1933 yılı, Mustafa Kemal Atatürk, Maarif Vekili Dr Reşit Galip, Kılıç Ali, Nuri Conker, Afet İnan ve Başyaveriyle birlikte; bitirme sınavlarını takip etmek için, Ankara Erkek Lisesi (o zamanki ismiyle Taş Mektep) gider.
Sınav salonunda: Lisenin tarih öğretmeni Samih Nafiz Tansu ve çeşitli yerlerden gelmiş ayırtmanlar bulunmaktadır.
Öğrenciler, ellerinde tezleriyle salona girerler, ilk soruları öğretmenler sorar. Bir öğretmen: İtalyanlarla ilgili sorduğu bir soruya cevap alamayınca öğrenciye kızar. Bunun üzerine, Atatürk bir başka öğrenciye dönüp bir soru sorar:
-Yıldırım Beyazıt ile Timur arasındaki harbin sebepleri nedir, hangisinin Kumandanlık vasfı daha üstündür.
Aydın isimli öğrenci, harita üzerinde izahatlı ve son derece olgun cevaplar verir. Atatürk bu öğrenciye başka sorular da sorar ve yine aynı doğru cevapları alır. Bunun üzerine, çocuğa ne olmak istediğini sorar. Çocuk cevaben “Su mühendisi” olmak istediğini söyler. Atatürk: tarih bilgin çok iyi der ve kendisine tarihçi olmasını öğütler. Aynı zamanda, yanında bulunan Maarif Vekili, Dr Reşit Galip’e de, bu çocuğa sahip çıkılmasını tembihler. Hatta, eğitim için Amerika’ya gönderilmesini söyler.
Evet, bu bitirme sınavında, Atatürk’ün bu kadar takdir ettiği, daha sonra Üniversite eğitimi için Amerika’ya gönderilen, doktorasını Harvard Üniversitesinde tamamlayıp Türkiye’ye dönen, Bilim Tarihi alanında Dünyanın ilk doktora derecesini alan öğrenci, Profesör Dr Aydın Sayılı’dır. Bu arada, Harvard Üniversitesindeki doktora tez konusu “İslam Dünyasında Bilim Kurumları” dır.
Aydın Sayılı: 2 Mayıs 1913 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babasının görevi nedeniyle, farklı şehirlerde bulundu ve hatta bir süre de İran’da yaşadı. İlk öğretimini İstanbul’da, ortaöğretimini ise Ankara’da tamamladı. Liseyi bitirdikten sonraki safahatı, yukarıda yazdım.
Aydın Sayılı, doktorasını aldıktan sonra 1943 yılında Türkiye’ye geri döndü.
1947 yılında, Türk Tarih Kurumu, tam üyeliğine seçildi.
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde, Felsefe bölümünde “ilmi yardımcı” olarak göreve başladı. 1952 yılında, Bilim Tarihi Profesörü oldu ve Bilim Tarihi Kürsüsü Başkanlığına atandı.
1958 yılında Ordinaryüs Profesör oldu.
1961 yılında, Uluslararası Bilim Tarihi Akademisi tam üyesi oldu ve ardından 3 yıl başkanlığını yaptı.
1974 yılında Felsefe Bölümü Başkanlığına seçildi ve emekli oluncaya kadar bu görevi yürüttü.
1984 yılında kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi’ne başkan olarak atandı.
Aydın Sayılı’nın yapmış olduğu çalışmalardan en önemlisi ve dikkat çekeni: İslam Dünyası Medeniyetlerinin bilime ve dünya devletlerinin gelişimine yapmış olduğu katkıları ortaya koyduğu çalışmalardır. Türklerin yüzyıllar boyunca bilime yapmış oldukları büyük katkıları ortaya çıkarmak için araştırmalar yaptı. Karşılıkları hiç bulunmamış yabancı sözcüklere ve anlam karışıklıklarına yol açan terimlere, Türkçe yeni karşılıklar bulup bunların açıklamalarını yaptı. Eş anlamlı, yakın anlamlı Türkçe sözcükler türeterek, dilimizi zenginleştirmede önemli bir kültürel etkinlikte bulundu.
Dünyada ses getiren en önemli görüşlerinden birisi de: İslam dünyasının namaz saatlerini, düzgün ve hatasız belirleyebilmek için, astronomiye ihtiyaç duymalarını göz önünde bulundurarak, ilk gözlem evlerinin Müslümanlar tarafından ortaya çıkarıldığı yönündeki görüşüdür. Sayılı, bu görüşünü ispatlayabilmek için, İslam devletlerindeki var olan ve günümüze kadar gelmemiş olan pek çok gözlem evi ile ilgili çalışmalar yapmıştır. Özellikle bu konuya Türklerin yaptığı katkıları ilk defa belgeleriyle ortaya koydu. “The Observatory in İslam” adlı eserinde; incelenen rasathaneler arasında Meraga ve Semerkant rasathaneleri ve buralarda kullanılan aletlerle ilgili ilginç açıklamalar bulunuyor.
Türk kökenli Müslüman matematikçiler hakkında araştırmalar yaptı. Fizikle ilgili olarak Farabi ve İbn Sina gibi Türk filozof ve bilim adamlarının çalışmalarını inceledi.
Ayrıca, Ortaçağ İslam Dünyasında ilmi çalışmalar adlı makalesinde “Yunanlılar ilmi Mezopotamya’dan aldı” gibi bilgiler vermiştir.
Hemen hemen bütün eserleri, İslam dünyası ve Müslüman Türklerin felsefesi ve özellikle ilmi faaliyetleri üzerinedir.
Onun en çok önem verdiği şey, Atatürk’ün bilim anlayışı ve Türk bilim adamlarından beklentileriydi ve bu konudaki görüşlerini “Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir” adlı eserinde kaleme aldı.
Bu çalışmaları nedeniyle sayısız ödül almıştır. Bunlardan en önemlileri: 1990 yılında UNESCO tarafından verilen “Yaşam Boyu Hizmet Ödülü” dür.
13 Ekim 1993 tarihinde, Ankara’da evinin önündeki sokakta geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etti. Cenazesi, Ankara Cebeci mezarlığına defnedildi.
Ancak bu değerli bilim adamının resmi, günümüzde kullanılan 5 Türk Lirası banknotun arka yüzünde bulunuyor.
28 Temmuz 1933 günü: Cumhuriyet gazetesinde yazılı bir habere göre: Amerika-Chicago’da bulunan Vanderbit Üniversitesi profesörlerinden Kirk Landın: labratuvarında çeşitli denemeler sonucu Meksika kökenli kırmızı renkte yeni bir çiçek elde etmiştir.
Profesör bu yeni çiçeğe isim ararken: daha önce Tarsus Kolejlinde Atatürk ile tanışmış ve ondaki tabiat bilgi ve ilgisine hayran olan bir diğer profesör olan arkadaşının önerisiyle, bu yeni çiçeğe “Atatürk Çiçeği” ismini vermiştir.
Bu öneri: dünya nebatat dairesinde, Atatürk’ün yaptığı çalışmaların anlatıldığı toplantıda, oy birliğiyle kabul edilmiştir.
Ancak, bunun doğruluğu konusunda kanıt bulunmamaktadır. Bir diğer söylenti: dünya çiçek literatüründe “poinsettia” olarak bilinen bu bitkinin, Türkiye’ye geldiğinde büyük önder Mustafa Kemal Atatürk tarafından çok beğenilmesi ve bunun üzerine çiçeğe “Atatürk Çiçeği” isminin verilmesidir.
Ölümünün ardından, Atatürk ile ilgili, Atatürk’ün hayatı ve yaptıklarını anlatan bir kısım filmler çekilmek istenmesine rağmen bu konuda bir ilerleme kaydedilememiştir. Çünkü: “Atatürk” ile ilgili çekilmek istenilen filmlerde daima gerek maddi ve gerekse manevi pürüzler ortaya çıkmıştır. Ama bu pürüzlerden benim en çok ilgimi çekenler: Atatürk rolünü almak üzere görevi kabul eden sanatçıya, Amerikan Ermeni Lobisi tarafından aksi yönde baskılar olması ve sanatçının rolü daha sonra kabul etmemesidir. Bir diğer ilginç pürüz ise: bir dönemlerin ünlü sanatçısı olan J.Braynır’ın ülkemize gelerek Atatürk rolünü istemesine rağmen, ülkemiz Cumhurbaşkanını Celal Bayar’ın “Atatürk’ün tarihi şahsiyeti ve büyüklüğü, onun rolünü kimseye verilemez kılmıştır” diyerek bu durumu kabullenmemiş ve yine Atatürk ile ilgili, muhteşem bir film yapmayı başaramamışızdır.
Tıpkı: “10 Yıl Marşı” gibi, Cumhuriyetin takip eden onlarca yıllık sürecinde yeni bir marş yaratamamış olmamız ve hala aynı marşı söylemeye devam etmemiz gibi, Atatürk ile ilgili hala doğru dürüst bir film yapamamışız ve sadece birkaç belgesel ve o dönemlere ait fotoğraf ağırlıklı filmlerle, bu büyük insanı tanımaya ve tanıtmaya devam etmekteyiz ki, bu adı büyük olarak anılan Türkiye Cumhuriyeti için inanılmaz bir eksikliktir. Düşünün ki, Amerika, aslında tam bir trajedi olan “Vietnam Savaşı” ile ilgili yüzlerce film yapmıştır.
Evet: son yıllarda, özellikle iki “Atatürk” filmi gündeme gelmiş ve her türlü eleştirilere rağmen bu filmler toplumda ilgi görmüştür. Ancak, bir gerçek daha var ki: son yıllarda “Atatürk” birçok kendini, tarihi ve Atatürk’ü bilmeyen yazar müsvetteleri tarafından da saçma sapan ve yalan anlatımlarla tanıtılmaya çalışılmaktadır ki, bu yazarlar zaten hitap ettikleri kitlelere, Atatürk’ü onların istediği biçimde yansıtmaktadırlar. Bu durumda: yeni neslin, yeni ve genç neslin, Atatürk’ü hurafelerden uzak, gerçeklerle tanıması için elimizden geleni yapmalıyız.
Geçenlerde, benden yaşça büyük ve muhteşem kültürlü bir yakınımdan “Atatürk” ile ilgili değişik ve gerçek bilgiler bulunan kitaplar önermesini istediğimde, tek cevap olarak “Nutuk” oku, çünkü Atatürk’ü en doğru, en gerçekçi olarak kendisi kendini orada anlatmıştır” dedi ve bunun üzerine, daha önce okul yıllarında okuduğum “Nutuk” bir kez daha elime düştü ve hızla okumaya başladım.
Buradan şunu söylemek istiyorum: son yıllarda “Atatürk” ile ilgili birkaç film çekilmiş ve gösterime sunulmuş olmasına rağmen, bu filmler de Atatürk’ün gerçeklerini anlatmaktan uzak kaldığı yönünde eleştiriler almıştır. Öte yandan: yine bir ortamda, büyük bir Atatürk seveni ve nispeten maddi olanakları elverişli bir tanıdığım ve saygı duyduğum kişi “Atatürk” ile ilgili bir film çekmek istediğini söyleyince: kendi kendime Atatürk filmi, aslında çok kapsamlı, eminim ki, Atatürk filmi ile ilgili bir senaryo yazmak istesem, yüzlerce kitap okumak ve incelemek gerekir diye düşünürken: internet ortamında aslında yıllar önce, bizzat “Atatürk” tarafından senaryosu yazılan bir filmin yani “Ben Inkılap Çocuğuyum” isimli bir filmin gündeme geldiğini öğrendim. En doğru olan bu değil mi, yani Atatürk’ün, Nutuk ta olduğu gibi, kendini en doğru şekilde kendisi anlatır diye düşündüm ve bu filmin, daha doğrusu çekilemeyen filmin senaryosunun hikayesini buyurun aşağıda hep birlikte okuyalım.
Önce: böyle bir film senaryosundan söz eden kişi yani Münir Hayri Egeli’yi tanıtmak istiyorum. Kendisi 1904 yılında İstanbul’da doğdu. Çeşitli okullarda öğretmenlik ve müdürlük görevlerinde bulundu. Kocaeli Maarif Müdürlüğü görevinde bulundu ve ardından Milli Temsil Akademisi (Devlet Tiyatrosu) ve film rejisörlüğü yaptı. Öte yandan, 1930 yılında “Atatürk’ün Gezi Belgeseli” isimli kısa film projesini yürüttü.
Egeli: 1954 yılında yazdığı “Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar” isimli kitabında: Atatürk ile ilgili anılarını kaleme alırken: Atatürk’ün bu tür bir film çekilmesi konusunda ve özellikle kendi yazdığı senaryonun çekilmesi konusundaki çalışmaları hakkında ayrıntılı olarak yer verdi.
Bu kitap: araştırmacı yazar İlknur G. Kalıpçı tarafından 2000 yılında tesadüfen görüldü ve yaptığı yayınlar ile konunun ısrarla üzerine gitti. Yani, kitap 1954 yılı basımlı olmasına rağmen, ancak 2000 yılında Kalıpçı tarafından gündeme getirildi. Daha sonraki gelişmeler girmeden önce: Egeli’nin kitabında yazdığı, Atatürk filmi ve senaryosu ile ilgili anılardan söz etmek istiyorum, ardından takip eden süreçte yaşananları anlatacağım.
Bir gün: beni Çankaya’dan çağırttılar. Çankaya’ya gittiğimde, Atatürk kütüphanedeydi.
Atatürk: “…… şirketinden bir mektup aldım. Bizim ınkilabımıza dair bir film yapmak istiyorlar. Çok güzel, ancak ınkilabımıza dair film yapmak bizim işimiz olmalıdır. Bir senaryo düşün. Bu senaryo: benim hayatımla, mesela bir öğretmenin hayatını göstermelidir” diye söyledi ve bana üzerine yazmam için bir kart uzattı, dikte etmeye başladı. Senaryonun taslağı bittiğimde ellerim tutulmuştu.
Atatürk “derhal bunu topla ve yaz” dedi.
Bunun üzerine, iki günlük bir çalışma ile senaryoyu yazdım ve Atatürk’ün yaverine verdim. Bir gün sonra: bana bir zarf geldi, zarfın üstünde, Atatürk’ün el yazısı ile “Münir Hayri Bey’e geri gönderilecek” diye yazıyordu.
Senaryoyu okuyan Atatürk: sayfa sayfa incelemiş ve birçok yerinde uzun ilaveler yapmıştı. Fakat en sonunda “tekrar göreceğim” notunu düşmüştü.
Ardından: senaryoyu yeniden işledim ve kendisine takdim ettim.
Atatürk: senaryoyu kendisiyle birlikte Afet İnan ve Recep Peker’e okutmuştu. Recep Peker: beni yanına çağırttırdı “bu senaryonun film olması maliyeti nedir” diye sordu. Ardından film için bir bütçe yaptım ve kendisine verdim.
İki gün sonra: bu kez Necip Ali Bey: beni yanına çağırttı ve “Münir Hayri, senin istediklerin yüz bin lira tutar, sen delimisin” dedi. Sonra ise gülümsedi ve “haydi haydi işin yolunda, bu akşam Çankaya’ya gideceğiz” dedi.
Akşam, Çankaya’ya gittiğimizde, Atatürk film hakkında benzen izahat istedi ve kendisine film yapımı için temin edilmesi gerekenleri anlattım. Ardından, Atatürk “Film yapmak, teyyare uçurmak gibi teknik bir olaydır. Sanat ateşi lazımdır ama yetmez, Münir Hayri’yi Almanya ve İtalya’ya göndereceğiz, rejisörlük öğrenecek, parasını tahsisatınız yoksa ben veririm” dedi.
Hemen ardından, üç gün sonra: Münir Hayri: yanında Atatürk’ün ilgililere yazdığı şahsi mektuplar ile birlikte hareket etti. Alman hükümeti, kendisini Atatürk’ün gönderdiğini öğrenince: rejisörlük eğitimi alması için ne mümkünse yapılması konusunda ilgililere talimat verdi ve kendisi UFA sütüdyolarına göndererek, her masrafın Alman hükümetince karşılanacağını belirtti.
Almanya ve İtalya’nın ardından Rusya’ya da giden ve her ülkeden rejisörlük yapabilir şeklinde belgeler alan Münir Hayri, yurda döndüğünde Atatürk’ün huzuruna çıkar ve Atatürk’ün “Şimdi senaryoları bir kez daha gözden geçirelim” talimatını verir. Münir Hayri: senaryonun müsvettesini yazar ve Atatürk’e sunar. Atatürk müsvetteyi okuduktan sonra “başka neler koymalıyız” diye sorduğunda: Münir Hayri: biraz çekinerek de olsa “bir filmde genelde kadın ve aşk unsuru da aranır, ama bilemem nasıl emrederseniz” der. Bunun üzerine, Atatürk: “benim de başımdan aşk hikayeleri geçti” der ve dört hikaye nakleder. Bunlar: Emine, Hatice, Makedonyalı Eleni ve Naciye’dir.
Daha sonraki yıllarda, kitabını yazmadan önce: Egeli, Hatice hanımı bulur ve Atatürk ile yaşadıklarını dinler ve bunları kitabında okuyucuyla paylaşır.
“Selanik te Zübeyde Teyzelere yakın oturuyorduk. Mustafa Bey i çocukluğumdan beri kapımızın önünden geçtikçe görürdüm. Naciye isminde bizden çok büyük bir kız arkadaşımız onun her geçişinde pencereye koşar onu seyrederdi. Arkadaşlarla karar verdik, ilk fırsatta Naciye Abla nın sevgisini Mustafa Bey e duyuracaktık. Zübeyde Teyzelere de sık sık gittiğim için bu işi bana verdiler. O gün evlerine gittim ve sofadan geçerken bir saksı içinde kırmızı karanfiller gördüm. Hemen birini kopardım, Mustafa Bey in odasına girdim. Masasının üzerinde bir tarih kitabı vardı. Karanfili kitabın açık sayfasına koydum. Mustafa Bey geldi. Annemin ve annesinin ellerini öptü. Çiçekten dolayı çok heyecanlı idim. Mustafa bey, benim heyecanlı olduğumu hissetti ve dikkatlice gözlerime baktı. Daha sonra dersleri olduğunu söyleyip odasına çıktı. Birdenbire Mustafa Bey in merdivenlerden indiğini, ayak seslerinden anladım. Bu çiçeği benim kitabımın arasına kim koydu diyecek gibi geliyordu. Mustafa Bey odanın kapısında göründü. Gözlerimle ben ettim sen etme der gibi ona baktım. Oda bana o manalı mavi gözleriyle bakıyordu. Mustafa Bey bir arkadaşını görmek için tekrar dışarı çıkacağını söyledi ve gitti. O günden sonra ne Zebeyde Teyzelere gidiyordum ne de Mustafa Bey in görünebileceği yerlere uğrayabiliyordum. Bir gün evdeki büyütmeden, Zübeyde Teyzenin beni Mustafa Bey e istediğini öğrendim. Annem askerler hep uzaklara giderler, ben kızımdan uzaklaşamam düşüncesiyle işi sürüncemeye sürmüş. Mustafa Bey Harbiye den erkanıharp yüzbaşısı olarak çıktığında tekrar beni istedi. Ama annem yine fikrinden vazgeçmedi ve beni başka biriyle söz kestirdi.”
Evet: Egeli’nin kitabında söz ettiği ve senaryoda görülen bir diğer aşk hikayesinde ise:
Atatürk’ün ilk ve son aşkının, Selanik Merkez Kumandanı Şevki Paşa’nın kızı Emine hanım olduğu yazılıdır. Mustafa Kemal, Selanik’den ayrılırken, Emine hamının “Harbiye’ye ne zaman gidiyorsunuz” şeklindeki nota yazdığı cevapta “Bu dakikada vapura biniyorum, bu ani durum bize kan ağlatacak. Bendeniz sizi unutmayacağıma vicdanen yemin ederim, sizden de aynı vefayı beklerim” şeklinde duygularını belirtmiştir.
Atatürk: ölümüne kadar,kız kardeşi Makbule hanım vasıtasıyla ondan haber aldığında mutlu olur, evlenmediğini öğrenince çocuklar gibi neşelenirmiş. Hatta çok sevdiğini söylediği “Eminem” şarkısını da bu yüzden çok severmiş ve şarkı her çalındığında, ortama iştirak edip, kimi zaman gözlerinden yaşlar gelirmiş.
Senaryo son şeklini aldıktan sonra: Atatürk altına şu notu düşer “düzeltmelerden sonra iyi bir film olur ve bu senaryonun ruhuna sadık kalınması elzemdir”. Ardından; 137 sayfalık bu senaryo, Atatürk’ün kendi hayatını anlattığı bir senaryo olması açısından önemlidir: senaryoda Atatürk’ün 1927-1938 yılları arasındaki politik kişiliğinden çok aşkları ve insani yönü anlatılmaktadır ve bu talimatı alan Münir Hayri: hemen filmin çekim çalışmalarına başlar.
Filmin askeri sahnelerinin çekimi için İsmail Hakkı Tekçe görevlendirilir. Aynı anda: Kenan Bey: Atatürk’ün kendisinden bazı parçaları filme almakta iken, Atatürk hastalanır ve çekimler durur.
Senaryonun sonraki akibeti bilinmiyor ama Milli Kütüphane’de “Atatürk Emanetleri” adı altında çift kilitli bir kasada saklandığı düşünülmektedir.
Yukarıda sözünü ettiğim gibi: Atatürk’ün ölümü ile unutulup giden bu senaryo ve film çekimi: 1954 yılında bu olayın birinci derece tanığı Münir Hayri Egeli’nin yazdığı kitap ve bu kitabın 2000 yılında araştırmacı yazar İlknur G. Kalıpçı’nın eline geçmesi ve yaptığı yayınlar ile yeniden gündeme gelir.
2008 yılında, senaryonun filme çekilmesine karar verilir.
Film: “Sarı Zeybek” kısa belgeselini çeken ekip tarafından çekilecek ve projenin yapımcılığı ve yönetmenliğini Biray Daltıran üstlenecektir. Daltıran: 2006 yılında “Araf”, 2007 yılında “Cennet” ve 2008 yılında “Son Balo, Vals ve Zeybek” kısa belgeselini çekmiştir.
Film için ayrıca: herhangi bir yanılgılı durum yaratılmaması için; 10 kişilik bir bilim kurulu oluşturulmuştur. 8-10 milyon dolara mal olması düşünülen film: daha önce “Sarı Zeybek” filmini de destekleyen “Türkiye Sivil Toplum Kuruluşları Konfederasyonu” Genel Başkanı Hasan Ekşi tarafından karşılanacaktır.
Film ekibi her türlü hazırlıklarını yaptıktan sonra, her ne kadar Egeli tarafından kitabında senaryonun ana hatlarına ait ipuçları verilmiş olmasına rağmen, senaryonun orjinalini bulmak üzere “Milli Kütüphane” ye giderler. Milli Kütüphane Başkanı Tuncel Acar: kendilerine yardımcı olur, kütüphanede bulunan kasada, Atatürk ile ilgili saklanan belgelerin digital kopyaları taranır ama senaryonun orjinali bulunamaz. Ancak, bu araştırmada: Atatürk’ün kendi el yazısı ile yazdığı bir not daha doğrusu vasiyetine rastlanılmıştır. Bu nota göre “Münir Hayri, film çevirme işiyle bizzat meşgul olacaktır. Hemen Almanya’ya gidecek, senaryomuzu işleyecektir. Hasan Rıza gereken masrafları benden karşılayacaktır”
Daha sonra senaryonun araştırmaları: Çankaya köşkü ve Anıtkabir ile yapılan yazışmalarla sürdürülür, ama yine olumlu bir sonuç alınamaz.
Evet: aslında film çekimi ile ilgili son ekip: senaryonun orjinalini bulamaz ama Egeli’nin kitabında yazılanları yeterli görerek, film çekimi için çalışmalara başlarlar ama bu çalışmalar da bir yerde tıkanır ve orjinali bulunamayan senaryonun akıbeti meçhule havale edilir ve film çekimi gündemden kaldırılır. Elbette bu konuda yani neden gündemden kaldırıldığı konusunda çeşitli yorumlar yapmak mümkündür, ama ben burada en gerçekçi yorumu ülkemizin siyasi ve politik durumu göz önüne alınarak okurların yapacağına inanıyorum. Aslında filmi çekilememesiyle ilgili söylenenler “ekonomik” nedenlerdir. Ancak: unutulmaması gerekir ki: bu proje yani “Ben bir Inkılap Çocuğuyum” filmi “Atatürk” ün: Milli Kütüphanede de ortaya çıkan vasiyetnamesidir ve onun kaleminden çıkmış olması çok önemlidir.
Umarım, yine Atatürk’ü seven, onun bu ülkenin kurtuluşu ve kurulmasındaki emeklerine ve gücüne inanan ve saygı duyan ve kendisinin de bir ınkilap çocuğu olduğuna inanan ve bununla gurur duyan birisi veya birileri, bu senaryoyu bulur ve filme çekerler. Yoksa; inanıyorum ki, bu güzel film: gösterime girdiğinde, yapılan masrafları karşılayacak bedeli mutlaka elde edecektir. Filmin gururu ise, filmi yapan, yaptırana ait olacaktır.