İstanbul Çengelköy’de: bir saray yavrusunu andıran ve aşı boyası ile çok uzaklardan bile kolaylıkla fark edilen Boğaziçi’nin en muhteşem binası olan bir yapıdan, bir yalıdan daha doğrusu bu yalının hikayesi ilgimi çekti ve bunu okurlarla paylaşmak istedim.
Yalı: 1770 yılında, barok tarzda inşa edilmiş olup, üst kattaki salonu bir Osmanlı otağı şeklinde yapılmıştır. Tavan işçiliği muazzamdır. Salona çıkan merdivenlerin yanında, orkestra için özel yer yapılmıştır. Odalardaki Edirne işi bezemeler, inanılmaz güzelliktedir.
Yalı: Sultan Abdülhamit tarafından, Darüssaade Ağası (yani hadım edilmiş saray görevlisi) Mehmet Ağa’ya verilmiştir. Daha sonra yalı Sadrazam Koca Yusuf Paşa’ya geçer. Koca Yusuf Paşa: yaşlandığından sadrazamlıktan ayrılmak isteyince, Sultan III. Selim tarafından 1805 yılında azledilir. Osmanlı tapu kayıtlarında yani Bostancıbaşı defterinde: yalı Yusuf Paşa’nın karısı Hanife Hatun’un mülkü olarak görülür. Daha sonra: Hanife Hatun’un kızı Emine hanım: Kaptan-ı Derya Seydi Ali Paşa ile evlenir ve bu yalıda otururlar. Seydi Ala Paşa ölünce, eşi ve oğlu Hamdi Paşa yalıda oturmayı sürdürürler. Oğul Hamdi Paşa: Berberbaşı Hüseyin Ağa’nın kızı Fatma Rehna hanım ile evlenir. Bu arada, Hamdi Paşa; Bağdat Valisi olur. Ancak Hamdi Paşa: bir sarrafa borçlanıp borcunu ödeyemeyince, yalıyı satışa çıkarır ve yalı: Ayaşlı Esad Muhlis Paşa tarafından satın alınır. Muhlis Paşa: öldüğünde ise, yalı 1872 yılında oğlu Sadullah Paşa’ya miras kalır.
Sadullah Paşa:
Sultan V. Murat ve Abdülhamid dönemlerinde görev almıştır. Zamanın kültür, sanat camiasının yakından tanıdığı bir isimdir. Tanzimat edebiyatının ünlü bir ismidir. Farsça, Fransızca ve Almanca biliyordu. Hatta: Sultan V. Murat: Sadullah Paşa’yı tahta çıkışının ardından, özel kayığı ile saraya getirtmiştir. Paşa: Osmanlı hükümetinin çeşitli kademelerinde çalıştıktan sonra: 1877 yılı Osmanlı-Rus Savaşının ardından imzalanan Ayestefanos Antlaşması ve Berlin Kongresine, Osmanlı imparatorluğunun temsilcisi olarak katılmıştır. Ancak: Abdülhamit döneminde: Sadullah Paşa’nın durumu farklılaşır. Çünkü Abdülhamit, zekadan çok sadakata önem veren bir kişiliktedir. Sultan V. Murat’ın gözdesi olan ve jurnalcilerin kurbanı olan bu adama güvenmemiş ve görevden almıştır. Ama halk tarafından çok sevilen Paşa’yı ortada bırakmamak için bir tür sürgün olarak Viyana şehrine, sefir olarak görevlendirmiştir. Çünkü Sultan V. Murat’ı tekrar başa geçirmek isteyenlerden olduğuna inanmaktadır.
Sadullah Paşa: Viyana’da kaldığı sürece, Sultan Abdülhamit, İstanbul’a dönmesine izin vermez. Bu arada: Sadullah Paşa, sefarethanede çalışan genç bir hizmetkar ile gönül ilişkisine girer ve kız hamile kalır. Gerek İstanbul özlemi ve gerekse kızın hamile kalması, Paşa’yı bunalıma sokar ve 1891 yılında Viyana şehrinde havagazı ile intihar ederek ölür. Cenazesi, oğlu Nusret Sadullah’ın hazır bulunduğu devlet erkanı ile İstanbul’a getirilerek Sultan II. Mahmut’un haziresine gömülmüştür. Paşa’nın İstanbul’da Çengelköy’deki yalısında yaşayan eşi Necibe Hanım, haberi duyunca aklını kaçırır. Ölüm haberini aldığı gün: gençliğinde giydiği ve Paşa’nın çok beğendiği pembe elbisesini giyerek, yalının bahçesinde Paşa’nın dönüşünü beklemeye başlar. Kimseyle konuşmadan, yıllarca pembeler içinde, yalıda Paşa’nın dönmesini beklemiş ve 1917 yılında ölmüştür. Necibe Hanım ölünce, oğulları aile açısından iyi anıları olmayan bu yalıyı.
Uzaktan akrabaları mimar ve aynı zamanda Cumhuriyet döneminin ilk İçişleri Bakanı olan Ferit Tek’e satarlar. Ferit Tek, yalının bir kısmını restore ettirir ve bu arada selamlık bölümünü yıktırır, harem bölümü muhafaza edilir. Ferit Tek ölünce kızı Türkolog Emel Esin, miras yolu ile yalının yeni sahibi olur. Dr Emel Esin, 1914 yılında İstanbul’da doğmuştur. Annesi Müfide hanım, dönemin kadın yazarlarındandır. Esin, önemli bir akademisyen olmuş ve Paris Üniversitesinden sanat tarihi doktoru ünvanı almıştır. Önce bir Mısır pransi ile, 1941 yılında ise Büyükelçi Seyfullah Esin ile Tokyo şehrinde evlenmiştir. “Tek-Esin” vakfını kuran ve çocuğu olmayan Esin hanım: yalıyı kendi adıyla kurduğu bu vakfın mülkü haline getirmiştir. 1987 yılında Emel Esin ölünce: bina Vakıftan, vakıf masraflarının karşılanması için Ayşegül Nadir’e kiralanır. Ayşegül Nadir: bu tarihi yalıda yaşarken, bahçede bulunan tarihi bir Kur-an yüzünden, tarihi eser kaçakçılığı ile suçlanır ve Türkiye’den kaçarak ayrılır, ardından Fas’ın Marakeş şehrinde yaşamaya başlar.
Sonraki yıllarda yalıyı satın alan kişiler: yalının bahçesinde ve koridorlarında, pembe elbiseli bir kadın hayaleti gördüklerini iddia etmişler ve sahip oldukları yalıyı en kısa zamanda elden çıkarmışlardır. Yine söylentilere göre: Necibe Hanım, yalıda, pembeler içinde hala Paşa’nının dönmesini beklemektedir.
Gelelim Sadullah Paşa’nın çocuklarına:
En büyük çocuk Asaf Bey: devletin birçok kademesinde çalıştıktan sonra 1896 yılında Berlin sefaretinde çalışmaya başlamış, babası gibi burada bir gönül macerası yaşamış ve ardından intihar etmiştir.
Küçük oğlu Ragıp Bey: eğitimini Almanya’da tamamlamış, Alman ordusunda görev yaparken, Osmanlı ordusuna katılmak için dilekçe vermiş, dilekçesi kabul edilmiş ancak daha sonraki durumu hakkında bilgi yoktur.
Diğer oğlu Nusret Sadullah Ayaşlı: Sadullah Bey’in cenazesinde hazır bulunan bu oğlu: uzun süre devlet hizmetinde çalışmış, çeşitli yerlerde büyükelçilik yapmış, Kavalalı Mehmet Ali Paşa ailesinden Prenses Rukiye Halim ile evlenmiş, 3 çocukları olmuş, ardından evlilik bir süre sonra bozulmuş ve ayrılmışlardır. Ardından Sadullah Ayaşlı, 1930 yılında Münevver Ayaşlı ile evlenmiş ve ölene kadar onunla evli kalmıştır.
Kızı Nazlı Hanım: evlenip 4 çocuk sahibi olmasına rağmen, bir türlü mutlu olamamış, evliliğini bitirmiş ve hayata küsmüştür.
Son olarak, restorasyonu yapılan yapı: Adalet Bakanlığına verilmiştir.
Razgart kasabası, Osmanlı döneminde “Hezargrad” olarak bilinir. Bulgaristan’ın Deliorman olarak isimlendirilen, Türk bölgesindeki bir şehirdir. Tuna nehrinin 80 km. güneyinde bulunur. Kırcali’den sonra, Türk nüfusun en yoğun olarak yaşadığı bir Bulgar şehridir. Buradaki Türk nüfus, resmi rakamlara göre % 30 civarındadır. 1530 yılında yapılan İbrahim Paşa Camisi, İstanbul hariç, Avrupa’nın en büyük camisidir.
Bulgaristan’ın Razgart kasabasında, yoğun olarak Türkler yaşamaktadır. Buradaki Türk mezarlığı: 17 Nisan 1933 tarihinde, Bulgar “Rodna Zaştita (Vatan Savunması)” adlı bir örgüt üyesi, çoğu lise öğrencisi olan, elleri kazmalı-baltalı yüzlerce genç tarafından vahşice tahrip edilir. Bunlar: önce, mezarlık bekçisinin kulübesini yakıp tutuştururlar, bu alevlerin ışığında da, parmaklıkları ve duvarları yıkarak, mezarlığa dalarlar, taşları parçalarlar ve birçok kabirden çıkardıkları cesetleri, kemikleri çevreye saçarak kaçarlar. Bu sırada, büyük bir heyecan ve korku içinde, evlerinden çıkan ve yardım isteyen, mezarlık çevresinde yerleşik Türkler, başvurdukları Bulgar makamlarının hiçbir yardımını görmezler.
Olay Türkiye’de duyulur. Bunun üzerine, İstanbul gençliği harekete geçer ve Milli Türk Talebe Birliği öncülüğünde; protesto mitingleri düzenlenmek istenir, ancak bu konudaki müracaat, resmi makamlarca kabul edilmez.
Bunun üzerine, gençler, 20 Nisan 1933 günü, saat: 17.00’de, gençler, beşer-onar kişilik kafileler halinde, Maçka’daki Bulgar Konsolosluğu önünde toplanırlar. Bu saatte, çevredeki Şişli Terakki ve Fevziye Liselerinin de dağılması ve o okulların öğrencilerinin katılması ile, kalabalık sayısı hızla artar.
Toplulukta, özellikle: Tevfik İleri, Cihad Baban, Lebib Yurtoğlu gibi liderler bulunmaktadır.
Milli Türk Talebe Birliği başkanı Tevfik İleri’nin yaptığı heyecanlı konuşma sırasında, emniyet kuvvetleri kalabalığa müdahale ederler ve gösteri dağıtılır. Ancak: topluluk üyesi gençler, ara sokaklardan ve çeşitli caddelerden ilerleyerek, Feriköy’deki Bulgar mezarlığına giderler. Kısmen duvarı aşarak, mezarlığa girerler. Ancak, misilleme olarak mezarlığı tahrip etmezler, çelenk koyarak oradan ayrılırlar. “Bulgarlar, bizden insanlık ve medeniyet dersi alsınlar. Biz, ölülere hakaret değil, böyle hürmet ederiz” diyerek, içinde bulundukları ruh halini ortaya koyarlar.
Biraz öncede söylediğim gibi, gösterilerin resmi makamlardan izinsiz olarak düzenlenmesi nedeniyle, olaya karışan 80 öğrenciden tutuklanan 23 tanesi, yargılamalar sürerken çıkarılan genel aftan yararlanarak, serbest bırakılırlar.
Bu olayın sonucunda: düşündüklerim şunlar. Bu olayların olduğu dönemde, Atatürk sağ idi. Bu olay: toplumda milli birlik ve beraberlik şuurunun yaratılması, özellikle gençlerin, yasak olmasına rağmen bu tür milli birlik ruhunu sergilemeleri öne çıkmaktadır.
Vagon-Li (Wagons-Lits) şirketi: 1872 yılında, Belçikalı Georges Nagelmackers tarafından kurulmuştur. Avrupa’da, ilk kez, yataklı ve yemekli vagonları, uzun yol için kullanırlar. 1883 yılında, ünlü Doğu Ekspresi ile Paris-İstanbul seferlerini yapmaya başlarlar. 1892 yılında ise, bu Doğu Ekspresi yolcularının konaklaması için, İstanbul-Pera’da, “Pera Palas” yaptırılır.
Evet, yıl 1933. Biraz önce de söylediğim gibi, “Wagon Lits” isimli Fransız şirketinin, İstanbul-Pera ve Karaköy’de iki ofisi bulunuyor. Şirket, Osmanlı döneminden, o güne kadar, yataklı ve yemekli vagonları işlettiğinden, Fransız-Türk’lerden oluşan, karışık personeli bulunmaktadır. Ancak: günümüzde olduğu gibi, Fransızlar, o dönemde de, kendi dillerine büyük önem verdiklerinden, her yerde Fransızca konuşmaktadırlar.
Bu arada: 22 Şubat 1913 tarihinde, Beyoğlu’ndaki bu şirketlerinde, bir gün, orada çalışan Naci Bey isimli Türk memurlardan biri, büyük bir hata yaparak, telefon açtığında, Türkçe konuşur. Bunu duyan Belçikalı Şirket Müdürü Jannoni ise, bu memuru, yanlızca Türkçe konuşması nedeniyle, 25 kuruş para cezası ve 15 gün işten uzaklaştırarak ceza verir.
Haberin 25 Şubat 1933 günü, gazetelerde yayınlanması üzerine, halk ayaklanır ve 24 Şubat 1933 tarihinde, “Milli Türk Talebe Birliği” üyesi öğrencilerden oluşan bir gurup: Galatasaray’da, Teyyare Piyangosunun satıldığı bina ile, Kanzuk Eczanesi arasındaki, Vagonli şirketinin Beyoğlu Şubesi önünde toplanır ve gösteriye başlarlar.
Daha sonra, olaylar büyür: öğrenciler, bu memlekette “Türk ve Türkçe hakimdir” diyerek, ellerine geçirdikleri sopa ve taşlarla camları kırarak büroya girerler. Binada bulunan “Liot Triyestino” ve “Banka Komerciyale İtalyana” levhalarına hiç dokunmazlar.
Büroda; Mustafa Kemal’in duvarda asılı olan resmini aldıktan sonra büroyu tahrip ederler.
Öğrencilerin şirket önünde toplandığını haber alan “Galatasaray Merkez Memurluğu”: bir ihtiyati tedbir olarak, merkezdeki polisleri ve iki arazözü, büronun bulunduğu yere gönderir.
Ancak, gençler, daha sonra: ellerinde “Mustafa Kemal”in resmi ve Türk Bayraklarıyla, “Yaşasın Türkiye, Yaşasın Türkçe” sloganları atarak, Vagon li şirketinin, Karaköy bürosuna gelirler. Burada da, Mustafa Kemal’in duvardaki resmini aldıktan sonra, büroyu tahrip ederler ve İstanbul Valiliğinin önüne gelirler.
Daha sonra, Babailide, gazete binalarının önünde, bir süre daha gösterilerine devam ederler. Cumhuriyet gazetesinin önüne gelindiğinde: Peyami Sefa “Türk diline dil uzatanların dilleri kurusun” diye bağırır. Bir süre daha devam eden tepkiler sonucunda, ellerindeki “Mustafa Kemal” resimlerini Halk evlerine teslim ederler ve dağılırlar.
Gurubun en önünde ise: Tevfik İleri, Peyami Safa ve Cahit Arf gibi tanınmış isimlerin ve arkadaşlarının oluşturduğu heyet bulunur. Olaydan sonra, Pera’daki şirketlerden bir kısmı, Türkçe isim kullanmaya başlarlar.
Yaşanan olaylar üzerine, Şirket, Naci Bey’i yeniden işe başlatır. Ayrıca, Vagon-Li kadrosunun, tamamen değiştirilmesi ve Türk memurların sayısının arttırılması gündeme gelir. “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyası başlatılır. Kampanya kısa sürede gelişir ve daha sonra, Vagon-Li ve Osmanlı döneminden kalan birçok yabancı şirket devletleştirilir. Pera Palas Oteli için, şirket yönetimine teşekkür edilir.
Günümüzde, bu şirket, Türkiye dışında, halen faaliyetlerini sürdürmektedir. Ancak, Vagon-Li şirketinin sahibi olan “ACCOR Grup” un, Türkiye’de geniş bir yatırım alanı bulunuyor. 2003 yılında restore edilen “Doğu Ekspresi” ise, turistik amaçlı olarak günümüzde hizmetini sürdürmektedir.
Bu olayda, benim en çok ilgimi çekenler şu oldu: olay tarihinde, Atatürk sağ, Cumhuriyet kurulalı henüz 10 yıl olmuş ve böyle bir olay ortaya çıktığında, devlet kolluk güçlerinden önce, halk olaya müdahale ediyor, kırıyor-döküyor ve devlet kolluk güçleri yanlızca kırılan-döküleni toplamak üzere olay yerine gidiyor. Ayrıca: olaydan hemen önce, Atatürk’ün, Ankara’dan İstanbul’a geldiği ve olay günü, İstiklal Caddesinde, bir gezinti yaptıktan sonra, yeniden Ankara’ya döndüğü söyleniyor. Belki de, muhteşem deha Atatürk, Osmanlı döneminden kalma yabancı sermayeli şirketlerin devletleştirilmesi için, böyle bir olayı gündeme getirmiş olabilir, olabilirmi? Ayrıca, Türk insanının ve özellikle gençliğin, Türk diline sahip çıkması için, bu olay iyi bir fırsat olarak değerlendirilebilirmi?
Evet: sizlere, tarih sahnesinde, gerçeklere dayanan, iki hikayeden söz etmek istiyorum. Ardı ardına anlatacağım bu iki hikaye: her ne kadar kullandığım başlık, belki de biraz fazla değişik olsa da, tamamen gerçeklere dayanmaktadır.
EKONOMİ KÖTÜ:
18’nci yüzyılda, Osmanlı zor durumda. Para ve ekonomik problemler bir yığın olmuş ve devletin varlığını etkilemeye başlamış. Türkiye; tarihinin en karanlık günlerini yaşamaktadır.
Devrin: hükümdarı: I. Abdülhamit’ dir. Halil Hamit Paşa ise “reisülküttap”‘dır. Paşa, ilginç bir insan. Babıali’ye girerek, zamanla yükselir. Bir ara: tersaneyi idare eder. Kendini eğitir ve geliştirir. Türkiye’nin sıkıntılarını biliyor. Dünya’yı biliyor, dışarı ile temasları var. Özellikle: Fransa’nın önde gelen isimleriyle, iyi ilişkiler kurmuş. Elbette, o yıllarda, Amerika, günümüzde olduğu ölçüde güçlü olmadığından, dünya üzerindeki siyasi ve ekonomik ilişkilerde söz sahibi olamamaktadır.
Evet: ülke ekonomisinin tükendiği, girilen savaşlar, yenilgiler sonucu maliyenin çöktüğü ve idari sistemin çürüdüğü bu dönemde: devleti kurtarabilecek bir sadrazam’a ihtiyaç duyulur.
Zamanın padişahı I. Abdülhamit; Halil Hamit Paşa’nın bu iş için biçilmiş bir kaftan olduğunu düşünür ve Paşa: 1782 yılında, Sadrazam olarak görevlendirilir.
Paşa: ekonominin dümenine geçirilir. Geniş yetkilerle donatılır. Tüm zamanını: mali ve idari reformları hayata geçirmek için harcar. Öncelikle; devleti, savaşlardan uzak tutmaya ve ekonomiyi güçlendirmeye çalışır. Bunlarla birlikte alınan diğer tüm mali ve idari tedbirler sonucu: devlet rahatlamaya başlar. Ama: elbette, bu reformlar; bazı çevreleri, özellikle de idarecileri ve saray görevlilerini huzursuz eder. Çünkü: sahip oldukları imtiyazlar ellerinden gitmektedir. İstanbul; bir anda Paşa’nın aleyhine dedikodularla sarsılır. İhtilal yapıp, Sultanı tahtından indireceği ve yerine genç veliaht Selim’i çıkaracağı söylentileri her yana yayılır.
Dedikodular; padişahın kulağına gittiğinde, korkan padişah, her türlü yetkiyle donattığı Paşa’yı: 31 Mart 1785 günü, sabaha karşı; aniden görevden alır. Paşa’nın: malına-mülküne el konulur. Osmanlı tarihinin sayılı reformcularından biri olan bu insan, aynı gün, güneş doğmadan bir gemiye bindirilir ve Gelibolu’ya gönderilir. Gelibolu’dan Bozcaada’ya götürülür. Orada: idam edilir ve kesilmiş başı; bal dolu bir tuluma konulup, İstanbul’a Saray’a yollanır. Böylece: 2 yıl, 3 ay süren Sadrazamlık biter. Evet: Paşa, belki ülkesinin ekonomisini kurtarmak için her türlü gayreti sarfeder ve bu gayretleri sonucu, bazı olumlu sonuçlar ortaya çıkar. Ama, maalesef kendi kellesini kurtaramaz. Niye? Çünkü: düzeltmeye çalıştığı sistem, o kadar çürümüş ki, dışarıdan değil, kendi içinden ülkeyi batırmak için her türlü şeyi yapabilecek kapasitede kötü insanlardan oluşmuş.
EKONOMİ YİNE KÖTÜ:
20’nci yüzyılda, Türkler zor durumda. Para ve ekonomik problemler bir yığın olmuş ve devletin varlığını etkilemeye başlamış. Türkiye; tarihinin en karanlık günlerini yaşamaktadır.
Devrin: iktidarı: üç partiden oluşan koalisyon hükümetidir. Sadrazam elbette yok. Kemal Derviş ise; Dünya Bankasında görevli.
Derviş: ilginç bir insan. Bir dönem, üç yıl süresince, dönemin Başbakanı Ecevit’in ekonomik danışmanlığını yapmış. Yani: siyasi hayata girmiş. Kendini eğitmiş ve geliştirmiş. İngiltere’de ekonomi alanında dünyanın sayılı Üniversitelerinden olan London School of Economics’den mezun olduktan sonra, ABD’nin dünyaca ünlü Princeton Üniversitesinde de, yüksek lisans ve doktora yapmış. 1978 yılında, Dünya Bankasına katılmış. Türkiye’nin sıkıntılarını biliyor. Dünyayı biliyor ve dışarı ile temasları var. Özellikle: dönemin büyük siyasi ve ekonomik ve de askeri gücü: Amerika’nın önde gelen isimleriyle, iyi ilişkileri var.
Evet: ülke ekonomisinin tükendiği, maliyenin çöktüğü ve idari sistemin çürüdüğü bu dönemde: devleti kurtarabilecek birine ihtiyaç duyulur.
Zamanın iktidarı: Kemal Derviş’in bu iş için biçilmiş bir kaftan olduğunu düşünür ve Derviş : 2001 yılında, ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı olarak görevlendirilir.
Derviş: ekonominin dümenine geçirilir. Geniş yetkilerle donatılır. Tüm zamanını: mali ve idari reformları hayata geçirmek için harcar. Öncelikle; ekonomiyi güçlendirmeye çalışır. Bunlarla birlikte alınan diğer tüm mali ve idari tedbirler sonucu: devlet rahatlamaya başlar. Ama: elbette, bu reformlar; bazı çevreleri, özellikle de idarecileri ve bürokrasi görevlilerini huzursuz eder. Çünkü: sahip oldukları imtiyazlar ellerinden gitmektedir.
Ülke; bir anda Derviş’in aleyhine dedikodularla sarsılır.
Derviş’in, Yeni Türkiye Partisi isimli başka bir partiye katılıp, hükümeti düşüreceği ve yerine yeni bir Parti’yi iktidara getireceği söylentileri her yana yayılır.
Bunun üzerine: 2002 Ağustos ayında, İktidar ile görüş ayrılığına düşerek, görevinden ayrılır.
Dedikodular; iktidarın kulağına gittiğinde, korkan iktidar, her türlü yetkiyle donattığı Derviş’i: Ağustos 2002 tarihinde, bir gün, sabaha karşı; aniden görevden alır.
Böylece: 1 yıl, 6 ay süren süper yetkili Bakanlık biter. Evet: Derviş, belki ülkesinin ekonomisini kurtarmak için her türlü gayreti sarfeder ve bu gayretleri sonucu, bazı olumlu sonuçlar ortaya çıkar. Ama, maalesef görevden alınmasını engelleyemez. Niye? Çünkü: düzeltmeye çalıştığı sistem, o kadar çürümüş ki, dışarıdan değil, kendi içinden ülkeyi batırmak için her türlü şeyi yapabilecek kapasitede kötü insanlardan oluşmuş.
Evet: bu iki hikaye, maalesef gerçek.Türk tarihinde, aradan 200 geçmiş ve isimler değişmiş olsa da, her iki hikayenin kahramanları dışındaki olayları gerçek. Hani: hep söylüyoruz ya “Tarih tekerrürden ibarettir “ diye, gerçekten öyle, bu iki hikaye arasında 200 zaman farkı olmasına rağmen, yaşananlar aynı, yalnızca isimler değişmiş ve hikayenin sonu, öncekinde olduğu kadar, vahşi ve hazin olmamış. Yine de; vahşi değil belki ama hazin kelimesi, ikinci hikayenin sonucu için de uygun bence.
Ha, bir benzerlik daha var. Sayın Kemal Derviş, 300 yıllık Osmanlı yönetici sınıfından bir aileye mensup. Ailenin kurucusu Halil Hamit Paşa, 200 yıl kadar önce, çok geniş yetkilerle, 2001 yılında olduğu gibi, çok geniş yetkilerle, bugünkü gibi bir kriz döneminde, kurtarıcı olarak atanmıştı. Reformatör olarak nitelenen Paşa, Tanzimatın da öncüsü sayılıyordu. Osmanlı Devletini yenileştirmek isteyen bir akımın önderi olarak kabul edilen Paşa, devletin reformlarına direnen muhafazakar kanadın komplosu sonucu, görevinden alınarak, idam edildi. Aile, Paşa’nın ölümünden sonra, siyasetten çekilmiş. Evet: aradan 200 yıl geçiyor ve Derviş, Halil Hamit Paşa ailesinin siyasete dönüşünü simgeliyor. İki hikaye arasındaki en büyük benzerlik belki de bu.
Evet, birgün, Cihan hükümdarı Kanuni ferman buyurur.” Dünyanın en büyük mabedini yapacağım”
Yeryüzündeki bütün devletler: Süleymaniye’nin iç dizayn ve inşaatında kullanılsın diye, bir nevi şirinlik gösterisi olmak üzere, çeşitli hediyeler gönderirler. Hatta; bu kervana; İran ve Vatikan da katılır. Vatikan: bir mihrab taşı, İran ise sandıklar dolusu mücevher gönderir. Osmanlılar, bu iki ülkenin hediyelerini almamazlık edemezler. Zira, büyüklüğe yakışmayacaktır. Aldığı takdirde, bunları camide nasıl kullanacaklardı? Prensip olarak, müslümanların secde edeceği bir mekana, bunların değil hediyesini, gölgesinin bile düşmesini istemezler.
Hadi İran’ın ki neyse, Vatikan’ın gönderdiğine ne demeli? Yolladıkları mihrap taşına, imam efendi, alnını koyacak. Devlet büyükleri, bu duruma bir çare bulmaya çalışırlar. Koca mimar Sinan’ın içini bir şüphe kemirir. Öyle ya, niye mihrap taşı?
Koca Sinan; gönderilen mermeri enlemesine kestirir ve gerçek ortaya çıkar. Mihrabın içine; “haç” gizlenmiştir. Onların yaptığı bu hainliğe, muhteşem bir cevap verir.
Bu arada: İran elçisi, kapıya dayanır. ” Şah’ımız merak ediyor, gönderdiğimiz mücevherat, caminin neresinde kullanıldı? Kubbe, sütun ve duvarlara baktım, hiçbir yerde göremedim ” diye sorar.
Hemen kendisine cevap verilir.” Caminin temeline katıldı” Yüzgeri döner, gider. Ancak, gerçekte, mücevherler; Süleymaniye’nin temellerini kuvvetlendirmede kullanılmıştır. Bir tepe üzerine kurulu külliyenin, kayarak Haliç’e doğru yıkılmasını önlemek için, yer altından, haliç’e kadar zemin kuvvetlendirmesi yapılır. Bu arada, zeminin güçlendirilmesi için, Süleymaniye ile Haliç arasındaki dükkanlar inşa edilir. İşte bu dükkanların inşasında kullanılmak üzere, mücevherler bozdurulup harcanmıştır.
Evet, Süleymaniye de herşey en ince ayrıntısına kadar hesaplanmıştır. Hatta, çevresinde çok sayıda deprem kuyusu açılmıştır. Yerden yüksekliği 53 m. olan kubbesine yerleştirilen küpler sayesinde, fevkalade hassas bir akustik meydana getirilmiştir. Merkezi kubbeye, ağızları içe doğru açık, 64 küp yerleştirilmiştir. Ayrıca: cami zemininde de, sesi yansıtmaya yarayan tuğlalardan boşluklar mevcuttur. Küpler, küçük kubbelerin köşelerinde yer alır.
İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’in; İstanbul’da insanların daha sağlıklı yaşamasına yönelik ve arşivlerde bulunan vasiyeti şöyledir:
“Ben ki, İstanbul’u fetheden aciz bir kul olan Fatih Sultan Mehmet. Bizzat alın teri ile kazanmış olduğum parayla satın aldığım, İstanbul’in Taşlık bölgesinde bulunan, sınırları belli 136 dükkanımı; aşağıdaki şartlara göre vakıf ediyorum. Şöyleki:
Bu dükkanlardan elde edilecek gelirle: İstanbul’un her sokağına, 2 şer kişi tayin edilecek. Bunlar; ellerindeki bir kap içinde: kireç tozu ve kömür külü olduğu halde, günün belli saatlerinde sokaklarda gezecekler. Yere tükürenlerin, tükürükleri üzerine bu tozu dökecekler. Bunun karşılığında, 20 akçe alacaklar. (Bu arada, size birşey aktarmak istiyorum. Singapur denen bir devlet var, belki biliyorsunuzdur. Burada; yerlere tükürmenin cezasının, 500 Dolar olduğunu görmüştüm, belki ilginizi çeker, yazmak istedim)
Ayrıca; 10 cerrah, on doktor, 3 hasta bakıcı tayin edilecek. Bunlar, ayın belli zamanlarında İstanbul’u gezecekler. İstisnasız her kapıyı çalacaklar ve içeride hasta olup olmadığını soracaklar. Varsa, hastanın şifa bulmasını sağlayacaklar. Durumları ciddi ise, hiçbir masraf ettirmeden hastaneye kaldırıp tedavi ettireceklerdir.
Allah korusun. Herhangi bir gıda maddesi sıkıntısı yaşanabilir. Böyle bir durum yaşanırsa: bırakmış olduğum: 100 silah, usta avcılara verilecek. Bunlar; hayvanların yumurtada veya yavruda olmadığı zamanlarda, ormanlara ava çıkacaklar ve hastaları gıdasız bırakmayacaklardır.
Ayrıca; külliyemde inşa ettirdiğim imarethanede, şehitlerimizin aileleri ve İstanbul’un fakirleri yemek yiyeceklerdir. Yemek yemeye veya almaya gelen olursa; bizzat görevliler, yemekleri hava aydınlanmadan, kimsenin sokaklarda olmadığı zamanlarda, kapalı kaplarda evlerine götüreceklerdir.
İşte; sayın okurlar. Fatih’in, bundan 500 sene önce yazdığı vasiyetnane bu. Özellikle; ilk satırlara dikkatinizi çekmek istiyorum, “Kendi alın terim ile ” diyor. Yani: devlet hazinesi değil, bizzat kazandığı paradan bahsediyor. Bu vasiyetnamede yazanlar ve günümüzü değerlendirmek istiyorum ama bir gerçek var ki; sanırım değerlendirmeyi okurlara bırakmak en iyisi. Buyrun; tarih her zaman tekerrürden ibaret değil.