Osmanlı dönemi. Padişah: II.Abdülhamit. İngiliz elçisi, birgün huzura çıkar ve uzun uzun; Suriye, Irak ve Anadolu’da, büyük medeniyetlerin yaşadığını, buralarda arkeolojik kazı yapmayı düşünüp düşünmediklerini sorar. Güya; elde edilecek kırık testiler, heykelcikler, birer hazine değerindeymiş. Belki de, gerçek bir hazine bile bulabilirlermiş.
Padişah; İngilizler’deki bu tarih aşkına bir anlam veremez. Ancak; arkeolojik çalışmaların, medeniyet alemine yarar getireceğini düşündüğünü ve konu ile ilgileneceğini söyler. İngiliz elçisi ise; “İngiliz hükümetinin projeyi yükselebileceğini ve gerekli eleman ve ekipmanı göndereceğini” söyler. Üsteli çıkan tarihi eserler; hiçbir bedel istenmeden, Osmanlı Devletine teslim edilecektir. Padişah inanmaz ama kabul ettiğini söyler. Amacı: İngilizler’le yakın ilişkiler kurmak ve bu teklifin arkasından neler çıkacağını öğrenebilmektir.
Bir süre sonra: Kayseri, Musul ve Bağdat civarında, kazı noktalarında faaliyetler başlar. Kazılar, yerli insanlara yaptırıldığından, çalışmalar Osmanlı Devleti tarafından, rahatlıkla takip edilebilmektedir. Çıkan eserler, saraya gönderilir. Ancak, istihbarattan, hala işe yarar bir bilgi gelmemiştir. İngilizler, neyin peşindedirler?
Derken; günler geçer. Kabul günlerinden birinde; İngiliz elçisi, elinde güya Musul’da kazılarda bulunmuş eski bir kılıçla gelir. Kılıç; kırık, küf ve pas içindedir. Üzerinde; kıymetli işleme ve taşlar vardır. Elçi, kazı sırasında, deprem olduğunu ve kılıcın diğer parçasının, göçük altında kaldığını söyler. Padişah; çok duygulandığını söyler ve elçiyi savuşturur. Ancak; istihbarat örgütü Yıldız tarafından; ne Musul’da bir deprem olduğu ve ne de bir kılıç bulunduğu hakkında istihbarat gelmemiştir. Padişahın kafası karışır. İstihbarat elemanlarını sıkıştırır.
Evet, söz konusu kılıç; kazıdan çıkmamıştır. Padişah, kılıcı hemen kapalıçarşıda bu işten anlayanlara inceletir. Sonuç, beklediği gibidir, kılıç eski değil, eskitilmiş.
Bu sırada, yeni bir haber gelir. İngilizler, yüzey çalışmalarını bırakıp, kuyular açmaya başlamışlardır. İşte o zaman gerçek amaçları anlaşılır. Aradıkları kırık testiler ve küpler değil: PETROL’dür. Padişah, bunun üzerine bir bahane ile İngilizler’i geri gönderir.
Aradan yıllar geçer. Padişah II.Abdülhamit’i tahttan indiren Harekat Ordusu Komutanı Mahmut Şevket Paşa; Osmanlı hakimiyetindeki Kuveyt’i; kuru bir toprak parçası olarak görür ve dalaşmadan İngilizler’e verir. Yani; tek bir kurşun bile atılmadan, Kuveyt elden çıkarılır.
Ya bugün. Düşünün; petrol, Musul, Bağdat, Kuveyt. Ortadoğu’da; yıllar önce kılıçlar çekilmiş ve bugünlere kadar uzanan; uzun vadeli politikalar yapılmış. Zaten; güçlü ülkeler, yaptıkları politikalarını mümkün olduğu kadar uzun vadeli olarak tutmaları ile gerçek güçlerini ortaya koyarlar.
Evet; Osmanlı döneminde; kültürümüz hakkında; gerek lehte ve gerekse ve yoğun olarak alehte birçok kitap yazılmıştır. Ama her ikisinin de ortak yanı; genelde, buram buram hamaset kokmalarıdır. Osmanlı dönemini öven de, yeren de kendini buna kaptırmıştır.
Hadi, gelin birlikte; Türk kadınını, bir yabancı kadın gözlemleriyle inceleyelim. Yıl; 1716. Yer: İstanbul. Lady Mary Wortley Montague,İngiltere’nin Türkiye’ye gönderdiği büyükelçilerden birinin hanımı. Lady; gelmeden önce, ülkemiz hakkında, kulaktan dolma bilgiler edinir. En çok ilgisini çeken konu ise; hanımların haremde hapis hayatı yaşamaları ve çok eşliliktir. Ülkemize geldiğinde, buna çok dikkat eder. Ancak; geçen zamanda, böyle olmadığını ve Türk kadınının, hayal sınırlarını zorlayan mükemmel bir hayat tarzına sahip olduğunu görür. Bunu; İngiltere’ye yazdığı mektuplarda da görebiliyoruz.
İlk mektubu; 3 Ağustos 1716 tarihli. Lady, bir dostuna hitaben şunları yazar. “Size, önce, giymiş olduğum Türk kıyafetlerini anlatmak istiyorum. Ayağımda bir şalvar var. İnce, gül pembesi damıskadan yapılmış. Kenarı: gümüş sırmalı. Bu şalvar; bacakları, eteklerden daha iyi saklıyor. Terliklerim; beyaz deriden ve üzeri altın işlemeli. Şalvarımın üstüne, ince beyaz ipekten bir tül gömleğim var. Kenarları; baştan başa işlemeli, kolları yarıya kadar açık. Gömleğimin iki yakası; elmas bir düğme ile ilikli……..”
Düşünebiliyormusunuz, 18 nci yüzyılda, bir İngiliz kadını; İstanbul kadınını kendi kişiliğinde yaratmış ve bu denli güzel resimlemiş. Lady; Türk kadını için söylemlerini şöyle sürdürüyordu: ” Belki de, dünyanın bütün kadınlarından daha hür, hayatı hiç aksatmadan zevkle süren, kaygılardan uzak yaşayan, boş vaktini komşu ziyaretleriyle, hamamlarda yıkanmakla, ya da bol para harcayıp yeni yeni modalar çıkarmakla geçiren, yeryüzündeki tek kadın”
Bir başka mektubunda, şunları yazar: ” Bu milletin; din ve töreleri hakkındaki bilgilerimiz eksik. Dünyanın bu tarafına seyrek geliniyor. Gelenlerde, ticaretten başka şey düşünmeyen tüccarlar. Türkler ise, bunlarla yüz-göz olmayacak kadar ağırbaşlılar. Bu sebeple, tüccarların getirdikleri bilgiler, yalan-yanlış. ”
Laydi’nin aktardığı bu kültür sırasında, İngiltere’deki hayat tarzı, henüz ilkel durumda idi. Banyo nedir bilinmiyor, tuvalet ihtiyaçlarını oturma odalarında, perde arkalarında gideriyorlardı. Düzenli ve temiz bir Türk yaşayışının özelliği, bu durumda, elbetteki Lady’yi etkilemeye yetmişti.
Türk hamamı için, şunları yazar.” Avrupa’da hiçbir saray düşünemem ki, yabancı bir kadına karşı, bu kadar namusluca davranılsın. Hamamda, 200 kadar kadın vardı. Hiçbirinde, bizimki gibi alaycı gülüşmeler ve fısıldaşmalara rastlamadım. Üstelik benim için güzel….. çok güzel dediklerini işittim.”
Harem hayatı ile ilgili yazdıkları ise, şöyledir:” Evet, Türk’lerde, diğer müslüman halklar gibi, birden fazla kadın almayı doğal bulurlar. Ancak, bu yine de hoş karşılanmaz. Bütün devlet büyükleri arasında,yanlızca Defterdar Efendi’nin birkaç cariyesi var. Onlar da, efendinin dairesinin bir tarafında oturuyorlar. Onlar bile, birbirlerini görmüyorlar. Fakat, diğer büyüklerin eşlerinin dudaklarında; Defterdar Efendi’nin ismi geçtiğinde, tiksinti ve nefret dolaşıyor. Hanımına acıyorlar. Herkesin çapkın nazarıyla baktığı bir kimse, Türk kadınlarının muhabbet ve hürmetini kaybetmiş demektir. Konakların hepsinde; bir harem dairesi ve cariyeler var. Ancak, bu cariyeler, evin hanımına ait hizmetçiler. Evin erkeği, ömrü boyunca bunları yolda görse tanımaz. ”
Evet; Türkiye’den bu mektupların yazıldığı yıllarda, yani 1800 lü yıllarda, İngiltere’de Londra gazetelerinde ” İhtiyaçtan satılık ev kadını ” ilanlarına rastlamak, sıradan bir olaydı. Osmanlı erkeği ise; hanımını, ailesinin temel taşı, haysiyeti, selameti olarak görür ve şevkatle muamele ederdi. Evet, günümüzden yıllarda önce ve uzun yıllar; Türk kadınının toplum içindeki statüsü işte bu.
Günümüze getirip değerlendirmeyi, özellikle günümüzde, kadına uygulanan şiddet açısından yaratılan vahşetin değerlendirilmesini sizlere bırakıyorum.