakanı olan Ferit Tek’e satarlar. Ferit Tek, yalının bir kısmını restore ettirir ve bu arada selamlık bölümünü yıktırır, harem bölümü muhafaza edilir. Ferit Tek ölünce kızı Türkolog Emel Esin, miras yolu ile yalının yeni sahibi olur. Dr Emel Esin, 1914 yılında İstanbul’da doğmuştur. Annesi Müfide hanım, dönemin kadın yazarlarındandır. Esin, önemli bir akademisyen olmuş ve Paris Üniversitesinden sanat tarihi doktoru ünvanı almıştır. Önce bir Mısır pransi ile, 1941 yılında ise Büyükelçi Seyfullah Esin ile Tokyo şehrinde evlenmiştir. “Tek-Esin” vakfını kuran ve çocuğu olmayan Esin hanım: yalıyı kendi adıyla kurduğu bu vakfın mülkü haline getirmiştir. 1987 yılında Emel Esin ölünce: bina Vakıftan, vakıf masraflarının karşılanması için Ayşegül Nadir’e kiralanır. Ayşegül Nadir: bu tarihi yalıda yaşarken, bahçede bulunan tarihi bir Kur-an yüzünden, tarihi eser kaçakçılığı ile suçlanır ve Türkiye’den kaçarak ayrılır, ardından Fas’ın Marakeş şehrinde yaşamaya başlar.
Sonraki yıllarda yalıyı satın alan kişiler: yalının bahçesinde ve koridorlarında, pembe elbiseli bir kadın hayaleti gördüklerini iddia etmişler ve sahip oldukları yalıyı en kısa zamanda elden çıkarmışlardır. Yine söylentilere göre: Necibe Hanım, yalıda, pembeler içinde hala Paşa’nının dönmesini beklemektedir.
Gelelim Sadullah Paşa’nın çocuklarına:
En büyük çocuk Asaf Bey: devletin birçok kademesinde çalıştıktan sonra 1896 yılında Berlin sefaretinde çalışmaya başlamış, babası gibi burada bir gönül macerası yaşamış ve ardından intihar etmiştir.
Küçük oğlu Ragıp Bey: eğitimini Almanya’da tamamlamış, Alman ordusunda görev yaparken, Osmanlı ordusuna katılmak için dilekçe vermiş, dilekçesi kabul edilmiş ancak daha sonraki durumu hakkında bilgi yoktur.
Diğer oğlu Nusret Sadullah Ayaşlı: Sadullah Bey’in cenazesinde hazır bulunan bu oğlu: uzun süre devlet hizmetinde çalışmış, çeşitli yerlerde büyükelçilik yapmış, Kavalalı Mehmet Ali Paşa ailesinden Prenses Rukiye Halim ile evlenmiş, 3 çocukları olmuş, ardından evlilik bir süre sonra bozulmuş ve ayrılmışlardır. Ardından Sadullah Ayaşlı, 1930 yılında Münevver Ayaşlı ile evlenmiş ve ölene kadar onunla evli kalmıştır.
Kızı Nazlı Hanım: evlenip 4 çocuk sahibi olmasına rağmen, bir türlü mutlu olamamış, evliliğini bitirmiş ve hayata küsmüştür.
Son olarak, restorasyonu yapılan yapı: Adalet Bakanlığına verilmiştir.
Mahmut Paşa: II. Mehmet’in yani Fatih’in veziri azamıdır. Halk kendisini çok sever ve Mahmutpaşa semti ve çarşılarının adı, bu Mahmut Paşa’dan gelmektedir. Kendisi: bu semte cami, hamam ve çarşı inşa ettirmiştir ve bu çarşı günümüzde Türkiye’nin en ünlü çarşılarından birisi olmuştur.
Gün gelir, Mahmut Paşa’nın padişahla arası açılır. Mahmut Paşa’nın aşırı sertliğini içine sindiremeyen II. Mehmet, bu halkın çok sevdiği sadrazamı, katleder.
Ancak Mahmut Paşa’nın asıl öldürülme nedeni, ilginç bir öyküye dayanmaktadır. Sultan Fatih’in yakışıklı oğlu şehzade Mustafa: Mahmut Paşa’nın genç karısına göz koyar ve bu olayı duyan Mahmut Paşa: şehzade Mustafa’ya karşı kindar davranışlar sergiler ve sonuçta, ortaya çıkan bu yakışıksız olay nedeniyle, Mahmut Paşa genç karısını boşamak zorunda bırakılır.
Ancak bu olay nedeniyle Şehzade Mustafa’ya diş bileyen Mahmut Paşa: Mustafa öldüğünde yas elbisesi olan siyah kaftan giymeyip beyaz giysilerle dolaşır ve bu durum hoşuna gitmeyen padişah: Temmuz 1474 tarihinde, başı kesilmek suretiyle kendisini idam ettirir.
İdam konusunda anlatılan bir diğer söylenti şudur: 1473 yılında Uzun Hasan’a karşı, Sultan II. Mehmet ile birlikte sefere çıkan sadrazam Mahmut Paşa’nın yokluğunda: sadrazamın eşlerinden biri, II. Mehmet sonrası tahtın en güçlü adayı olarak bilinen, iyi bir asker ve halk tarafından sevilen Şehzade Mustafa’nın evinde bir gece birlikte olmuştur. Bunu duyan sadrazam, derhal eşini boşamış ve Şehzade Mustafa’yı zehirleterek öldürtmüştür. Sultan II. Mehmet ise oğlunu öldürten sadrazamı idam ettirmiştir. Hatta: Şehzade Mustafa’nın ölüm döşeğinde iken Lalası Ahmet Efendiyi çağırıp ölümünden Mahmut Paşa’nın sorumlu olduğunu ve intikamının alınmasını vasiyet ettiği söylenir.
Bu idam halk ve askerler arasında hoş karşılanmaz. Çünkü her kes, Mahmut Paşa’nın faziletli biri olduğuna inanmaktadır. Hatta, idam edildikten sonra onu “ebedi sadrazam” olarak anmaya başlarlar. Günlük işlerinde sorun yaşayan İstanbullular, bunların halledilmesini istedikleri dilekçelerini ve diğer evraklarını, sadrazamın sandukasının ayak ucuna bırakırlar, ertesi günü gelip aynı yerden aldıkları kağıtları, ilgili mercilere verirlerdi. Bunların Mahmut Paşa tarafından manen imzalanmış olduğunu düşünürlerdi.
Biz kendimizi pekiyi tanımıyoruz, bu yüzden kendimizi tanımak için, bizi bizden iyi tanıyanların, bizim hakkımızdaki yorumlarını içeren bir mektuptan söz etmek istiyorum. (Bu mektubun bir örneğini: bir zamanlar, çok büyük bir kişinin makam odasında, çalışma masasının üstünde gördüm.)
Evet: buyurun, biz Türkler kimiz;
İstanbul Fener Rum Patriği V.Gregorius: 1821 tarihinde Rus Çarı’na yazdığı mektup ile bizleri çok güzel tanımlamıştır.
Türkler’i maddeten yıkmak ve ezmek mümkün değildir. Türkler: Müslüman oldukları için çok sabırlı ve dayanıklıdırlar. Aynı zamanda gayet mağrurdurlar ve izzet-i iman sahibidirler. Bu özellikleri: dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, geleneklerinin gücünden, padişahlarına (devlet adamlarına, büyüklerine) olan itaat duygularından gelmektedir.
Türkler: zekidirler ve kendilerini müspet yolda sevk edecek reislere sahip oldukları sürece de çalışkandırlar. Onların bütün yetenekleri, hatta kahramanlık duyguları: geleneklerine olan bağlılıklarından ve ahlaklarının sağlamlığından gelmektedir.
Türkler’de öncelikle: itaat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını parçalamak gerekir. Bunun da en kısa yolu: onları: milli geleneklerine ve maneviyatlarına uymayan harici fikirler ve hareketlere alıştırmaktır.
Türkler: dış yardımı kabul etmezler, haysiyet hisleri buna engeldir. Ancak, Türkler bir şekilde dış yardıma alıştırılmalıdır.
Maneviyatları sarsıldığı gün: Türkler: kendilerinden sayıca çok güçlü ve kalabalık kuvvetler önünde onları zafere götüren asıl güçleri sarsılacak ve maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkılmaları mümkün olabilecektir.
Bu yüzden: Osmanlı devletinin yıkılması için, harp meydanlarındaki zaferler yeterli değildir. Yapılması gereken: Türkler’e bir şey hissettirmeden “bünyelerinde”ki tahribatı tamamlamaktır.
Evet: mektupta geçen deyimlerin bazılarını sadeleştirmeye çalıştım ama önemli olan mektubun içeriği değil mi? Aradan yüzyıllar da geçse: düşmanlarımız bizi hala bu gözle görüyorlar ve bu doğrultuda çalışıyorlar, bu yüzden, bize olan bakış açılarını iyi bilmek ve ona göre önlem almak zorunda değilmiyiz?
Hadi bu sorunun cevabını verirken düşünelim “HAYIR” deme şansımız varmı? Hayır dersek nerde ve ne şartlarda yaşayacağız, hani savaştan kırılmış Suriyeliler ülkemize akın ettiler, tamam kurtuluşu burada aradılar, peki ya bizim, gidebileceğimiz bir yer varmı? Hayır, o yüzden ülkemize ve ülkemizin ortak değerlerine (birlik/beraberlik, bayrak, milli sınırlar, özellikle de bu ülkenin kurtuluşunda en büyük emeği ve hizmeti geçen büyük en büyük Türk Mustafa Kemal Atatürk”) hep birlikte sahip çıkmaya mecburuz.
İstanbul, Avrupa yakasında Kabataş-Beşiktaş arasındaki sahil şeridi, Üsküdar’ın hemen karşısı: boğazdan geçenler buradaki muhteşem yapıyı yani Dolmabahçe Sarayını gördüklerinde, sarayın özellikle denize bakan cephesinin mimari güzelliğine hayran olmaktadırlar.
1500-1550 yılları arasında: İstanbul’da bulunan Osmanlı donanması gemileri: bazen Haliç ve bazen da burada bulunan ve Bizans döneminde de kullanılan koyda demirlemektedirler. Ancak: 1600’lü yıllara gelindiğinde: bu koy zamanla balçıkla dolar ve bataklık hale gelir, derinlik azaldığı için gemiler yanaşamaz hale gelir. Bunun üzerine: bataklık hale gelen koy, yeniden düzenlenerek padişah ve efradının eğlencelerinin düzenlendiği bir yer bahçe haline getirilir. Zamanla: bu bahçede, çeşitli köşk ve kasırlar gibi yapılar yapılır. 1700’lü yıllara gelindiğinde ise, bu bahçede mevcut yapılar, özellikle Padişah III.Selim zamanında genişletilmiş ve yeniden düzenlenmişlerdir.
Yine aynı dönemde: II. Mahmut: Topkapı sarayına ilave olarak: Beylerbeyi ve Çırağan bölgelerinde, Batı tarzında iki büyük saray yaptırmıştır. Çünkü: sebebi belli olmayan bir şekilde, yıllarca birçok padişah ve efradına ev sahipliği yapmış TOPKAPI SARAYI terk edilmiştir.
Derken Padişah Abdülmecit devri başladı. Padişah Abdülmecit: o ana kadar yapılmış ve birçok padişah tarafından tercih edilmiş klasik saraylar yerine: devlet işlerini yürütmek, misafir kabul ve ağırlamak düşüncesiyle: yeni bir saray yaptırmaya karar verdi. Bunun üzerine: 1600’lü yıllarda, eski donanma limanının balçık dolması üzerine deniz doldurularak kazanılan yere: yeni bir saray yaptırılması planlanmıştır.
Yeni sarayın yani “Dolmabahçe Sarayı” nın inşaatı için öncelikle: denizden kazanıldığını belirttiğim bölgenin genişletilmesi için: arazinin çevresindeki şahıslara ait yerler satın alınmıştır ve ardından 1840’lı yıllarda sarayın inşaatına başlanmıştır. İnşaat: 1842-1855 yılları arasındaki 12 yıllık dönemde: Ermeni mimarlar Garabet Balyan ve oğlu Nigogos Balyan tarafından yürütülmüştür.
Sarayın: İstanbul Boğazı kıyısındaki cephesi yaklaşık 600 metre uzanmaktadır. 3 katlı saray: simetrik planlıdır. Sarayın 286 odası ve 44 salonu vardır. Yapının temelleri kestane ağacı kütükleri üzerine oturtulmuştur. Büyük kabul salonu: 55 sütunludur ve 4.5 ton ağırlığında, İngiliz tarzı kristal avize ile aydınlatılmaktadır. Bunun üzerinde 750 ampül bulunur. Yine “Muayede Salonu” bölümünde de 4.5 tonluk başka bir avize bulunur. İç dekorasyonda kullanılan mobilyalar, ipek halı ve perdeler ülke dışından getirilmiştir. Tavanlar ve duvarlar: ünlü ressamların değerli resimleri ve altın süslemelerle dekore edilmiştir. Oda ve salonların birçoğunda: her türlü dekorasyon aynı renk tonlarına sahiptir. Bütün zeminler, birbirinden farklı ama çok süslü ahşap parkelerle döşenmiştir. Yurt dışından getirilen dekoratif el işleri sarayın birçok yerini süsler. Pek çok oda: kristal avizeler, değerli şamdanlar ve şöminelerle süslenmiştir. Sarayın “Balo Salonu” dünya üzerindekilerin en büyüğüdür ve özellikle 35 metre yükseklikteki kubbesinde bulunan 5 ton ağırlığındaki avize dikkat çeker. Sarayda kullanılan keresteler Romanya’dan, kapı lambri ve parke keresteleri Afrika ve Hindistan’dan getirilmiştir. Hündar hamamında Mısır mermerleri kullanılmıştır. Sonuç olarak: devletin maliyesinin batması göze alınarak: burada mevcut başka hiçbir sarayda olmayan zenginlik ve ihtişam yaratılmıştır.
1853 yılında: bir gezgin Fransız yazdığı anılarında: saraydan söz ederken: sarayın halen süsleme faaliyetlerinin sürdüğünü, mobilyalarının yerleştirilmediğini belirtmektedir. Yani: sarayın 1850’li yılların sonlarına doğru bitirildiği düşünülmektedir. Daha doğrusu açılış töreni: Ruslar’la yapılan Paris andlaşmasının ardından Haziran 1856 tarihinde yapılmıştır.
Mevcut sarayların beğenilmemesi tamam da: Osmanlı imparatorluğu hayır imparatorluk isminin haşmeti pek kalmamıştır, devlet demek sanırım daha akıllıca olacaktır, Osmanlı devleti, yine aynı dönemde, büyük borç batağı içinde bulunmaktadır. Osmanlı Maliyesi: sarayın yapımı için gereken 3 milyon kese altını harcadığında: bunun altından kalkması mümkün olmayınca: kamu görevlilerinin maaşları ödenememiş, maaşlar aybaşı yerine ayın ortasında hatta sonunda ödenmeye başlamıştır. Daha sonraları ise, maaşlar bırakın ay sonunda ödenmeyi, 3-4 ayda bir ödenir hale gelmiştir. Evet: Osmanlı maliyesinin zaten krizde olan durumu, Dolmabahçe Sarayı için Padişah Abdülmecit tarafından keyfi olarak harcanan 5 milyon altın sonucu iyice çökmüştür.
İşin ilginci: tüm bu sıkıntılara rağmen, Padişah Abdülmecit, bu sarayda yalnızca 6 ay yaşayabilmiştir.
Ardından: tamamen iflas durumuna giren ekonomi: Padişah Abdülaziz zamanında, saraydaki israf nedeniyle baş edilmez hale gelmiştir. Sarayda: 5300 kişinin hizmet ettiği ve sarayın bir yıllık masrafının 2 milyon altın olduğu düşünülünce: zaten ekonominin iflas nedeni rahatlıkla anlaşılabilir.
Daha da ilginç olanı: bu sarayda yalnızca 6 ay yaşayabilen Abdülmecit ardından: II. Abdülhamit de, suikast korkusu ile Yıldız Sarayı’na taşındığından bu sarayda yalnızca 9 ay kalabilmiştir. Büyük masraflarla inşa ettirilen saray: sonraki dönemde, uzun yıllar boyunca yalnız yılda 2 kez “Muayede Salonu”nda yapılan bayram törenlerinde kullanılmıştır. II. Abdülhamit’in ölümünün ardından tahta çıkan VI. Mehmet de, Yıldız Sarayında oturmayı tercih etmiştir. Ancak: Cumhuriyetin ardından ülkeyi terk ederken, Dolmabahçe sarayını kullanmıştır. Ardından: Saray bir süre Abdülmecit Efendi tarafından kullanılmış, hilafetin kaldırılmasının ardından, o da 1924 yılında Dolmabahçe Sarayını terk etmiştir.
Evet, boş kalan saraya Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk 3 yıl boyunca hiç uğramamıştır. Onun döneminde yabancı konuklar bu sarayda ağırlanmışlardır. Ama: Dolmabahçe Sarayı tarihçesinde ki en önemli olay: 10 Kasım 1938 tarihinde değerli önder Mustafa Kemal Atatürk’ün burada ölümü ile gerçekleşmiştir. Atatürk: İstanbul ziyaretlerinde bir süre ikametgah olarak kullandığı sarayda, Harem Dairesindeki odasında çalışmalarını sürdürmekteydi. Hastalığının son günlerinde de burada tedavi sürdürülmüş ve saraydaki odasında hayata gözlerini yummuştur.
İşte: bir zamanların dört kıtaya yayılmış “Osmanlı”sının borç batağına sokularak yaratılmış içler acısı durumu. Yüzlerce yıllık Osmanlı hanedanı, kendisinden önce birçok padişahın ve efradının yaşadığı sarayları beğenmeyen, devletin ekonomisi elverişli olmamasına rağmen borçlanarak yeni bir saray yaptıran ve borç ile lüks hayat yaşamayı düşünen padişah Abdülmecit ve Dolmabahçe Sarayının kısa hikayesi.
Buradaki yazıları takip edenler hatırlayacaktır: Rus imparatoru Petro (bizdeki namı Deli Petro’dur ama Ruslar kendisin “Büyük Petro” olarak anarlar) ile İstanbul-Rum Ortodoks Patriği arasındaki yazışmalarda, Patriğin belirttiği husus: “Türkleri savaş meydanlarında savaşarak yenemesin, çünkü onlar çok cengaverdir. Türkleri yenmek istiyorsun, onları BORÇLANDIR ve onları BİRBİRİNE DÜŞÜR”