Kuleli Askeri Lisesi: İstanbul-Çengelköy ile Vaniköy arasında, İstanbul boğazının bir incisi olarak, yüzyıllardır varlığını sürdürmektedir.
Okul hakkında: ayrıntılı bilgilere girmeden önce, isterseniz, tarihi süreç içinde: Kuleli Askeri Lisesinin değil de, buranın, yani binanın nasıl ve ne şekilde kullanıldığı, Kuleli Askeri Lisesinin buraya ne zaman yerleştiği konusunda, kısa bilgi vermek istiyorum.
TARİHİ GELİŞİMİ:
1453 yılında, Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul fethedildiğinde: bugün Kuleli Askeri Lisesinin bulunduğu yerde, bir koru içinde, Bizanslılar tarafından yapılan ve kullanılan; bir de kulesi bulunan bir manastır bulunuyordu.
Özellikle, bu kule: takip eden dönemlerdeki yapılarda da, sürekli olarak varolmuştur.
Yavuz Sultan Selim döneminde, bu manastır; yeniçeriler tarafından, kışla olarak kullanılmıştır.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise: buradaki bahçeye, daha önce bulunan kulenin yanında, 9 katlı ve her katı, havuzlarla süslenmiş bir kasır yaptırılır.
Sultan III.Ahmet döneminde, Bizans döneminden kalan kule yıktırılır. 1744 yılında ise: Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşanın damadı Kaymak Mustafa Paşa tarafından: sahilde bir mescit yaptırılır.
1800’lü yıllara gelindiğinde: Sultan II.Mahmut tarafından: bugünkü okulun bulunduğu yerde, yeni bir kışla yaptırılır. Sultan Abdülmecit döneminde ise, bu kışla, bir yangın sonucu yok olur ve yerine, yenisi yaptırılır.
1843 yılındaki bu inşaat sırasında: yapının her iki yanına kuleler yaptırıldığı için; buraya “Kuleli Kışlası” denilmeye başlanır.
Kuleli Kışlasında: 1859 yılına gelindiğindeki en önemli faaliyet: Sultan Abdülmecit’in tahttan indirilmesine yönelik olarak yapılan hareket sonucunda, bunun faili Kafkasyalı Hüseyin Paşanın: burada, yani Kuleli Kışlada yargılanmasıdır.
1854 yılına gelindiğinde: bu kez, Kuleli Kışlası: Kırım Savaşına katılmak üzere, İstanbula gelen, Fransız ve İngiliz askerlerinin ikametine tahsis edilir.
Aynı zamanda, hastane olarak da kullanılmaya başlanır. Kırım Savaşında yaralanarak, buraya, hastaneye getirilen İngiliz ve Fransız askerlerinden ölenler: kışlanın kuzeyindeki mezarlığa gömülürler.
Bu nedenle: bu mezarlığa, İngiliz Mezarlığı denilmektedir.
1856 yılına gelindiğinde ise, Kuleli Kışlası, İngiliz askerleri tarafından boşaltılır.
Ama, tam boşaltılma aşamasında kasıtlı olarak çıkarıldığı düşünülen bir yangın sonucu, tamamen harap olur.
Yine aynı yıl: Kuleli kışlasının yeniden yapılması için: Ermeni mimar Garabed Amira Balyan görevlendirilir.
Bir proje hazırlanır ve hazırlanan proje: Padişah Sultan Abdülhamit tarafından kabul edilince, inşaata başlanır.
1871 yılında: bu kez, buraya: ana duvarları kagir, iç duvarları ve bölümleri ahşap, iki katlı, bugünkü bina yapılır.
Yalnız burada küçük bir ayrıntı var. Kuleli Kışlasının, her iki yanındaki kule: bu inşaat sırasında yapılır.
Yani: bundan önceki dönemde, binada kule bulunmamaktadır.
1872 yılına gelindiğinde ise: Askeri Liseler olan: Kara Askeri Lisesi ve Deniz Askeri Lisesi: Kuleli Kışlasına taşınır ve kışlanın ismi: bu tarihten sonra, “Kuleli İdadisi” olarak anılmaya başlanır.
1877-1878 Osmanlı-Rus savaşlarında, Kuleli İdadisi: yeniden hastaneye çevrilir ve burada eğitim sürdüren, Askeri Liseler başka yere taşınırlar.
1879 yılında, savaşın sona ermesiyle, bu iki askeri lise ve Askeri Tıbbiye, Kuleli kışlasına geri taşınırlar.
Öğrenci mevcudunun artması üzerine; hemen okulun arkasındaki sırt üzerindeki okul hastanesi tahliye edilir ve burası, Askeri Tıbbiye eğitimine tahsis edilir. 1910 yılında ise, buradaki Askeri Tıbbiye, başka yere nakledilir.
1912-1913 Balkan Savaşlarında: Kulesi Kışlası, yeniden hastaneye çevrilir ve Askeri Lise öğrencileri, başka yere nakledilirler. 1913 yılında ise, öğrenciler, yeniden Kuleli Kışlasına geri dönerler.
1920 yılına gelindiğinde, İstanbul, İngilizler tarafından işgal edilince, Kuleli Kışlası, İngilizlerin isteği üzerine boşaltılır.
Okul binası, İngilizler tarafından: yetim ve göçmenlere tahsis edilir.
Özellikle: Ermeni yetimhanesi olarak kullanıldığı dönemde, buraya, Ermeni bayrağı çekilmesi, İstanbullular tarafından tepkilere neden olur.
1922 yılında ise, Büyük Taarruzu takiben, İngilizler, Kuleli Kışlasını boşaltarak Türk makamlarına devrederler.
1923 yılında, Askeri Lise öğrencileri, yeniden Kuleli kışlasında eğitime başlarlar. 1925 yılına gelindiğinde ise: okul “Kuleli Askeri Lisesi” adını alarak, öğrenime devam edilir.
II.Dünya Savaşında, Askeri Lisenin başka yere taşınması ile, bina: yeniden hastane olarak kullanılmaya başlanır.
1947 yılında ise: Askeri Lise öğrenimi, yeniden burada yürütülmeye başlanır.
1975-1976 eğitim-öğretim döneminde, kolej sistemine geçilen okuldaki eğitim, dört yıla çıkarılır. 2008 yılında alınan bir kararla: okuldaki eğitim, 5 yıla çıkarılmıştır.
Yani: sonuçta, bu okul: ülkemizin gururu, övünç kaynağı ve en büyük güvendiği kurumlarından biri olan: Türk Silahlı Kuvvetlerine, komuta kademesinde görev yapmak üzere, subay yetiştirmektedir.
Bu yetiştirilen subayların: gerek bilimsel eğitim-öğretim ve gerekse fiziksel yönden; en yüksek düzeyde yetiştirilmeleri ve eğitilmeleri; bu ülkenin güvenliğinin en büyük teminatı olan Türk Silahlı Kuvvetleri için başlıca gerekliliktir.
Ancak, hain darbe teşebbüsünden sonra yani 15 Temmuz tarihinden sonra Kuleli Askeri Lisesi kapatılmıştır ve günümüzde kapalı tutulmaktadır.
10 Türk Lirasının arka bölümünde resmi bulunan Cahif Arf, dünyaca ünlü matematikçimiz olarak öne çıkmaktadır.
Resmin yanında birtakım matematiksel deyimler bulunuyor. Bunlar: “Aritmetik diziler, sayılar, abaküs ve bilgisayar teknolojisinin temeli olan ikili sayı sistemi yani binary” ifade eden rakamlardır.
Evet, şimdi Cahit Arf kimdir, onu biraz inceleyelim.
Cahit Arf, 1910 yılında Selanik şehrinde doğdu. Balkan Savaşının başlamasıyla ailesiyle birlikte İstanbul’a göç etti.
1918-1920 yılları arasında İstanbul Erkek Lisesinde 3 yıllık okulu 2 yılda bitirdi ve ardından Fransa birçok bilim adamı yetişen Ecole Normale Superieure’de yüksek öğrenimini tamamladı, 1932 yılında mezun oldu. Sonrasında İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesinde bir süre çalıştı. 1937 yılında Doktora yapmak için Almanya Göttengen Üniversitesi Matematik Bölümüne gitti. Bu üniversitede; ünlü Matematikçi Hasse’nin “çözülebilen cebirsel denklerin bir listesinin yapılması” konusunda doktora öğrencisi olarak çalıştı. Hasse’nin önerileriyle “özel haller problemini” çözdü. Sayıların teorisinde çok özel bir yeri olan lokal cisimlerde, dallanma teorisine çok önemli yapısal katkılarda bulundu ve burada bulduğu sonuçlardan bir bölümü, dünya çapında, matematik literatürüne “Hasse-Arf” teoremi olarak geçti.
1964 yılında, TÜBİTAK’ın “Bilim Kurulu Başkanı” oldu. Ardından Amerika’ya gitti, Kalifornia Üniversitesinde konuk öğretim üyesi olarak çalıştı. Ancak kendisine kalması yönünde yapılan teklifleri kabul etmedi, Türkiye’ye döndü ve Ortadoğu Teknik Üniversitesinde çalışmaya başladı.
1980 yılında emekli oldu ve Türkiye’ye döndü, TÜBİTAK’ın kurulmasında büyük hizmetleri oldu.
Cahit Arf’ın kendi deyişlerinden bazıları şunlardır:
“Matematiği ezberlemeyin, kendiniz yapın ve anlayın”.
“Matematik esas olarak sabır olayıdır. Belleyerek yani ezberleyerek değil, keşfederek anlamak gerekir”.
“Elime Kur’anı aldığımda Allah’a, kalemi aldığımda kendime inanıyorum.”
“İşlerinizi başkalarına yaptırmayın, çünkü kendi istedikleri gibi yaparlar”
Özellikle “Cebir” konusunda araştırmalar yapmış ve bu çalışmaları nedeniyle dünyaca ünlü olmuştur. Sentetik geometri problemlerinin cetvel ve pergel yardımıyla çözülebileceği konusunda araştırmalar yapmıştır. “Arf sabiti, Arf halkaları, Arf kapanışı” gibi terimlerin isim babasıdır.
1997 yılında İstanbul’da vefat etti.
1933 yılı, Mustafa Kemal Atatürk, Maarif Vekili Dr Reşit Galip, Kılıç Ali, Nuri Conker, Afet İnan ve Başyaveriyle birlikte; bitirme sınavlarını takip etmek için, Ankara Erkek Lisesi (o zamanki ismiyle Taş Mektep) gider.
Sınav salonunda: Lisenin tarih öğretmeni Samih Nafiz Tansu ve çeşitli yerlerden gelmiş ayırtmanlar bulunmaktadır.
Öğrenciler, ellerinde tezleriyle salona girerler, ilk soruları öğretmenler sorar. Bir öğretmen: İtalyanlarla ilgili sorduğu bir soruya cevap alamayınca öğrenciye kızar. Bunun üzerine, Atatürk bir başka öğrenciye dönüp bir soru sorar:
-Yıldırım Beyazıt ile Timur arasındaki harbin sebepleri nedir, hangisinin Kumandanlık vasfı daha üstündür.
Aydın isimli öğrenci, harita üzerinde izahatlı ve son derece olgun cevaplar verir. Atatürk bu öğrenciye başka sorular da sorar ve yine aynı doğru cevapları alır. Bunun üzerine, çocuğa ne olmak istediğini sorar. Çocuk cevaben “Su mühendisi” olmak istediğini söyler. Atatürk: tarih bilgin çok iyi der ve kendisine tarihçi olmasını öğütler. Aynı zamanda, yanında bulunan Maarif Vekili, Dr Reşit Galip’e de, bu çocuğa sahip çıkılmasını tembihler. Hatta, eğitim için Amerika’ya gönderilmesini söyler.
Evet, bu bitirme sınavında, Atatürk’ün bu kadar takdir ettiği, daha sonra Üniversite eğitimi için Amerika’ya gönderilen, doktorasını Harvard Üniversitesinde tamamlayıp Türkiye’ye dönen, Bilim Tarihi alanında Dünyanın ilk doktora derecesini alan öğrenci, Profesör Dr Aydın Sayılı’dır. Bu arada, Harvard Üniversitesindeki doktora tez konusu “İslam Dünyasında Bilim Kurumları” dır.
Aydın Sayılı: 2 Mayıs 1913 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babasının görevi nedeniyle, farklı şehirlerde bulundu ve hatta bir süre de İran’da yaşadı. İlk öğretimini İstanbul’da, ortaöğretimini ise Ankara’da tamamladı. Liseyi bitirdikten sonraki safahatı, yukarıda yazdım.
Aydın Sayılı, doktorasını aldıktan sonra 1943 yılında Türkiye’ye geri döndü.
1947 yılında, Türk Tarih Kurumu, tam üyeliğine seçildi.
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde, Felsefe bölümünde “ilmi yardımcı” olarak göreve başladı. 1952 yılında, Bilim Tarihi Profesörü oldu ve Bilim Tarihi Kürsüsü Başkanlığına atandı.
1958 yılında Ordinaryüs Profesör oldu.
1961 yılında, Uluslararası Bilim Tarihi Akademisi tam üyesi oldu ve ardından 3 yıl başkanlığını yaptı.
1974 yılında Felsefe Bölümü Başkanlığına seçildi ve emekli oluncaya kadar bu görevi yürüttü.
1984 yılında kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi’ne başkan olarak atandı.
Aydın Sayılı’nın yapmış olduğu çalışmalardan en önemlisi ve dikkat çekeni: İslam Dünyası Medeniyetlerinin bilime ve dünya devletlerinin gelişimine yapmış olduğu katkıları ortaya koyduğu çalışmalardır. Türklerin yüzyıllar boyunca bilime yapmış oldukları büyük katkıları ortaya çıkarmak için araştırmalar yaptı. Karşılıkları hiç bulunmamış yabancı sözcüklere ve anlam karışıklıklarına yol açan terimlere, Türkçe yeni karşılıklar bulup bunların açıklamalarını yaptı. Eş anlamlı, yakın anlamlı Türkçe sözcükler türeterek, dilimizi zenginleştirmede önemli bir kültürel etkinlikte bulundu.
Dünyada ses getiren en önemli görüşlerinden birisi de: İslam dünyasının namaz saatlerini, düzgün ve hatasız belirleyebilmek için, astronomiye ihtiyaç duymalarını göz önünde bulundurarak, ilk gözlem evlerinin Müslümanlar tarafından ortaya çıkarıldığı yönündeki görüşüdür. Sayılı, bu görüşünü ispatlayabilmek için, İslam devletlerindeki var olan ve günümüze kadar gelmemiş olan pek çok gözlem evi ile ilgili çalışmalar yapmıştır. Özellikle bu konuya Türklerin yaptığı katkıları ilk defa belgeleriyle ortaya koydu. “The Observatory in İslam” adlı eserinde; incelenen rasathaneler arasında Meraga ve Semerkant rasathaneleri ve buralarda kullanılan aletlerle ilgili ilginç açıklamalar bulunuyor.
Türk kökenli Müslüman matematikçiler hakkında araştırmalar yaptı. Fizikle ilgili olarak Farabi ve İbn Sina gibi Türk filozof ve bilim adamlarının çalışmalarını inceledi.
Ayrıca, Ortaçağ İslam Dünyasında ilmi çalışmalar adlı makalesinde “Yunanlılar ilmi Mezopotamya’dan aldı” gibi bilgiler vermiştir.
Hemen hemen bütün eserleri, İslam dünyası ve Müslüman Türklerin felsefesi ve özellikle ilmi faaliyetleri üzerinedir.
Onun en çok önem verdiği şey, Atatürk’ün bilim anlayışı ve Türk bilim adamlarından beklentileriydi ve bu konudaki görüşlerini “Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir” adlı eserinde kaleme aldı.
Bu çalışmaları nedeniyle sayısız ödül almıştır. Bunlardan en önemlileri: 1990 yılında UNESCO tarafından verilen “Yaşam Boyu Hizmet Ödülü” dür.
13 Ekim 1993 tarihinde, Ankara’da evinin önündeki sokakta geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etti. Cenazesi, Ankara Cebeci mezarlığına defnedildi.
Ancak bu değerli bilim adamının resmi, günümüzde kullanılan 5 Türk Lirası banknotun arka yüzünde bulunuyor.
Ahmet Kemalettin Bey: 1870 yılında İstanbul’da orta sınıfa mensup bir ailenin çocuğu olarak doğmuştur. 1887 yılında, 17 yaşında iken, mühendisliğe ilgi duymaya başladı ve Hendese-i Mülkiye Mektebine (günümüzdeki İstanbul Teknik Üniversitesi) kaydoldu. Üniversiteyi birincilikle bitirdi ve 1891 yılında aynı okulda öğretim görevlisi olarak bulunan Alman Jachmun’un asistanlığına atandı. 1895 yılında, mimarlık eğitimini geliştirmek için, devlet bursu ve hocasının desteğiyle Almanya’ya gönderildi. Berlin şehrinde, Berlin Teknik Üniversitesinde 2 yıl eğitim gördü. Daha sonra, yine Berlin şehrinde bir süre daha kalarak deneyim kazandı.
1900 yılında İstanbul’a döndü ve öğretim üyeliğine başladı. Hocası Alman Jachmund’un Türkiye’den ayrılması üzerine, onun verdiği mimarlık derslerini üstlendi.
II. Meşrutiyetin ilanından sonra, Evkaf Nezareti İnşaat ve Tamirat Müdürü olarak çalışmalarını sürdürdü. Şark Demiryolları Şirketi adına, 4 demiryolu tren istasyonu tasarladı. Tarihi yapıların restorasyonu ve yeni yapıların tasarımıyla ilgilendiği bu dönemde: Osmanlı mimarisinin ilkelerini inceledi ve kendi mimari üslubunu şekillendirdi.
1910 yılının başından itibaren ölümüne kadar, yoğun bir tempoda çalışarak, hem Türkiye’de (çoğunlukla İstanbul’da) hem de yurt dışında çeşitli eserler verdi. Mescid-i Aksa’nın restorasyonu için bir süre Kudüs şehrinde kaldı. Türkiye dönüşünde ise, yeni başkent Ankara’nın kuruluş aşamasında, yeni yapılar üzerinde yoğunlaştı.
Kendisinin en önemli ve sıra dışı eserlerinden birisi de, “Ankara Palas” otelidir.
Ankara Palas oteli, 1924 yılında Mimar Vedat Tek tarafından yapılmaya başlanır. 1926 yılında ise, Mimar Kemalettin tarafından devam ettirilir. 13 Temmuz 1927 tarihinde Mimar Kemalettin, Ankara Palas şantiyesinde beyin kanaması geçirir ve vefat eder.
Mezarı: İstanbul Beyazıt camisindedir, 2007 yılında mezarı yeniden düzenlenerek anısına bir mezar anıtı eklenmiştir.
Evet, günümüzde, 20 Türk Lirasının arka yüzünde, Mimar Kemalettin’in bir portresi bulunmaktadır. Ayrıca, onun başyapıtlarından olan “Gazi Üniversitesi Rektörlük Binası” resmi bulunur.
Ankara’da, Çankaya’dan şehir merkezine inerken “Reşit Galip Caddesinden” geçilir. Peki, Reşit Galip kimdir, ismi niye ülkemizin başkentinde merkezi bir caddeye verilmiştir? Tüm bu soruların cevapları, Reşit Galip’in hayat öyküsünde geçiyor.
Reşit Galip bir Doktor, Rodos’ta doğmuş, ortaokulu bitirince, kardeşiyle bir sandala binmiş ve Marmaris’e gelmiş. Liseyi İzmir’de okumuş. Kardeşi Hüseyin Ragıp, diplomatlığı seçmiş, büyükelçi olmuş. Reşit Galip ise, İstanbul Tıp Fakültesini bitirmiş ve doktor olmuş. Tıp Fakültesinde öğrenci iken, gönüllü olarak 1’nci Dünya Savaşına katılmış, Kafkas cephesi dönüşünde öğrenimini tamamlamış ve Mersin’de doktorluk yapmaya başlamış.
1923 yılında, Mersin şehrine Mustafa Kemal Atatürk geldiğinde, huzurunda konuşmuş ve şunları söylemiş:
“Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün. Sen bu milletin bir ferdisin. Senin birinci büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmendir.”
Evet, bu konuşma ilgi çeker, çünkü o dönemde her kez Gazi’ya yüceltme yarışına girmiş, Reşit Galip ise, Gazi’yi milletin bir ferdi olarak öne çıkarmıştır.
Mustafa Kemal Paşa: Reşit Galip’e milletvekilliği teklif eder ve Ocak 1925 tarihinde Meclis’e girer.
Bir süre “İstiklal Mahkemesi” üyeliği yapar. CHP İdare Heyetinde görev yapar. Türk Ocakları ve Halk Evlerinde çalışır. Yine Atatürk’ün isteği üzerine Serbest Fırka isimli yeni partiye girer. Atütürk’ün sofrasına oturur. 1931 yılı sonbaharında, Dolmabahçe Sarayında Atatürk’ün sofrasındaki tartışmada: Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet ile tanışır.
Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet: Atatürk’ün Harbiye’den öğretmenidir. Sohbette: bir ara kız öğrencilerin kıyafetlerinden söz açılır. Esat Mehmet “kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun görmediğini” söyler. Bunun üzerine Reşit Galip söz alır. “Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi. Bu geriliktir, kadınlar eski durumunda yaşayamazlar, inkılaplardan en mühimi kadınlara verilen haklardır. Başka türlü Batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz” der. Sofra gerilir. Atatürk, millet vekili Reşit Galip’in bu çıkışından hoşlanmaz. “Bu konuyu uzatmayalım, kısa çorap giymemek çok önemli değildir, sonra tartışırız” der.
Ama Reşit Galip alttan almaz “Af buyurunuz Paşam, bu inkılap ve zihniyet meselesidir. Müsaade buyurursanız fikrimi söyleyeyim. Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki, sizin huzurunuzda bu sofrada inkılapları zedeleyecek icraatlardan bahsedilmesi küstahlıktır, hoş görülemez” der. Çünkü: Reşit Galip: Halkevinde sanatı yaygınlaştırmak için tiyatro çalışmaları yapıyordu, ancak sahneye çıkacak kadın oyuncu bulamıyordu. Buna gönüllü kadın öğretmenler için Maarif Vekaletinden yani Milli Eğitim Bakanlığından izin alamamıştı.
Reşit Galip “bu kokuşmuş kafayla devlet yürüyemez” diye kestirip attı.
Atatürk’ün kaşları çatıldı “Sözlerinizde müsamahalı, ölçülü olunuz” diye çıkıştı. Ama Reşit Galip geri adım atmadı, 57 yaşındaki Milli Eğitim Bakanını işaret ederek “Devrimci devrimcidir, insanlar bir yaştan sonra ister istemez tutucu olurlar. Mecliste bunca genç, idealist, bakanlık yapabilecek yetenekte insan varken, böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır” der.
Atatürk kendisini yeniden uyarır. “Esat bey yeteneklidir. Davamıza inanmıştır ve benim hocamdır, beni okutmuş olması sence bir değer taşımıyormu?” der.
Reşit Galip “Kusura bakma Paşam, taşımıyor. Okuttuklarının içinde sizin gibi devrimci biri çıkmış ama kim bilir nice tutucu da çıkmıştır. Sizi de eleştiririm”
Bunu üzerine Atatürk” Bu sofrada hocama ve bir Milli Eğitim Bakanına hakaret etmenize müsaade edemem” der.
Ama Reşit Galip alttan almaz “Devrimleri korumak için sizden müsaade istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız, sizi de eleştiririm.”
İlk kez, Atatürk’ün sofrasında, Atatürk bu kadar sert eleştiriliyordu.
Atatürk “Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin” diyerek Reşit Galip’i kibarca sofradan kovar. Ama genç devrimci yılmaz “Burası sizin değil, milletin sofrasıdır, milletin işlerini görüşüyoruz, burada oturmak sizin kadar benim de hakkımdır”
Atatürk “Öyleyse biz kalkalım” dedi. Sofradaki bütün heyet ayaklandı, Reşit Galip sofrada yapa yalnız bırakıldı. Reşit Galip, tüm geceyi Dolmabahçe Sarayında bir pencere kenarında koltukta geçirir.
Atatürk sabah uyandığında Genel Sekreterine Reşit Galip’i sorar. Genel Sekreter “Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara’ya gidecek kadar borç para istedi, 25 TL verdik” derler.
1932 yılı Sonbaharında: Atatürk, Reşit Galip’in Ankara Radyosundaki bir konuşmasını dinler. “Devrimleri her yerde, herkese karşı savunacağız. Gerekirse babamıza ve çocuklarımıza karşı bile” demektedir.
Atatürk, birkaç gün sonra kendisini yine sofraya davet eder. Hemen yanındaki sandalyeye buyur eder. Onun yanına da hocası Esat Mehmet’i oturdur. Ve orada yeni Milli Eğitim Bakanını, 39 yaşındaki Reşit Galip olarak açıklar.
Reşit Galip’in bakanlığı sadece 13 ay sürer. Bu süre içinde: Darülfünunda Üniversite reformunu başlatır. Öğretmenlere genel bütçeden maaş ödenmesini sağlar. Eşi Zübeyde hanım’ın deyimiyle “deli” gibi çalışıyordu ama Atatürk’e çıkışacak kadar ayarsız dili yüzünden her gün işe cebinde istifa mektubu ile gidiyordu. Aslında Atatürk ile araları iyiydi. Bir gün sofradan ayrılırken, Atatürk “Seni eve ben bırakacağım” der. Eve bırakınca, o da saygıdan “Ben de sizi uğurlayacağım Paşam” der. Ama kendisinin arabası olmadığından, yürüyerek uğurlar, o gece soğuktan hastalanır ve zatürre olur.
Dinlenmesi tavsiye edilir, Ekim 1933 tarihinde görevinden ayrılır. 1934 yazında, İstanbul Moda’daki deniz kazasında kızını kurtarmaya çalışırken, akciğerlerini hepten üşütür. Mucize eseri kurtulduğu bu kazadan sonra, ölümü bekleyerek hastalığını takip etmeye başlar. Ankara Keçiören’deki bağ evinin kütüphanesine demir yatağını taşıtır, 7 ay kitaplarının arasında yatar. 1934 tarihinde 41 yaşında hayata veda eder. Öldüğünde cebinde 5 TL parası vardır.
Evet: uzunca bir zaman, her sabah okul öğrencilerini güne başlatan “TÜRKÜM DOĞRUYUM ÇALIŞKANIM” andı, işte Reşit Galip tarafından 23 Nisan 1933 günü kaleme alınmıştır.
Futbolla yatıp futbolla kalktığımız bu günlerde, ülkemizde futbol olayının nasıl doğduğu ve nasıl geliştiği hakkında kısa bir yazı;
Ülkemizde ilk futbol takımının, bir karma takım olarak İzmir’de kurulduğu biliniyor.
İzmir’de ilk kurulan futbol takımı: 1894 yılında, şehirde ikamet eden La Fontaine ailesinin ileri gelenleri tarafından, diğer İngiliz aileleri ile birlikte kurulan “Bournabat Football and Rugby Clup” dür. (diğer ismi: “Football Club Smyrna” dır. )
Böylece: ülkemizdeki ilk futbol müsabakası: İzmir’de İngilizler arasında oynandı. 1900 yılında, İzmir’de Rumlar, Panionios futbol kulübünü kurdular. Bunu: yine Rumlar tarafından kurulan Apollon futbol kulübü ve Ermeniler tarafından kurulan Pelops futbol kulübü izledi.
İzmir’de kurulan bu karma takım, 1897 yılında İstanbul’da kurulan bir karma takım ile İstanbul’da bir maç yapar ve bu maç, tarihe ülkemizde yapılan ilk müsabaka olarak kayıtlara geçer.
İzmir’de kurulan ilk Türk futbol kulübü: 1912 yılında kurulan Karşıyaka ve 1914 yılında kurulan Altay futbol kulüpleri olmuştur. 1923 yılında Altınordu ve 1925 yılında Göztepe kuruldu.
İstanbul:
İzmir’de futbolun öncülüğünü yapan İngiliz James La Fontaine: 1889 yılında İstanbul’a yerleşir. Onun gelmesiyle, futbol İstanbul’da gelişmeye ve öne çıkmaya başlar.
İstanbul’da yaşayan özellikle İngilizler ve Rumlar, futbola aşırı ilgi göstermişler ve birçok futbol kulübü kurmuşlardır.
İstanbul’da kurulan ilk futbol kulübü: 1895 yılında; İngiliz James Lafontaine ve Horace Armitage tarafından kurulan “Cadıkeuy Football Club” (Kadıköy Futbol Kulubü) dür. Takım oyuncuları İngiliz ve Rumlardan oluşmaktadır.
Ancak: bu ortaklık bir süre sonra bozulmuş, İngilizler “Moda Futbol Kulubü” ve Rumlar ise “İmogene (bu isim İngiliz Büyükelçiliği yatının ismidir) ve Elpis Futbol Kulüpleri” ni kurmuşlardır.
İlk Türk Futbol Kulubü:
Bu karma takımlar dışında, ülkemizde kurulan ilk futbol takımı ise: 1901 yılında, İngilizce isimle Hariciye Nezaretinde görevli Reşat Danyal ve Bahriye Mektebi öğrencisi Fuad Hüsnü Kayacan tarafından kurulan “Black Stocking” (kara çoraplılar) takımıdır. Bu takımın bütün oyuncuları Türk’tür. Takımın isminin niye İngilizce olduğuna gelince, takımı kuranlar, dönemin yasakları nedeniyle, böyle bir yol izlemişlerdir. Niye yasak olduğu konusuna gelince: Hz Hüseyin’i şehit eden Muaviye taraftarlarının onun kesik başı ile top gibi oynadıkları konusundaki dinsel söylentiler nedeniyle, o dönemde futbola gavur işi veya günah olarak bakılmıştır. Bu takım, kuruluş aşamasında, Kadıköy Papazın (diğer ismi: Kuşdili çayırı) çayırında Rumlarla yaptığı ilk maçını 5-1 kaybetti. Ancak, saray hafiyeleri, yapılan bu maçta, bir takımın oyuncularının Türk olduğunu öğrenince, oyuncuların bazıları yakalanarak sürgüne gönderilmiştir. Takımın kurucusu Fuat Hüsnü ise, bir faytona binerek kaçmayı başarmıştır. Fuat Hüsnü: sarayın hafiyelerine yakalanmamak için, İngilizlerin Kadıköy futbol kulübünde “Boby” takma adı ile top oynadı.
İlk Futbol Liginin kurulması:
Ülkemizdeki ilk futbol ligi: İstanbul’da, 1903 yılında, İngiliz James Lafontain tarafından “İstanbul Futbol Ligi” ismiyle kuruldu. Ligin ilk takımları: Moda Futbol kulübü, İmagene ve Elpis Futbol Külüpleriydi.
Bu üç takım, kendi arasında, Kadıköy Papazın Çayırı (günümüzde Fenerbahçe Stadyumunun bulunduğu yer), Göksu çayırı, Küçüksu çayırı arsalarında maçlar yapıyorlardı ve ilk lig şampiyonluğunu: İmogene futbol takımı kazandı. Ancak: futbol seyretmek için toplanan kalabalık kitleler, yetkilileri rahatsız etti. Üsküdar Mutasarraflığı: futbol oynamaya gelenleri takip ederek merkeze rapor sunuyordu. Bunlar, oynanan oyunu “iki tarafına kapı şeklinde kale konulmuş ve çevresine set çekilmiş bir daire içinde, lastikten yapılmış bir topla oynanan oyun” şeklinde tarif ediyorlardı.
Türk futbol kulüplerinin kurulması:
Bu faaliyetler, Sultan Abdülhamit yönetimi ve halkın ilgisini çekince, Türk futbol takımları da kurulmaya başladı.
1905 yılında ise: “Mekteb-i Sultanı” okulunun 10’ncu sınıf öğrencileri: Ali Sami Yen önderliğinde “Galatarasay” futbol kulübünü kurmuşlardır. Galatasaray, ilk Türk futbol takımı olarak tarihe geçmiştir. Galatasaray futbol kulübü, kurulunca, 1906-1907 sezonunda İstanbul Ligine katılarak maçlara çıkmaya başladı.
1907 yılında: Kadıköylü gençler tarafından Fenerbahçe futbol kulübü kuruldu ve 1909-1910 sezonundan itibaren İstanbul Ligine katılmaya başladılar.
1908 yılında ise Vefa ve Beykoz futbol kulüpleri kuruldu.
İstanbul lig şampiyonluğunu, ilk kazanan takım, Galatasaray oldu ve yabancı takımların üstünlüğüne son verdi.
1903 yılında açılan ancak sadece Jimnastik dalında faaliyet sürdüren Beşiktaş kulübü, 1910 yılında futbol takımını faaliyete geçirdi.
Ülkemizde futbol karşılaşması yapmak üzere gelen ilk takım, 1911 yılında, Macaristan Klozsvar takımıdır. Galatasaray takımı, bu takım ile yaptığı maçı 4-2 kazandı.
1911 yılında, Galatarasay, yurt dışında maç yapan ilk Türk futbol takımı olarak bilinir. Takım maç yapmak üzere Macaristan’a gitti.
1923 yılında: ilk Futbol Federasyonu, Yusuf Ziya Öniş başkanlığında, İstanbul’da “Futbol Heyet-i Müttehidesi” adıyla kurulmuştur. Cumhuriyetin ilanının ardından, yabancı takımların faaliyetlerine son verildi.
Ardından FİFA’ya müracaat edilmiş ve 21 Mayıs 1923 tarihinde FİFA’nın 26’ncı üyesi olarak kayıtlara geçmiştir. Aynı yıl, ilk Türk milli takımı da oluşturulmuştur.
İlk milli müsabaka: 26 Ekim 1923 tarihinde, yani Cumhuriyetin ilanından üç gün önce oynanır. İstanbul Taksim Stadında Türkiye-Romanya takımları arasında oynanan bu maç: 2-2 berabere biter. Milli takım bünyesindeki ilk gol: Zeki Rıza Sporel tarafından atılır.
Ardından: 1924 yılındaki Paris Olimpiyat Oyunlarına hazırlanan futbol takımımızı eğitmek için, ilk teknik adam İskoç Billy Hunter ülkeye getirilir.
Türk milli takımının, yurt dışındaki ilk resmi maçı: 1924 yılında Paris Olimpiyat oyunlarında, Çekoslovakya ile yapılan ve 5-2 kaybedilen maçtır.
Takip eden dönemde, ülkemizde illerin şampiyon takımlarının katılımlarıyla yapılan ilk Türkiye futbol şampiyonası, Ankara’da yapılmış ve ilk Türkiye Şampiyonu “Harbiye” futbol takımı olmuştur.
1924 yılında, Sovyetler Birliği-Türkiye maçını yöneten Hamdi Emin Çap: bir milli maçta görev yapan ilk türk hakemi olarak kayıtlara geçer.
1937 yılında, Yuğoslavya-Türkiye maçı 3-1 yenilgimizle sonuçlandı ve II. Dünya savaşının araya girmesiyle, Türk milli takımı, 11 yıl boyunca maç yapmadı.
1947 yılında: “Milli Küme” kurularak şehirlerarası futbol liginin kurulmasına doğru hamle yapıldı. 1950 yılına kadar süren bu ligde: İstanbul liginden ilk 4, Ankara ve İzmir liglerinden ise ilk 2 sırayı alan takımlar, deplesmanlı olarak mücadale ettiler.
1948 yılında, Atina’da Yunanistan-Türkiye milli futbol maçı yapıldı ve takımımız 3-1 yenildi.
1950 yılında, Türk futbol milli takımı, Dünya Kupası finallerine gitmeye hak kazanır. Ancak: Dünya Kupası, Brezilya’da düzenlenir ve ekonomik zorluklar nedeniyle, Türk milli takımı, bu şampiyonaya gidemez.
1952 yılında, Profesyonel futbol ligi kurulur.
1954 yılında: Türk milli takımı, ilk olarak, İsviçre’de düzenlenen “Dünya Kupası” na katılır. Bu katılım da, ilginç olaylara sahne olur. Milli takımımız, İspanya ile eşleşir. İlk maç İspanya-Madrid şehrinde oynanır ve 4-1 yenilgimizle biter. Rövanş, İstanbul’dadır ve milli takım 1-0 kazanır. O dönemde averaj kuralı olmadığından, üçüncü bir maç Roma şehrinde oynanır ve maç 2-2 biter. Uzatma veya penaltı atışı olmaz, kazanan takım para atışı ile belirlenir. Para atışını yapacak kişi ise, top toplayıcı olarak görev yapan ve Franco isimli İtalyan bir çocuktur ve para atışını, Türk milli futbol takımı kazanır ve İsviçre’ye Dünya Kupası finallerine gidilir.
Türkiye Ligi: 1959 yılında “Milli Lig” ismiyle kuruldu ve bu lige 16 takım katıldı. Profesyonel futbol liginin ilk şampiyonu ise 1959 yılında Fenerbahçe’dir.
Değerli okurlar, bu yazıyı yazalı çok zaman oldu ama geçenlerde metro ile Aşti’ye giderken, Maltepe istasyonunun hemen ardından “Anadolu” diye bir anons duydum. Bir süre sonra yıllardır hafızalarımıza “Tandoğan” olarak yazılan meydanın isminin “Anadolu” olarak değiştirildiğini öğrendim. İnanılır gibi değil. Ne kadar düşman olursanız olun ne kadar sevmezseniz sevmeyin, bir zamanlar bu kişinin ismi, bu meydana verilmiş. Elbette kişinin hayat hikayesi ve yaptıkları incelendiğinde, aşağıdaki satırları okuduğunuzda belki siz de meydanın isminin değiştirilmesi konusunda hemfikir olacaksınız. Ama öte yandan, bu şekilde isim değiştirmeler nereye kadar, yani siyasi iktidarlar her değiştiğinde, bu tür isim değiştirmeler olacaksa sanırım bunun sonu gelmez. Burada bir anıdan söz etmek istiyorum. Avrupa’da gezerken, birçok kilise ve katedralin altında bir zamanlar cami bulunduğunu söylemişler ve tepki göstermem üzerine, unutmamak gerekir ki, o camiler de bir zamanlar kilise, katedral olan dini mekanlar üzerine kurulmuştu” derler. Yani, bir şeyi yık, üzerine kendine ait bir şey yap, nereye kadar, isimler için de böyle, sürekli isim değiştir, her siyasi iktidar geldiğinde birçok isim değiştirilir, nereye kadar…….. Bu sorunun cevabını verebilecek sanırım yok.
Evet, şimdi buyrun Tandoğan Meydanına ismini veren ve uzun yıllar bu isimle anılan meydanın isim sahibi “Nevzat Tandoğan” kısa hayat hikayesi………..
Ankara’da, birçok toplu gösteri veya kutlamanın yapıldığı bir yer “Tandoğan Meydanı”. Özellikle: 1 Mayıs 2012 tarihindeki kutlamalar, bir kısım siyasi görüş sahipleri tarafından burada yapılmıştır. Malum diğer bir kısım siyasi görüş sahipleri tarafından yapılan kutlamalar ise, Sıhhiye meydanında yapılmıştır.
Peki: Ankara şehrinin tam merkezindeki bu en büyük alanın yani meydanın, Tandoğan meydanı olarak isimlendirilmesinin nedeni nedir?
Tandoğan ismi, Nevzat Tandoğan isimli bir şahıstan gelmektedir. Nevzat Tandoğan kimdir? İşte, bu sorunun cevabı hakkında, aşağıda sizlere kısa bir bilgi demeti sunuyorum.
Nevzat Tandoğan: 1894 yılında, İstanbul’da doğmuştur. Öğrenimini İstanbul’da sürdürmüş ve son olarak, İstanbul Hukuk Fakültesinden mezun olmuştur.
1914-1918 yılları arasında, öğretmenlik yapar. Daha sonra ise, Emniyet mensubu olarak çalışmaya başlar ve İstanbul Polis Müdürlüğünde, Müdür yardımcısı olarak atanır ve öğretmenlik görevinden ayrılır. 1927 yılına gelindiğinde ise, bu kez “Malatya” valiliğine atanır. İstanbul-Adalar Kaymakamı iken, İsmet İnönü’nün dikkatini çeken Tandoğan; 1929 yılında, “Ankara” valisi olarak görevlendirilir.
Ankara valiliği sırasında, Ankara Belediye Başkanlığını da birlikte yürütür. 18 yıl süren bu görevi, 1946 yılında ölümü ile biter.
Görev yaptığı sürede: ülkede, tek parti yönetimi hüküm sürmektedir. Kendisi ise, despotluğu ve hukuk tanımaz davranışları öne çıkmıştır. Şehirde, evlerdeki en basit hırsızlık olaylarından kaçak inşaat girişimlerine kadar her türlü kanunsuzlukla ilgilenirdi. Şehirde sarhoş dolaşanlara bizzat müdahale ettiği görülmüştür. Birçok konudaki sanıkları, mahkeme salonlarından önce, kendi makamına getirip dinler ve mahkeme öncesinde, kendine göre karar oluştururdu.
Cumhuriyetin ilanının hemen ardından: bozkırın ortasındaki küçük bir kasabanın, büyük Türkiye’nin başkenti bir şehir olma aşamasında yaşananlar da, Nevzat Tandoğan’ın büyük rolü bulunmaktadır. Ancak: oynadığı bu rol: kendisinin günümüzdeki bakış açısına göre, pek hoş görülmeyen bir çok davranışının yaratılmasını da engellememiştir.
En büyük icraatı ise: kendi döneminde, köylülerin, Ankara şehrine girmelerini yasaklamasıdır. Asfaltlı yollara, eşekli köylüleri sokmaz. Kazara bir akasya ağacına çarpan araç sürücüsünü, iyice bir döver.
Özellikle: gazeteler ve gazeteciler konusunda, baskıcı tutumları önem kazanmıştır. Döneminde, gazeteciler büyük baskı altında görev yapmışlar, dönemin tek parti iktidarının faaliyetleri aleyhinde yazı yazılmasına ve haber yapılmasına izin vermez bir tutum sergilemiştir. Haberler incelendiğinde, dönemin iktidarı aleyhine yazı yazan gazeteciler, büyük baskı altına alınmışlar ve çeşitli sıkıntılar yaşamışlardır.
Bir diğer uygulaması ise: sözlerinin içinde bulunmaktadır. 3 Mayıs 1944 tarihinde tutuklanarak huzuruna çıkarılan Osman Yüksel Serdengeçti için söylediği sözlerdir. Bunlar “Ulan öküz Anadolulu. Sizin milliyetçilik, komünizm ile ne işiniz var. Milliyetçilik lazımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse, onu da biz getiririz. Sizin iki göreviniz var. Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek, ikincisi askere çağırıldığınızda askere gitmektir” Bu sözlerin arkasında: bütün yetkinin sahibi olduğunu düşünen, kendisini devlet sayan bürokratik anlayış bulunmaktadır. Yazının başında da söz ettiğim gibi, bu sözler, aynı zamanda Nevzat Tandoğan’ın despot anlayışını ortaya koymaktadır.
Bunun dışında: yine aynı dönemde, Kastamonu şehrinde zorunlu ikamette iken, İsparta şehrine sürgün edilen ve bu yüzden Çankırı üzerinden Ankara’ya getirilen Said-i Nursi’yi, 13 Ekim 1943 tarihinde makamına getirterek, zorla “şapka” giydirmeye çalışmasıyla hatırlanır. Bunun üzerine, hiç beddua etmemesiyle tanınan Said-i Nursi’nin, Nevzat Tandoğan’a hitaben “başından bulasın” şeklinde beddua ettiği söylenir. Hatta: intihar etmesini, bu sözler ile bağdaştıranlar da yok değildir.
Evet, Nevzat Tandoğan’ın, Ankara şehrindeki bu 18 yıllık: bir kısım insan tarafından yerinde görülen, bir kısım insan tarafından ise tenkit edilen bu valilik ve belediye başkanlığı görev süreci: 9 Temmuz 1946 tarihinde, intihar etmesiyle son bulur. İntihar etmesine neden olaylar zincirinin temelinde: 16 Ekim 1945 tarihinde, Ankara-Samanpazarı semtinde, Neşet Naci Arzan isimli ve büyükelçiliklerin doktoru olarak bilinen ve tanınan şahsın, muayenehanesinde vurularak öldürülmesiyle bulunmaktadır.
Şöyleki: bu olayda, cinayeti işleyen ve kendisinin: Robert Kolejden sınıf arkadaşı olan ve aynı zamanda dönemin Genelkurmay Başkanının oğlu olan Haşmet Orbay’ın bizzat korunması ve para karşılığında cinayetin bir başkası, yani Reşit Mercan tarafından üstlenilmesine aracılık etmesidir.
Bu durum ortaya çıkınca, mahkemeye tanık olarak çağırılan Tandoğan, sanık olarak ifade vermeye başlar ve bu durumu onuruna sığdıramaz ve aynı gün intihar eder. Bir diğer varsayıma göre: onur’dan öte, mahkemeden ceza alma riskinin ortaya çıkmasıdır. En son varsayım ise, kendisinin öldürülerek intihar ettiği savı ortaya atılmış veya intihar etmesi yönünde baskı yapıldığıdır.
Çünkü: tüm bu olayların altında, Tito yönetimindeki Yuğoslavya’da bulunan Bosnalı Müslümanlar için halktan toplanan ve akibeti meçhul olan büyük bir para meblağının bulunmasıdır. Çünkü, bu paranın, öldürülen doktor tarafından muhafaza edildiği ve cinayetin bu paranın paylaşılmasındaki anlaşmazlık sonucu yaşandığı da söylenir.
Sonuç olarak: Nevzat Tandoğan, 18 yıl boyunca, Ankara şehri ve şehrin gerek görünümü ve gerekse huzuru için sürekli mücadele etmiş birisi olarak gündeme gelmektedir. Ama, bu mücadelesinde: kimileri için sert, baskıcı ve otoriter tutumu ile olumsuz bir kişilik ortaya koymuş, kimilerine göre ise, Ankara için Cumhuriyetin hemen ardından, bozkırın ortasında bir başkent yaratılmasında büyük emeği geçmiş birisidir. Bugün, Ankara Tandoğan Meydanından geçerken ve hatta Tandoğan Meydanında yapılan bir gösteriyi izlerken veya katıldığınızda, bu insanın hayatından küçük bir kesiti yansıtan bu satırları hatırlamanız dileğiyle.
Son bir not: ben, Tandoğan Meydanı denildiğinde, öncelikle, burada uzun yıllar bulunan bir heykelli havuzu hatırlıyorum. Üzerinde gayet güzel heykeller bulunan bu havuz, bir süre önce, Tandoğan Meydanındaki yerinden sökülerek meçhule doğru yola çıkmış ve uzun süre akibetinden haber alınamamıştır. Ancak, benim gibi bu havuzun akibetini merak edenleriniz varsa; bu havuzu hatırlayanlarınız varsa, havuz, halen “Cer Modern Müzesi” yani Sıhhıye semtindeki Ankara Adliyesinin arkasında bulunan Cer Modern Müzesinin bahçe bölümünde duruyor. Buraya gidip, havuzu görebilirsiniz, ben tesadüfen, Cer Modern Müzesini gezmeye gittiğimde, raslantı sonucu bu havuzun oraya yerleştirildiğini gördüm.
Halen çalışmakta olan en eski saat, İngiltere Salsbury Katedralindeki akrep ve yelkovanı olmayan saattir ve 1387 yılı yapımıdır. Bu saat kule saatlerinin en eskisi olarak bilinir. (Bazı kaynaklar, 1335 yılında, Milano’da günümüzdeki kule saatlerine benzer saatlerin yapıldığını belirtmektedir.)
Bu saat, sadece zamanın belirli bölümlerinde zil çalması için tasarlanmıştır. Çünkü: Avrupa’da mekanik saatler ilk olarak rahipler tarafından, belirli saatlerde dua etmek için tasarlanmıştır.
1511 yılında, çilingir Alman Peter Henilein, tarihte bilinen ilk kurmalı mekanik saati üretir. Saatte ağırlıkları bir zemberekle değiştirerek, saati taşınabilir hale getirdi.
1550’li yıllarda saat üretiminde etkin olan Alman ve Fransızlar yanında, 1575 yılında İngiliz ve İsveçlilerde üretime başlarlar.
1556 yılında, Osmanlılarda ilk mekanik saat yapımı söz konusudur. İlk mekanik saat, İstanbul Rasathanesinin kurucusu ve Sultan III. Murad’ın müneccimbaşı astronom Takiyüddin tarafından yapılmıştır.
1571 yılında, İngiltere’de Robert Dudley tarafından yapılan bir kol saati Kraliçe Elizabeth I’e hediye edilmiştir.
Mekanik saatler gelişip küçülünce, 1600’lü yıllarda cep saatleri üretilir. Saatin kadranına dakikalar çizildi ve saate yelkovan eklendi.
1610 yılında, Dünyanın ilk saatçiler derneği, İsviçre Cenevre’de kuruldu.
1656 yılında, ilk sarkaçlı saat üretildi. Balans yaylı ilk cep saati, 1650’li yıllarda Robert Hooke tarafından yapıldı.
1660’lı yıllarda yapılan teknik gelişmelerle, saatin günde birkaç saat geri kalması önlenmiş ve sadece birkaç dakika geri kalması sağlanmıştır. 1670 yılında, İngiliz saatçi William Clement, sarkacın boyunu kısaltarak, saniyelerin de sayılabilmesini sağladı.
1675 yılında, İngiltere kralı, yeleğine saat cebi diktirerek, buna yerleştirdiği saat ile halkın önüne çıktı. 1721 yılında yapılan saat, sadece birkaç saniye aksıyordu. 1761 yılında, John Harrison tarafından yapılan saat, günde saniyenin sadece beşte biri kadar şaşıyordu.
Dünyada ilk kol saati, 1810 yılında, Napoli Kraliçesi için Abraham Louis Breguet tarafından yapılmıştır.
1840 yılında yapılan ilk pilli duvar saatinde, yay ve sarkaç vardı ve bu saatte kadranların çalışması, elektrik akımı yani pille sağlanıyordu.
1850 yılında, Amerika’da ilk kez, seri saat üretimine başlandı.
Avrupa’da ilk kol saati, 1868 yılında yapılır ve 1880 yılında, Alman denizcilere dağıtılarak kullanımına başlanır. Bu gelişmiş yeni tarzdaki saat, İsviçreli saat üreticisi Patek Philippe tarafından üretildi. Philippe tarafından modern konseptte üretilen ilk İsviçre kol saati, 13 Kasım 1876 tarihinde Macaristan’da Kontes Koscowicz’e satıldı.
1893 yılında, Londra’da Garsin Şirketi, saatler için küçük kemerler tasarımı patentini aldı. Bu durum, erkek kol saatleri için bir pazarın ortaya çıkışını sağladı. 1880’lerde, İngiliz Ordu mensupları, sömürge askeri kampanyalarında kol saati kullanmaya başladılar. Özellikle 1885 yılındaki Anglo-Burma savaşında bunlar görüldü. Bu savaş sırasında, asilere karşı saldırılarda birliklerin hareketlerini koordine ve senkronize etmekte kol saatleri kullanıldı ve sonradan kol saatleri subaylar arasında yaygınlaştı. Mappin Webb şirketi, askerler için saat üretimi kampanyaları başlattı. 1898 yılındaki Sudan savaşında, saat üretimi hızlandı.
1904 yılında, tanınmış saatçi Louis Cartier, pilot arkadaşı Alberto Santos’un isteği üzerine kola takılan ilk saati hazırladı ve bu saat piyasada büyük rağbet görür. Fransa’da yaşayan Brezilya’lı pilot Alberto Santos’un uçmak en büyük tutkusuydu. Ancak, o yıllardaki köstekli saati uçuş sırasında kullanması imkansızdı, çünkü hem iki eliyle uçağı kullanmak hem de cebinden çıkarması gereken saate bakamıyordu. Öte yandan, havada zamanı öğrenmesi de gerekiyordu. Bunun üzerine, Cartier, saat yapımcısı Edmond Jaeger’in yardımıyla ilk kol saatini hazırladı. Pilot Santos, yeni bir rekor kırdığı uçuşu sonrasında, uçaktan çıkarken bunu gören kalabalık izleyici topluluğu saati çok beğendi ve bir anda Cartire’e saat siparişleri yağmaya başladı ve böylece Cartier markası ortaya çıktı.
1905 yılında, Hans Wilsdorf, uygun fiyatlı saatler üretip sunmak için Londra’ya taşındı. Kardeşi Alfred Davis ile birlikte, Wilsdorf&Davis şirketini kurdu. Şirket sonradan “Rolex” ismini aldı. Şirket, kol saatlerinde bir çizgi üretmek için İsviçreli firma Aegler’i kurdu ve 1910 yılında Rolex kol saatleri şirketi, İsviçre’den bir kronometre olarak sertifika alan ilk şirket oldu.
1906 yılında gerçek anlamda pille çalışan ilk duvar saati üretildi.
I.Dünya Savaşında gelişen topçu birlikleri ve topçu ateşi arkasında ilerleyen piyadeler arasındaki senkronizasyonun sağlanmasında kol saatlerinin etkin rolü görüldü ve savaşın ardından kol saati hakkındaki kamu algıları değişti ve savaş sonrası dönemde kitle pazarı açıldı. İngiliz savaş departmanı, 1917 yılında, askerler için kol saati çıkarmaya başladı. Savaşın sonunda neredeyse tüm erkeklerin bir kol saati vardı ve terhis edildikten sonra da kol saatlerini kullanmaya başladılar.
1923 yılında, kol saatinin boyutları küçülür ve halk arasında yaygın olarak kullanılmaya başlanır.
1930 yılında kendinden kurmalı ilk kol saati John Harwood tarafından icat edildi.
1952 yılında, kurulmayan ve pille çalışan ilk saat piyasaya girdi ve kurmalı saatin ulaştığı dakiklikle zirve yaptı.
1960 yılında ilk kuartz saat piyasaya girer. İlk elektronik saat, Seiko firması tarafından üretildi.
1961 yılında ilk kol saati uzaya gitti.
1969 yılında saat teknolojisinde devrim niteliğinde bir gelişme oldu. Denge çarkının yerine, kuvars kristal rezonatör güçlü bir pil tarafından yönlendirilen devre kullanılarak ilk elektronik saatler yapıldı ve 1969 yılında, Amerika’da Pulsar markasıyla elektronik saatler üretilmeye başlandı.
1974 yılında Led ekranlı ilk digital saat üretildi ve Omega Mirane Kronometre tanıtıldı.
1982 yılında, İsviçreli Swatch firması, pilli ve ucuz saatler üreterek saat piyasasına girdi.
İlk cep telefonunu bulan kişi, 1973 yılında Martin Cooper’dir. Cooper, Motorola firmasında sistem bölümü müdürü olarak çalışıyordu.
1973 yılında icat ettiği “Motorola DynaTAC” model isimli cep telefonu ile Finlandiya’da ilk görüşmeyi yapmıştır. Ancak bu cep telefonu günümüzdekilerden çok farklı olarak büyük boyutları ve ağırlığıyla dikkat çekiyordu. (850 gr ağırlığındaydı) Bataryası 20 dakikadan fazla dayanmıyordu. 1980’lerde birçok film ve sette, ünlüler tarafından konuşmak için bu telefon kullanıldı.
GSM
1982 yılında, Avrupa Telekominikasyon Standartları Komitesi, GSM (Global System Mobile) oluşturdu.
İlk cep telefonunun üretilmesinden sonra Motorola büyük yatırımlar yaptı ve 1983 yılında Dynatac 8000 modelini piyasaya sürdü. Telefonun boyutlarının hantallığı yanında en büyük sıkıntısı, büyük boy anteniydi. Motorola 1989 yılına kadar, bu cep telefonunu geliştirmek için büyük çaba harcadı ve tuş takımı üzerinde bir kapak bulunan MicroTac9800 modelini hazırladı.
Ericsson, 1987 yılında cepte taşınabilir boyutta ilk cep telefonlarını üretmeye başladı. İlk cep telefonu, 1987 yılında Nils Rydbeck, Lund Ericsson Mobile Telefon Labrotavuarında, Ar-ge başkanı tarafından tanıtıldı. Bunun ismi “Hotlaine Pocket” idi.
1991 yılında, Finlandiya’da ilk Nokia 1011 model telefonlar üretilmeye başlandı ve cep telefonu piyasasında Motorolanın en büyük rakibi olarak piyasaya girdiğinde, ürettiği telefon, Motorolanın telefonundan daha küçük ve hafif olarak ilgi çekti.
1 Temmuz 1991 tarihinde, Finlandiya Başbakanı Harri Holkeri, Nokia tarafından sağlanan ekipmanlarla ilk GSM görüşmesini, GSM operatörü Radiolinja üzerinden yaptı.
Bu iki telefonun piyasaya girmesinden yaklaşık 1 yıl sonra, IBM dünyanın ilk smartphonu yani akıllı telefonu sayılan Simon isimli telefonu piyasaya tanıttı. Bu telefon dokunmatik ekranı ve özel kalemi ile, takip eden süreçteki akıllı telefonların esası sayıldı. Simon’un kökleri, o dönemde Las Vegas şehrinde düzenlenen Comdex etkinliğinde ortaya atılmış ve ilk adı “Angler” olarak belirlenmişti.
1992 yılında ilk SMS, Nokia marka telefon üzerinden gönderildi.
1996 yılında, ilk zil seçeneği olan telefon, 1997 yılında ise Alman Simens markası tarafından ilk renkli ekranlı telefon üretildi.
1999 yılında, Nokia 8810 isimli telefonu piyasa sürdü ve daha önceki modellerle karşılaştırılmayacak kadar hafif ve küçük, antensiz telefon dünya çapında büyük ilgi çekti. Yine aynı yıl, üretilen cep telefonlarına birçok özellik eklenmeye başlandı. Nokia 3210 isimli telefon, tam bir tasarım harikası olarak dünya üzerinde milyonlarca sattı. Aynı yıl, Samsung, cep telefonuna müzik çalar yani MP-3 özellik ekledi. Yine aynı yıl üretilen Nokia 7110 telefonu ise, internete bağlanabilme özelliğiyle öne çıktı.
2000 yılında, telefonlara kamera özelliği eklendi. Kameralı ilk telefon olarak Sharp Sh04 modeli piyasaya sürüldü.
2001 yılında, ilk bluetooth özelliği olan Ericsson T39 ve ardından üretildi.
2002 yılında, Ericsson firması Sony mülkiyetine girdi ve “Sonny Ericsson” olarak anılmaya başladı. T68 kameralı cep telefonu üretildi. Bu telefon yüksek çözünürlük, spor görünüm ve renkli ekranı ile ilgi çekti.
2003 yılında, BlackBerry 6230 cep telefonu üretilmesiyle: e postaları okumak mümkün oldu.
2004 yılında, Motorola RAZR modeli ile, tasarım konusunda devrim yaratan ince ve kapaklı modelini tanıttı. Yine aynı yıl Motorola A845 modeliyle, görüntülü görüşme ve hızlı internet kullanımı sağladı. Telefonun ön yüzünde bulunan kamera ile, insanlar görüntülü görüşmeye başladılar. Yine aynı yıl, bataryalar konusunda büyük ilerleme kaydedildi. Li-ion bataryalar, telefonlar için artık çok uzun bekleme ve görüşme süreleri sunar hale geldiler. Yine aynı yıl, Sonny Ericsson V800 modelini üretti ve bu kapaklı telefon, 3G ile İngiltere’de Vodafon’un amiral gemisi oldu. 1.3 megapiksel kamerası ilgi çekti. 16GB kadar genişleyen hafızası ve Memory Stick Duo kartları okuyabilmesi, öne çıkan özellikleri oldu.
2007 yılında, Nokia’nın N95 modeli, Nokia’nın şöhretin zirvesine ulaşmasını sağladı. Telefon 5 MP kamera, GPS, web tarayıcı ve diğer özellikleriyle önem kazandı.
2007 yılında, Iphone ilk modeli olan İphone telefonu piyasaya sürdü. Bu telefon, özellikleri nedeniyle, cep telefonunun icadı kadar önemli bir yıl oldu ve telefon, kendi kendine açılıp kapanan, kaba ve yavaş açılan bir telefon olmaktan çok öteye gitti.
TÜRKİYE’DE CEP TELEFONU
Türkiye’deki ilk cep telefonu Motorola modelidir. Büyüklüğü, 1 litrelik süt kutusuna eşit bu telefonu kullananlar, büyük bond çantalarda taşırlardı.
Türkiye’de ilk GSM operatörü, Mart 1994 tarihinde hizmet vermeye başlayan Türkcell dir. Aynı yıl, yaklaşık 2 ay sonra Telsim (günümüzdeki ismiyle Vodafon) ve Mart 2001 tarihinde Avea devreye girdi. Böylece Ericsson şirketinin GH serisi telefonlar ülkemize girmeye başladı. Ardından Nokia, Türkiye pazarına girdi, kullanıcı ve telefon sayısında büyük artış oldu.
Türkiye’de ilk cep telefonu görüşmesi: 23 Şubat 1994 tarihinde, dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i aramasıyla gerçekleştirildi.
Türkiye’de ilk SMS, 1995 yılında gönderildi.
Metal kalıplar kullanılarak yapılan en yaygın teneke oyuncaklar arasında Müstecip Baybörü tarafından üretilen Gürel oyuncakları, 1950’li ve 60’lı yıllarda oyuncak dükkanlarının vitrinlerini renklendirdi.
Sonraki yıllarda ise teneke oyuncakların yerini plastik oyuncaklar ve pelüş bebekler aldı. Bunların arasında Fatoş Oyuncaklarının seçkin bir yeri vardır.
Fatma İlhan, çocuğunun; 1. Yaş gününde armağan olarak gelen oyuncak kediden korktuğunu görünce, sevimli hayvan figürleri üretmeye karar verdi. Böylelikle Fatoş Oyuncakları doğdu. Türk oyuncak tarihinde ilklerin öncüsü olan Fatoş Oyuncakları, 1971 yılından beri çocukların en yakın arkadaşı olmuştur. Fatoş Hanımın ürettiği sevimli figürler, 1980’li yıllarda ithal oyuncaklara yenik düştü.
Dünya oyuncak tarihinde Lehmann olarak bilinen ve en gözde antika oyuncaklar arasında yer alan teneke figürler, Ernst Paul Lehman tarafından 1881 yılında Brandenburg, Almanya’da kurulan fabrikada üretilmeye başlanmıştır. Bir düş gezgini olarak ünlenen Paul Lehmann, tasarladığı oyuncaklara toplumların sosyal, ekonomik ve kültürel yapılarını yansıtmıştır.
Lehman oyuncaklarının ünlü logosu, teneke oyuncak preslenesinde kullanılan metal bir aletin içinde, Ernst Paul Lehmann ın baş harflerini içeren bir figürdür.
Paul Lehmann ürettiği oyuncaklar arasında, bir tanesi dışında, kendi kimliğine yer vermemiştir. İnatçı, kararlı ve sert karakterini yansıttığı için sadece “İnatçı Katır” olarak adlandırdığı at arabasını kendisiyle özdeştirmiş ve “İşte bu benim oyuncağım” demiştir. Lehmann’ın evinin ön cephesindeki İnatçı Katır oyuncağının kabartması, onun bu figüre duyduğu sempatinin kanıtıdır.
1800’lü yılların sonlarında, Avrupa’da yaygınlaşmaya başlayan otomobiller kent trafiğini etkilemeye başlayınca, bu araçlarda korna ve sinyal kullanımı zorunlu kılınmıştır. Bu uygulamadan esinlenen Lehmann, sürücü korna yerine borazan kullanan sinyalli bir oyuncak araba tasarlamış ve ona dilimizde düt düt anlamına gelen “TUT TUT” adını vermiştir. Tut tut, gövde altında keçi derisinden yapılmış bir körük sayesinde korna çalan ilk sesli Lehmann oyuncağıdır.
Çocuklar ilk Barbie bebeklerle, 1959 yılında, New York’da açılan bir fuarda tanışmışlardır. Barbie, Mattel oyuncak fabrikasının kurucusu Elliot Handlerr ve karısı Ruth tarafından tasarlanmıştır. Barbie bebekler, 1953 yılında Almanya’da piyasaya çıkan Lilli Bebekten esinlenilerek yapılmıştır. Handler’ler ürettikleri oyuncağa kızları Barbara (Barbie) nin ismini vermişlerdir. Barbie bebekler dünyada en fazla satılan oyuncaklardır. Bir diğer ifadeyle, eğer üretilen tüm Barbie’leri uç uca eklemek mümkün olsaydı, oluşacak bebek zinciri dünyanın çevresini 3.5 kez dolaşacak uzunlukta olacaktı. Son 40 yılda Amerika’da ki kız çocuklarının % 90’ının en az bir tane Barbie bebeği olmuştur.
Noel Baba, Amerikalı şair Clement Clarke Moore (1779-1863) tarafından yazılan bir şiirden doğmuştur. Amerikalı ressam Thomas Nast (1840-1902) şairin dizelerinden esinlenerek Noel Baba’nın resmini yapar ve onu Ren geyiklerinin çektiği bir kızağa oturtur. O tarihten beri, Yılbaşı kutlamalarının vazgeçilmez bir parçası olan Noel Baba çocuklara yıllardır oyuncak taşımaktadır.
1962 yılında J.F.Kenedy’nin ilk oyuncağını yapan Pascal Karnar, yaklaşık 20 yıl sonra yalnız çirkin ama çok sevimli bir uzay oyuncağı tasarlar ve adını E.T. koyar. İsim “Dünya dışından” kelimelerinin baş harflerinden alınmıştır. ET kısa zamanda çocukların sevgilisi olur ve oyuncak vitrinlerinde yerini alır. Hayranlarının karşısına 1982 yılının Haziran ayında bir film kahramanı olarak çıkan ET’nin oyuncağı dünya çapında bir üne kavuşur. ET’ye gösterilen yoğun ilgi sonucunda toplam 20 fabrikada üretim yapan Karnar Oyuncak Şirketi, bu sayıyı üçe katlayarak 60 fabrikaya yükselir. JC Penny Mğazası tarafından verilen ET siparişini taşımak için, 4 adet Boing 747 Jumbo Jet uçağı kullanılmıştır. Dev yolcu uçağının pencerelerinden dışarıya bakan binlerce ET oyuncağı yeni sahiplerine kavuşmak için sabırsızlanmaktadır. Aynı yılın sonuna kadar Kamar’ın ET oyuncaklarından 7 milyon adet satılmıştır.
Cebimizde veya cüzdanımızda taşıdığımız, yaşamın en önemli fonksiyonu olan para konusunda küçük ama aslında çok önemli ve gözden kaçan bir ayrıntıyı paylaşmak istiyorum.
Cebimizdeki madeni paralara baktığımızda üzerinde “TÜRKİYE CUMHURİYETİ” ibaresini görebilirsiniz. Ama yine cebimizde veya cüzdanımızda taşıdığımız kağıt paralara baktığımızda ise bu ibarenin “TÜRKİYE CUMHURİYET MERKEZ BANKASI” olarak yazılı olduğu görülür.
Peki bu fark veya farklı yazılım niye, sonuçta her iki tür para da bu ülkede kullanılıyor, üzerine niye farklı ibareler yazılıyor, her iki paranın üzerine de “TÜRKİYE CUMHURİYETİ” yazmak veya yazabilmek niye mümkün olmaz?
Evet, bu soru ile ilgili kısa bir araştırma:
Madeni ufaklık denen metal para basımı, Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü tarafından yapılmaktadır. Kanunen verilen yetki çerçevesinde tedavüle çıkarılacak madeni ufaklık paraların teknik ve sanatsal özellikleri ile dizaynları da aynı kurum tarafından belirlenir ve basımı yapılır.
Banknotlar ise 1958 yılından bu yana Merkez Bankası bünyesindeki Banknot Matbaası tarafından üretilmektedir. Köklü bir birikim gerektiren her türlü tasarım, kalıp ve baskı işlemleri Matbaanın kendi kadro ve olanaklarıyla gerçekleştirilmektedir.
Bu sorunun cevabını ararken bulduğum yanıt: Merkez Bankası, çıkarılan bir kanunla karma yapıda bir anonim şirket olarak kurulmuş ve bu kuruluş aşamasında devletin payı sadece % 15 gibi küçük bir rakamdır ve isminde “Türkiye” ibaresi yoktur. Böylece hisseleri halka satışa sunulan ve çok sayıda yerli ve yabancı ortağı olan, karma bir anonim şirket yapısındadır. Bu şirket tarafından basılan paralara “Cumhuriyet” ibaresinin kurulması, bankanın Cumhuriyet döneminde kurulduğunu ifade etmektedir. Yani ilk kurulduğunda “Cumhuriyet Merkez Bankası” dır ve “Türkiye” ibaresi çok sonradan eklenmiştir.
Peki niye “Cumhuriyeti” değil de “Cumhuriyet”
Çünkü, devlet payı sadece % 15 olduğu için, devlete aidiyeti gösteren “İ” harfi ilave edilmemiş ve “Cumhuriyet” olarak kullanılmıştır.
Yani: Merkez Bankası, kağıt paralarımızı yani “Türk Lirasını” basmasına rağmen “TÜRKİYE CUMHURİYETİ”ne ait değildir, karma yapıda bir anonim şirkettir. İyi de bu karma yapıdaki anonim şirketin, devlet dışındaki hisseleri kime aittir?
Sorudan soruya……………….
Yine yaptığım araştırmaya göre, devletin payı bir hayli yükselmiştir. Hatta yine aldığım bilgiye göre, Merkez Bankasında Hazinenin payı % 51 ve Ziraat Bankasının payı % 21 imiş. Yani toplamda: % 72, peki iyi de kalan % 28 nerede? Bu sorunun cevabı olarak herkesin payı var şeklinde bir yanıta rastlanıyor. Yani, Merkez Bankası kararlarında bu irili ufaklı paydaşların da sözü geçiyor denilebilir. Öte yandan bu irili ufaklı paydaşların kimliği asla açıklanmıyor.
Sonuç: “Merkez Bankası bizim mi?” bu sorunun yanıtı hem net, hem değil. Ama eğer bizimse niye paraların üzerinde “TÜRKİYE CUMHURİYETİ MERKEZ BANKASI” yazmaz, bence bu soruna bir çözüm bulunmalı, belki devlet Merkez Bankasının % 72 değil, tüm hisselerini satın almalı?
28 Temmuz 1933 günü: Cumhuriyet gazetesinde yazılı bir habere göre: Amerika-Chicago’da bulunan Vanderbit Üniversitesi profesörlerinden Kirk Landın: labratuvarında çeşitli denemeler sonucu Meksika kökenli kırmızı renkte yeni bir çiçek elde etmiştir.
Profesör bu yeni çiçeğe isim ararken: daha önce Tarsus Kolejlinde Atatürk ile tanışmış ve ondaki tabiat bilgi ve ilgisine hayran olan bir diğer profesör olan arkadaşının önerisiyle, bu yeni çiçeğe “Atatürk Çiçeği” ismini vermiştir.
Bu öneri: dünya nebatat dairesinde, Atatürk’ün yaptığı çalışmaların anlatıldığı toplantıda, oy birliğiyle kabul edilmiştir.
Ancak, bunun doğruluğu konusunda kanıt bulunmamaktadır. Bir diğer söylenti: dünya çiçek literatüründe “poinsettia” olarak bilinen bu bitkinin, Türkiye’ye geldiğinde büyük önder Mustafa Kemal Atatürk tarafından çok beğenilmesi ve bunun üzerine çiçeğe “Atatürk Çiçeği” isminin verilmesidir.