Sargı yeri: Çanakkale savaşının en büyük hastanesi. Zığındere denilen gizlenmiş bir vadide. Korunaklı yapısı ve gözden uzak duruşu nedeniyle, hastaların tedavi edildiği bir yer olarak kullanılmış.
Kıyıya ve dolayısı ile cephelere yakınlığı nedeniyle, zaman zaman o kadar çok hasta birikmiştir ki, insanlar neredeyse üst üste uzanmak zorunda kalmışlardır. Bir seferde, 40-50 bin hastanın barındığı bu büyük hastane, adından dolayı ufak tefek çiziklerin sarıldığı bir hastane gibi algılanmamalıdır. Hastaneye getirilen yaralıların durumları o kadar ağırdır ki, anlatmaya yürek dayanmaz. Kimilerinin kolları, kimilerinin bacakları kopmuş, kimisinin gözü patlamış, kimisi son bir solak halinde yaşam mücadelesi vermekte.
Tarih 28 Haziran 1915. Gün; gece yarısını çoktan geçmişti. Gecenin karanlığında, sinsice kıyıya yaklaşan bir zırhlı, uzun menzilli topları ile, kıyıda, sargı yerini dövmeye başlamıştı. Tonlarca mermi, parmağını bile kıpırdatamayacak durumdaki binlerce aciz hasta ve yaralı askerin üstüne düşmekteydi. Hiçbirinin kaçacak ve kendisini bir şekilde koruyacak gücü ve kuvveti yoktu. Öylece, ölümü bekler gibiydiler. Koca bir Fransız zırhlısı, elbette buranın bir hastane olduğunu, yaralı askerlerle dolu olduğunu biliyordu, ama demekki içlerindeki, benliklerindeki vahşet duygularını engelleyemediler. Öyle bir kin’leri vardı ki, düşünün. Hoş, vardı ki, dedim, aradan geçen zamanda, değişen hiçbirşeyin olmadığıda aşikar.
Neyse, zaten, kısa sürede, bu daracık vadi ateşler içinde kaldı. Zavallı Mehmetciklerimiz, bu ateş diyarında, yavaş yavaş yanıyorlardı. Bu unutulmaz vahşetin sabahında vadiye gelenler, binlerce yanık insan cesedi ile karşılaştılar. Bir gecede 18.000 askerimizi yitirdik.
Bu bölgenin korunması, normalde Albay Halil Sami Bey’in komutasındaki 9 ncu Tümene verilmişti. Fakat, bu ani saldırıda, onlar da birşey yapamadılar. Ölenler arasında, Halil Sami Bey’de vardı.
Olay; dünya basınında büyük ses getirdi. Ama olan zavallı yaralı mehmetciklerimize olmuştu. Malüm; dünyanın sesi ne kadar olucaktı? Zaten, bu vahşeti yaratanlarda kendileriydi.
Lütfen, düşünün. Çanakkale’de yarattıkları bunca vahşete, adice davranışlara rağmen başarılı olamadılar. Canlıyı, yaralıyı bombaladılar. Yine de, başarılı olamadılar. Çünkü; o mehmetcikler, atalarımız; öyle büyük bir azimle; bize, bizlere bugün yaşadığımız hür ve özgür hayatı miras bırakmak için çatıştılar, mücadele ettiler. Lütfen onları hatırlamayı sakın unutmayalım, hatıralarının önünde saygımızı asla ihmal etmeyelim. Çünkü, ya onlar olmasaydı, ya onlar ölmeseydi, kanının son damlasına kadar çatışmasaydı, düşünün bakalım bugün yaşadıklarınıza sahip olabilirmiydiniz?
Anadolu’da yüzlerce yıl inanılmış ve tapınılmış , toprağın simgesi olan ana tanrıça; yanlızca tarımın ve bereketin değil, vahşi doğanın da simgesi olan, yırtıcı hayvanların koruyucusuydu.
Tanrıçanın kutsal ağacı; şimşir ve çamdır. Tanrıçanın bayramlarında çalınan flütler; şimşir ağacından yapılırmış. Çamın kutsallığı ise, Attis’in, tanrıça tarafından bu ağaca dönüştürülmüş olmasından ileri geliyor.
Kybele; yontularında (heykellerinde) yapılı bir kadın biçimi temsil edilmektedir. Yapılı oluşu: onun doğurganlığını simgeler. Ana tanrıça, her zaman, doğuma hazır, büyük karınlı bir kadın biçiminde gösterilmiştir. Bazı heykellerinde ise, başında kule biçiminde bir taç görülür. Bu kulelerin sayılarına göre, tanrıçanın korumasında bulunan kent sayısı temsil ediliyormuş. Zaman zaman da, elinde bir anahtarlıkla görülür. Bu, onun bağrında sakladığı hazinelerin anahtarıdır. O, yazın, bu hazineyi açarak, bol bol verirdi bağrından.
Anadolu’lu tanrıça Kybele’ye ait en ünlü öykü: onun, Attis’le olan aşkıdır. Attis, çok güzel bir delikanlıdır. Kybele, kendi tapınağının bakımını, bu Frigya’lı genç Attis’e emanet eder. Ama bir koşulu vardır. Attis, tanrıçaya, bakir kalma sözü verir ve bu sözünden asla dönmeyecektir.
Zamanla; Attis, bir ölümlüye aşık olur ve çabuk unutur verdiği sözü. Düğün töreni sırasında, Kybele’de gelen konukların arasına karışır. Ama, Attis, tanrıçayı görür ve verdiği sözü hatırlayarak, derin bir vicdan azabı ve bunalım sonucu erkeklik organını keser. Toprağa akan kanlardan, menekşeler biter. Attis, bununla de yetinmez, kendini asmak ve ölmek ister. Ama, tanrıça Attis’in eski sevgilisine acır ve onu bir çam ağacına dönüştürür. Çam kozalakları, Attis’in simgesi olur.
Evet, Frigya’nın ulusal tanrıçası Kybele’nin tapınımı; Frigya’nın en önemli merkezlerinden biri olan; Pessinus’ta sürdürülmüştür. Burası; günümüzün Vatikan’ı gibi, bir din devletiydi adeta. Buranın başında; 2 rahip bulunurdu. Birincisi, tanrıçanın sevgilisinin anısına Attis adını taşırdı. Diğer rahibin ise, yabancı olması gerekliydi. Her iki rahibinde, yine Attis’in anısına, hadım olması şarttı. Tanrıça, burada, gökten düştüğüne inanılan, bir kara taşla temsil edilirdi. Bu tapınağın bugünkü yerini umarım merak ettiniz. Evet, bu tapınak, bugün Eskişehir-Sivrihisar İlçesi yakınlarında. ( Buradaki antik kent kalıntıları hakkında bilgi isterseniz: www.gezi-yorum.net internet sitesinden, bilgi alabilirsiniz.)
Her yıl; 22 Mart tarihinde, Pessinus’ta Kybele onuruna şenlikler düzenlenir. Bu şenlikler sırasında, bir de çam ağacı bulundurulurmuş. Bu şenlikler, rahip adayları için, bir tür tarikata girme törenleriymiş. Töreni yöneten rahip, coşturucu bir müzikle dansa başlar. Gerek bu müziğin, gerekse tam bir kendinden geçiş halinde dans eden rahiplerin, izleyiciler üzerindeki etkileri de büyük olur. Dans ederken, ara sıra da ellerini yere dokundururlar, bu da toprak anadan güç almayı simgelermiş.Derken, kimi izleyiciler de, kendilerinden geçerek, daha önce hazırlanıp yere bırakılmış bıçakları kaptıkları gibi, kendilerini hadım ederlermiş. Efsanenin bu bölümü, elbette hoş değil, ama ismi üstünde efsane. Evet,devam ediyoruz, kesilen parçalar, bezlere sarılıp, büyük bir saygıyla, tanrıçaya ayrılan yeraltı hücresinin toprak tababına gömülürmüş. Bunun, toprağın verimi için döllenmesini simgelediği düşünülürmüş. Cinsel organları kesilen kişiler de, rahip adayı olurlarmış. Evet, insanların kendilerine veya çevrelerine bu tür zararlar vermesi asla onaylanacak bir durum değil elbette, ama antik çağdan bahsediyoruz, insanların düşünce tarzı bu, herne kadar onaylamasak da.
Bu şenlikler sırasında, ana tanrıçaya kurbanlarda sunulur. En değerli kurban ise, dişi domuzdu. Çünkü: dişi domuz, çok çabuk üremektedir. Sabanla, toprak ananın bağrını yararak onun döllenmesini sağlayan boğa da, değerli bir kurban sayılırmış. Keçi de, kurban edilirmiş.
Evet; ana tanrıça Kybele’nin, manevi gücünü, zamanla Romalı’larda keşfeder. Hatta, sahiplenmek isterler. O devirlerde, Roma’nın karşısında büyük bir güç olarak Kartaca’lılar bulunmaktadır. Romalı’ların Kartacalı’larla çatıştıkları bir dönemde, Roma üzerine, bir taş yağmuru başlar. Kahinler, bunun bir uyarı olduğunu, Kartaca karşısında başarı kazanabilmek için, Kybele’nin Roma’ya getirilmesinin gerektiğini söylerler. Bunun üzerine, tanrıçayı simgeleyen taş, bir törenle gemiye konur ve Roma’ya doğru yola çıkarılır. Ama, gemi Roma’ya varırken, Tiber nehri üzerinde karaya oturur. Bütün uğraşlara rağmen kurtarılamaz. O sırada, tanrıçadan bir ses yükselir. Ancak, kirletilmemiş eller sokabileceklerdir, kendisini kente.
Bunu duyan; Cladia Quinto adındaki bir genç kız, belinden kemerini çözer ve gemiye bağlar, çeke çeke gemiyi Roma’ya getirir. (İnanmadınız demi, hayır, inanın, çünkü adı üstünde efsane) Bu kız, iftiraya uğramış bir Vesta rahibesidir ve koca gemiyi tek başına çekmekle de suçsuzluğunu kanıtlamış olur. Evet, ana tanrıça Roma’ya ulaşır. Sonra ne mi olur? Bizim tanrıça heykeline ne olduğu meşhul ama, tarihi bir gerçek var. Evet, Roma’lılar Kartacalı’ları yener ve tarih sahnesinden silerler. Artık, ana tanrıçanın gücümü, kendi güçlerimi, onu bilmek mümkün değil.
Evet; ana tanrıça, Anadolu’da, yüzyıllar boyunca, inanılmış, tapınılmış bir obje. Şu anda, elbette bu yazılanları okuduğumuzda, günümüz şartlarına kesinlikle çok ters gelen şeyler. Ama; gerçek olan şu ki, her şeyi, bulunduğu ve yaşandığı ortama uygun olarak değerlendirmek gerek. Çünkü; gerek zaman ve gerekse bilim durmadan ilerliyor. O yüzden, bu yazılanları, o günün şartlarında değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü; her şeye rağmen, Anadolu’da yani yaşadığımız bu topraklar üzerinde, geçmişte, yüzlerce yıl, bu yontuya, bu söylencelere inanılmış.
Evet; iki kitap, bu kitapta yazılanlar, yazılanlara inanmayanlar ve yazılanlara inanan yanlızca bir insan, düşleri, hayalleri ve bu hayallerin peşinde inatla koşması, hayallerinin gerçeğe dönüşmesi ve mucize sonuç.