Bugün; Çanakkale’de Milli Park olan ve insanların ziyaretine açık olan Çanakkale Savaşlarının geçtiği mekanlar: 1926 yılında İngilizlerin ve 1930 yılında ise Fransızların mezarlık ve anıtlarını görmeye başladı. Halbuki, şehitlerine; anıt ve şehitlik yapması gereken asıl millet, Türk milletiydi. Çünkü: Türk’ler, bu savaşta varolma ve yokolma mücadelesi vermiş ve dünyaya kafa tutarak, “Çanakkale geçilmez” dedirtmişti.Halbuki, onlar, tüm güçlerine, vahşetlerine rağmen, bu savaşı kazanamamış ve gerisin geriye çekip gitmişlerdi.
Evet, 1944 yılında, Çanakkale’de şehitlerimize yaraşır bir anıtın olmayışı, halkımızı gerçekten üzüyordu. Bu söylemler çoğalınca, oralarda büyük bir anıt yapılmasına karar verildi. Yapılacak anıtın önce yeri belirlendi. Öyle güzel bir yer seçildi ki; yapılacak anıt, hem karadan hemde denizden görülecek ve tüm bakanlara, Çanakkale’nin geçilmezliğini hatırlatacaktı.
Karar verilmişti, 1944 yılında açılan bir yarışmada: Doğan Erginbaş ve İsmail Utkular’ın projeleri kazandı. Evet, abidenin yapımına, maalesef, aradan geçen 10 yıl sonunda, 1954 yılında başlandı. Bu aradaki dönemdeki gecikmeyi , 2 nci Dünya savaşının ve ekonomik sıkıntıların varlığına bağlamak lazım. Neyse; Bu tarihte inşaat başladı ama işi alan mütahitler, anıtı bir türlü bitiremiyorlardı. İşi bırakanlar oluyor, yeniden alanlar da işi süründürüyorlardı.
Yapılan incelemede; anıtın inşaatında YOLSUZLUK yapıldığı tespit edildi. Düşünebiliyormusunuz, bu ülkede inşaat yolsuzluklarının geçmişini. Tarihine yabancı, milli değerlerden yoksun yetişen bu tür insanlar, onlar için bu vatanda şehit olan ataları adına yapılan bir anıttan bile çalmayı düşünüyorlar ve ÇALIYORLAR.
Böylece, anıt temellerinden yeni yükselmiş haliyle, ortada kalakaldı. Bir utanç anıtı olarak, yaklaşık 4 yıl bekledi.
O sıralarda; Milliyet Gazetesinde bir köşe yazarı; Çanakkale anıtının içler acısı durumunu yazar. Bu yazı sonrası, gazeteye: ” Bu anıtın yapımı için hemen bir kampanya başlatmaları ” yönünde, birçok müracaat olur. Bunun üzerine, bir kampanya başlatılır. O sıralar, halk, kampanyalara pek ilgi göstermez. Ama; söz konusu olan Çanakkale Şehitleri Anıtı olunca, halkın tarihe ve atasına düşkünlüğü nedeniyle, bu kampanyaya, muhteşem bir ilgi olur.
Yapılan ilanlarda, anıtın tamamlanması için 900 TL.ya ihtiyaç bulunduğu, gazetenin ise kampanyadan 100 TL. toplamayı amaçladığı yazılır. Kampanya bittiğinde, ne kadar toplanmıştır biliyormusunuz? Tamı tamamına 3 milyon TL. İşte, bu destanı yazan Anadolu halkı. Dün evladını veren, bugün evladının destanını abideştirmek adına, parasını mı sakınacaktı?
Böylece, 1960 yılında, Çanakkale şehitlerimize yakışır bir anıt yapılmış oldu. 39.75 m. uzunluğundaki anıtın, bir ayağında, yukarı çıkan asansör sistemi var. 1971 yılında, anıtın altına bir müze açılmış. Burada; savaştan kalan araç, gereç ve haritalar sergilenmekte.
Sargı yeri: Çanakkale savaşının en büyük hastanesi. Zığındere denilen gizlenmiş bir vadide. Korunaklı yapısı ve gözden uzak duruşu nedeniyle, hastaların tedavi edildiği bir yer olarak kullanılmış.
Kıyıya ve dolayısı ile cephelere yakınlığı nedeniyle, zaman zaman o kadar çok hasta birikmiştir ki, insanlar neredeyse üst üste uzanmak zorunda kalmışlardır. Bir seferde, 40-50 bin hastanın barındığı bu büyük hastane, adından dolayı ufak tefek çiziklerin sarıldığı bir hastane gibi algılanmamalıdır. Hastaneye getirilen yaralıların durumları o kadar ağırdır ki, anlatmaya yürek dayanmaz. Kimilerinin kolları, kimilerinin bacakları kopmuş, kimisinin gözü patlamış, kimisi son bir solak halinde yaşam mücadelesi vermekte.
Tarih 28 Haziran 1915. Gün; gece yarısını çoktan geçmişti. Gecenin karanlığında, sinsice kıyıya yaklaşan bir zırhlı, uzun menzilli topları ile, kıyıda, sargı yerini dövmeye başlamıştı. Tonlarca mermi, parmağını bile kıpırdatamayacak durumdaki binlerce aciz hasta ve yaralı askerin üstüne düşmekteydi. Hiçbirinin kaçacak ve kendisini bir şekilde koruyacak gücü ve kuvveti yoktu. Öylece, ölümü bekler gibiydiler. Koca bir Fransız zırhlısı, elbette buranın bir hastane olduğunu, yaralı askerlerle dolu olduğunu biliyordu, ama demekki içlerindeki, benliklerindeki vahşet duygularını engelleyemediler. Öyle bir kin’leri vardı ki, düşünün. Hoş, vardı ki, dedim, aradan geçen zamanda, değişen hiçbirşeyin olmadığıda aşikar.
Neyse, zaten, kısa sürede, bu daracık vadi ateşler içinde kaldı. Zavallı Mehmetciklerimiz, bu ateş diyarında, yavaş yavaş yanıyorlardı. Bu unutulmaz vahşetin sabahında vadiye gelenler, binlerce yanık insan cesedi ile karşılaştılar. Bir gecede 18.000 askerimizi yitirdik.
Bu bölgenin korunması, normalde Albay Halil Sami Bey’in komutasındaki 9 ncu Tümene verilmişti. Fakat, bu ani saldırıda, onlar da birşey yapamadılar. Ölenler arasında, Halil Sami Bey’de vardı.
Olay; dünya basınında büyük ses getirdi. Ama olan zavallı yaralı mehmetciklerimize olmuştu. Malüm; dünyanın sesi ne kadar olucaktı? Zaten, bu vahşeti yaratanlarda kendileriydi.
Lütfen, düşünün. Çanakkale’de yarattıkları bunca vahşete, adice davranışlara rağmen başarılı olamadılar. Canlıyı, yaralıyı bombaladılar. Yine de, başarılı olamadılar. Çünkü; o mehmetcikler, atalarımız; öyle büyük bir azimle; bize, bizlere bugün yaşadığımız hür ve özgür hayatı miras bırakmak için çatıştılar, mücadele ettiler. Lütfen onları hatırlamayı sakın unutmayalım, hatıralarının önünde saygımızı asla ihmal etmeyelim. Çünkü, ya onlar olmasaydı, ya onlar ölmeseydi, kanının son damlasına kadar çatışmasaydı, düşünün bakalım bugün yaşadıklarınıza sahip olabilirmiydiniz?
21 Ağustos 1915 tarihi. Şafak harekatı başlamıştı. 163 ncü Tümen ilerliyordu. Fakat, daha 900 m. ilerlemişlerdi ki, Türk askerlerinin yoğun ateşi karşısında kaldılar. Artık bir adım bile ilerleyemiyorlardı. Fakat, aynı durum İngiliz Alayına ait 4 ncü Tabur için geçerli değildi. 163 ncü Tümenin sağ yanında yer alan bu birlik, fazla bir karşılık görmeden ilerliyordu. Türkler için, kritik bir durum oluşmuştu. İlerleyen İngiliz birliği, önlerindeki tepeyi aşarsa, Türk birliklerini arkadan çevirebilirdi. Bu durumda, Türklerin sonu olurdu. Albay Sir Beauchamp komutasında, 10 subay ve 250 askerden oluşan birlik; önlerinin açık olmasından yararlanarak, hızla ilerlemeye başlarlar. Hedef 60 numaralı tepeyi ele geçirmek.
Birlik, hızla önlerinde bulunan tepeye doğru tırmanmaya başlar. Halbuki, tepenin üzerinde garip, gri tonlarda, mantar gibi bir bulut vardır. Sanki; taarruza geçen düşmanı bekliyordu. Birliğin son askeri tepeyi tırmanıp, bulutun içinde kaybola kadar hiçbir şey olmadı. Son asker de, bulut tabakası ile kaplandığında, bulut yükünü almış bir gemi gibi hareketlendi. Sonra ise, ufukta kaybolur.
Evet, savaş sonrasında bu tabur kayıp veya yok edilmiş sayıldı. İşgal kuvvetleri komutanı General Hamilton; bu kaybolan birlik hakkında çektiği telgrafta; bunların önüne düşmanı yani Türk’leri katmış hızla ilerlediklerini, daha sonra ormanlı bölgeye hücum ettikten sonra gözden kayboldukları yazılı. Bu konuda ifade veren Anzak askerleri ise; bundan farklı olarak olayı yansıtmışlar. Yani; olayla ilgili birçok varsayım ortaya atılmış. Ama, sanırım general Hamilton dahil, bizlerin bir kısmının bu konuda ortaya attığı varsayımı duysalar, kesinlikle çok şaşarlardı. Evet, ne demiş bizimkiler, 261 askeri bulut kapmış ve sonra çekip gitmiş. Hayır. Gelibolu’da yaşananlar tamamen gerçeklerle bağlantılı olarak dolu dolu yaşanmıştır. Ama; insanların ve özellikle daha önce hiçbir savaş tecrübesi olmayan ve savaşı burada görerek büyük şoklar yaşayan anzakların; bu tür yakıştırmalar yapması, içinde bulundukları psikolojiyle gayet uyumludur. Korkuyorlardı, karşılarında düşman kabul ettikleri Türk’lerin; gerek silah, gerek teçhizat, gerek yiyecek ve diğer tüm bakımlardan, işgal için gelen kuvvetlerden daha zayıf olduklarını biliyorlar ama bunları nasıl yenemediklerini asla düşünemiyorlardı. Anzak koyunda tam ufuk hattında bir kaya çıkıntısı vardır. Anzaklar, bu çıkıntıyı Mısır’daki Sfenks heykeli olarak değerlendirmiş ve bunun Türk’leri koruduğuna da inanmışlardır. Yani; akılları bazı şeylere kesmeyince, çareyi değişik fikirler üreterek bulmaya çalışıyorlardı. Biz bunları her türlü imkanlara rağmen yenemiyorsak, bunların kesin doğa üstü güçleri olmalı.
Hayır. Yenememelerinin tek nedeni, Türk’lerin, atalarımızın üstün vatan sevgisi, gelecek nesillere, yani sizlere, bizlere bu vatanı işgal altında değilde, özgür olarak bırakma özlemidir. Bu tür, kaybolduğu düşünülen birlikler ise; ormanlık alanda, bölgeyi kendilerinden daha iyi bilen Türk birlikleri tarafından, imha edilmişlerdir. Generalin dediği üzere ormanlık alan, Anzak askerlerinin dediği üzere dere yatağı. Her iki arazi yapısı da, saldıran değil savunan askeri birlikler için ideal ve avantajlıdır. Yani; sonuçta, bu 261 kişilik askeri birliğin çatır çatır müdalede eden Türk askerleri tarafından ortadan kaldırıldığı kesin. Peki neden bulunamadı? Gelibolu’da cenaze bulmak mümkün mü idi? Cenazesi bulunamayan, adı bilinemeyen, milliyeti dahi bilinemeyen yüzbinlerce insan, o toprakların altında yatmaktadır. 261 kişi ne dir ki? Gelibolu’da canını dişine takan ve büyük bir mücadele örneği veren ata’larımızı rahmetle analım, ama onların başarılarını, bilek zoruyla kazandıkları başarıları, asla başka yönlere çekmeyelim. Büyük saygısızlık yapmış oluruz.
Her yıl; 25 Nisan yaklaşınca; Gelibolu’da gözle görülür bir turist artışı görülür. Otobüsler, adeta konvoylar oluşturmaya başlarlar. Kimileri özel tırlar organize etmiş, içini ev gibi döşemiş ve bir aylığına Gelibolu’ya gelmiştir. Kimileri de, motosikletlerle ya da karavanlarla gelirler. 25 Nisan yaklaştıkça, kalabalık artar. Gelenlere yaklaşıp, kim olduklarını sorguladığınızda, hemen çoğunun; Avustralya’lı ve Yeni Zellanda’lı olduklarını görürsünüz. Onlar, kendilerinden yaklaşık 100 yıl önce, buralara gelerek, bu topraklarda kalan dedelerini aramaya gelmişlerdir.
Niye; bu tarihi seçerler? Çünkü; bu tarihte, yani 25 Nisan günü; atalarının, İngilizler’in emriyle, Arıburnu’na kara çıkartması yaptıkları tarihin yıldönümüdür. Ama; bu zavallı insanlar; İngiltere’nin menfaatleri uğruna, burada ölüme gitmişlerdi.
Bugün ise; Gelibolu’ya gelecek bir Anzak torunu; tatile gidiyormuş gibi hazırlanmıyor. Onlar; buraya dedelerini ziyarete geliyorlar. 25 Nisan tarihinden önce gelirler ve bu tarihe kadar; Gelibolu’nun savaş yapılmış bir çok yerini gezerek ve devamlı okuyarak; savaş ve savaş yerleri hakkında, ayrıntılı bilgi alırlar. Zaman zaman; geceleri sahile gider ve atalarının çıkarma yaptıkları yerlerden; uzun uzun kıyıyı seyrederler. Bu manzarayı kafalarında canlandırmaya çalışırlar.
Ve; bekledikleri o günün arifesi gelir. 24 Nisan akşamı; hepsi, sözleşmişcesine, Anzak Koyunda toplanır. Sayıları; binleri bulur. (2002 yılında: 15 bin kişi) Ellerinde; kutsal kitapları İncil bulunur. Gecenin karanlığında; saatlerce ayin yaparlar. Saat: 04.30 sularında, aynen atalarının, 25 Nisan 1915 sabahı, bu saatlerde yaptıkları gibi, elbiselerinin paçalarını sıvayarak, suya girerler. Su; neredeyse bellerine geldiğinde, sırtlarını denize vererek, yüzlerini karaya çevirirler ve atalarının, yıllar evel çıkartma sandallarından çıkarak, burada ağır ağır ilerlemeleri gibi, onlarda, karaya doğru ilerlerler. Bir nevi, o günlerin canlandırmasını yaparlar. Kimilerinin başlarında atalarının o günlerde giydiği şapkalar vardır. Kimileri de, asker elbisesi içindedirler. Bu yaptıkları ile de; dedeleri ile aynı ruh durumu içine girer ve onların buradaki ruh durumlarını anlamaya çalışırlar.
İşte; Anzaklar, her yıl 25 Nisan tarihinde, ülkemize geldiklerinde, Gelibolu’da bunları yaparlar.
Peki; bizler napıyoruz? Bu adamlar; binlerce kilometre uzaklardan gelip, hem de savaşta yenilmiş olan atalarını anma adına, bu kadar güzel şeyleri yaparken, bizler kendi topraklarımızda, en uzaktan gelen için 1 günlük yol olan bu yerlerde, bu savaştan galibiyet ile çıkmış olan atalarımız için ne yapıyoruz? Onları anma, hatırlama ve onların ruhlarına bir şey gönderme adına hangi güzel davranışları sergiliyoruz?
Hiç, hiç, hiç. Onlar, bu ülke için canlarını verdiler. Durum gerçekten çok kötü idi. Ülke elden gidiyordu. Karşı konulması çok zor kuvvetler, senin vatanını yok etmek için bir araya gelmişlerdi. Ama, onlar, yani senin dedelerin, canlarını ortaya koyarak, buraları terk etmediler. Öyleyse, onlar, başka milletlerin dedelerinden daha fazla anılmayı hak ediyorlar.
Lütfen; her düzeydeki insanımız, bu anılmayı onlardan esirgemesin. Onların, saygı ile analım. Onlar olmasaydı; şu anda, unutmayın ki, bu ülke de olmayacaktı. Gelibolu’ya gidelim, onları analım. Öğrencileri götürelim, çocuklarımızı götürelim.
İstanbul, Mekteb-i Sultani öğrencisi.Mehmet Muzaffer. Askere gitmek üzere yazılır. Üç aylık bir eğitimden sonra; subay adayı olarak Çanakkale’ye gönderilir. Bu arada ise; yani 1915 yılının sonu ve 1916 yılının başlarında; İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Çanakkale’de, bütün hatları tahliye edip çıkıp gitmişlerdi.
Yani; Muzaffer, Çanakkale’ye vardığında, savaş durmuştu. Çanakkale’deki Türk birliklerin büyük kısmı; Kafkas, Irak ve Filistin cephelerine sevk edileceklerdi. Hazırlanma ve eksiklikleri tamamlama emri alırlar.
Muzaffer; birliğinin karargahında görevlidir. Alay’ın; kamyon ve otomobil lastiği gibi, bir takım malzemeye ihtiyacı vardır. Bunlar ise, ancak İstanbul’dan sağlanabilir. Muzaffer, İstanbul çocuğu olduğundan; gerekli malzemenin temini için, onu görevlendirirler. Gerekli malzemenin parasını bulması içinde, eline bir yazı verirler.
O yıllarda; İstanbul’da; otomobil ve kamyon hem az bulunan taşıtlardı ve hemde bunların lastikleri karaborsa idi. Muzaffer; aradı, uğraştı ve nihayet Karaköy’de bir yahudi’de istediklerini buldu. Fiyatlar; pek yüksekti ama yapacak başka bir şey yoktu. Anlaşmaya vardı. Gereken parayı bulmak için, Savaş Bakanlığına gitti. Elindeki yazıyı gösterip, para istediğinde, tam bir hayal kırıklığı, elbette para vermediler. Sebep belli, ekonomik durum berbat, o otomobil lastiği almaya çalışırken, devlet askerinin ayağına postal, üstüne giydirecek kaput alacak parayı bulamıyordu.
Neyse; Muzaffer, Bakanlıktan çıkar, ağır ağır yürürken ve ne yapacağını düşünürken, kafasındaki tek gerçek: Alay’ının, bu lastiklere ihtiyacının olduğudur. Malzemeyi bulmuştu fakat para yoktu. Eli boş dönemezdi, bir çaresini bulması gerekiyordu. Derken, birden aklına bir fikir geldi. Aradığı çareyi bulmuştu. Doğruca tüccar yahudi’nin yanına gitti.
– “Paranın işlemi, akşamüstü bitecek. Ezandan sonra gelip malları alamam, gece onları koyacak yerim yok. Yarın öğleden evvel, vapur Çanakkale’ye kalkıyor, yetiştirmem lazım. Onun için, sabah ezanında geleceğim. Malları, mutlaka hazır edin.” der.
Tüccar:
-“Peki” der. Muzaffer ise cevaben:
– Altın para vermiyorlar, kağıt para verecekler.” der. Yahudi;
– “Peki” der.
Ertesi günü sabahı, Muzaffer; Merkez Komutanlığından aldığı araba ve askerlerle birlikte, sabah ezan vakti Yahudi’nin kapısına dayanır. Ortalık henüz ışıldamaktadır. Tüccar, malları hazır etmiştir. Havagazı fenerinin ışığında, yarım yamalak aydınlanan loşlukta, mallar arabaya yüklenir. Muzaffer; adama, bir yüzlük (yüz liralık kağıt para) verir. Araba, son hızla, Sirkeci’ye doğru yola çıkar. Malzeme gemiye aktarılır ve Çanakkale’nin yolunu tutar.
Üç gün sonra; yahudi, elindeki yüz liralık kağıt parayı bozdurmak için; Osmanlı Bankasına gider. Ama; parayı bozduramaz. Çünkü; para sahtedir.
Muzaffer; evrak basımında kullanılan kağıdın aynısını, Karaköy kırtasiyecilerinden alır. Bütün gece oturup, çini mürekkebi ve boya ile, gerçeğinden bir bakışta ayırtedilemeyecek özellikte, taklit bir para yapar. Yahudi tüccara verdiği para işte budur. O devrin gerçek paralarının üzerinde, şu ibare yazılıdır: ” Bedeli Dersaadet’te altın olarak tesviye olunacaktır”
Muzaffer, yaptığı taklit paradaki bu ibareyi, değiştirerek şöyle yazmıştır: ” Bedeli Çanakkale’de altın olarak tesviye edilecektir.”
Onun; burada, altın dediği, Çanakkale’te Mehmetçiğin akıttığı, altından daha kıymetli kan’ıdır.
Sahte paraya gelince: yahudi tüccar, bunu sorun yapmadı. Ancak; olay tüm İstanbul’a yayıldı. Hatta; Şehzade Halim Efendi’nin kulağına kadar gitti. Şehzade: yüzlük taklit parayı, yahudi tüccara altın ödeyerek geri aldı.Çok zarif; sedef kakmalı, içi kadifeli bir mücevher çekmeceye yerleştirip, İstanbul Polis Okulu’ndaki Emniyet Müzesi’ne hediye etti. Bugün, bu eşsiz parça, Müzede sergileniyor.
İşte; Çanakkale Savaşı böyle kazanıldı. Türk’ün; aklı, yüreği, cesereti, kan’ı ile kazanıldı.
Yıl 1984. Türkiye Cumhuriyetinde, başbakan Turgut Özal. Milli Eğitim Bakanı ise, Vehbi Dinçerler. 1984 yılında, ülkenin geleceği adına çözüm yolları araştırması için; Japon pedagogları ülkemize davet eder. Bu uzmanlar; bir süre, ülkenin değişik yerlerinde araştırma yaparlar ve halkla temaslar kurarlar. Sonunda; araştırmalarını tamamlarlar ve sonuçları açıklamak üzere Başbakanın yanına çıkarlar. Milli Eğitim Bakanı da, orada bulunmaktadır. Heyetin vardığı sonuç; gayet net ve açıktır.
– Sizin gençlerinizde, milli şuur yok.
Bizim yöneticiler, bu yanıt üzerine şaşırırlar ve hemen sorarlar.
– Peki, siz Japon gençlerine milli şuur verme adına, neler yapıyorsunuz?
– Biz gençlerimize; daha ilkokula başlamadan önce, şok testler uygularız. Örneğin: uçak gibi hızlı giden, trenlerimize bindirir, bir tur attırırız. Sonra; robotlarla çalışan büyük fabrikalarımıza götürür, gezdiririz. Mini mini çocuklarımız; teknolojinin başdöndürücü neticesini görerek, şok olurlar ve hayranlık duyarlar.
Onları, daha sonra, Hiroşima-Nagazaki’ye götürürüz. İkinci Dünya Savaşı sırasında, atom bombasıyla tahrip olmuş olan bu bölgeleri biz aynen koruyoruz. Oraları da çocuklarımıza bilgiler vererek gösteririz. Hiç bir canlının ve bitkinin hayat bulmasına imkan vermeyen atom bombasının, bugüne uzanan etkilerini, hayretle seyrederler. Doğaldır ki, çocukların bütün götüp dinledikleri, masum ve temiz ruhlarında, derin ve etkili izler bırakır. Bütün bunların ardından da, onlara deriz ki:
-” Eğer sizler çalışmaz, sizden öncekileri geçmezseniz: vatanınızı, işte böyle düşmanlar bombalar, yakar, yıkar ve hiçbir canlının yaşayamayacağı hale getirir. Sonrada, çeker gider. Çalışırsanız; bindiğiniz hızlı trenleri bile geçecek yeni araçlar yaparsınız. Daha da gelişmiş fabrikalar kurarsınız. Üstelik; hiçbir düşman size saldırmaya cesaret edemez. Ülkeniz, milletiniz yücelir, yükselir, daima bütün insanların saygı duyduğu ve özendiği bir konumda kalır. Şimdi; artık, çalışkan olup olmama kararını kendiniz veriniz. Çalışmak ve ülkenizi sevmek zorunda değil misiniz? Artık bunu siz düşünün ve kararınızı verin.”
– Çocuklarımız; bununla, ikinci bir şok yaşarlar. Ve, bu şoklarla iyi bir Japon olmaya doğru, güçlü bir adım atmış olurlar.
Bizim yetkililer, Japon gençlere, nasıl milli şuur kazandırıldığını öğrenmişlerdir. Ardından, bir soru daha sorarlar.
– Peki, biz, Türk gençlerine milli şuur kazandırma adına ne yapmalıyız?
– Bildiğimiz kadarıyla, sizin, gençleriniz için birçok Nagazaki’niz ve Hiroşima’nız var. Bizimkinden çok daha önemli bunlar. En önemlisi de, Çanakkale Savaşlarının geçtiği bölgelerdir. Birinci Düny Savaşı’nın, bu bölümü, gençlerinizin şok olması için, yeter de artar bile……
Bir metrekare toprağa, 6000 mermi düşen yerdir Çanakkale. Böyle bir savaştan, herşeye rağmen, Türk’ler galip çıkıyorlar ve zor olanı başarıyorlar. En gelişmiş teknoloji ve donanıma karşı çıkabiliyorlar. Üstelik, karşılarında terk bir düşman değil, birleşmiş güçler, sizin tabirinizle 72 buçuk millet var.
İşte, bu tablo ve bu bölge: gençlerinizin milli şuurlarının pekiştirilmesine fazlasıyla yeter.
Bunun için, gençlerinizi, guruplar halinde Çanakkale’ye götürmelisiniz. Her Türk genci, Çanakkale Savaşlarının olduğu bölgeyi mutlaka gezmeli, görmeli ve öğrenmelidir. Ve o gençlere denmelidir ki:
“Sizler çalışmazsanız, birlik içinde olmazsanız; düşmanlar, Çanakkale’ye geldikleri gibi, bu defa da başka şartlar altında, başka şekilde gelirler, size yaşamı haram ederler. Çalışır, birlik içinde olursanız, teknolojiyi yakalarsanız, barışa katkıda bulunur vatanınızı çağdaş hale getirebilirsiniz. Evet, gençlerinize bunları telkin ettikten sonra, Türk Kurtuluş Savaşının en iyi anlatıldığı, Atatürk’ün ” Nutuk ” kitabını okutunuz.