Ölümünün ardından, Atatürk ile ilgili, Atatürk’ün hayatı ve yaptıklarını anlatan bir kısım filmler çekilmek istenmesine rağmen bu konuda bir ilerleme kaydedilememiştir. Çünkü: “Atatürk” ile ilgili çekilmek istenilen filmlerde daima gerek maddi ve gerekse manevi pürüzler ortaya çıkmıştır. Ama bu pürüzlerden benim en çok ilgimi çekenler: Atatürk rolünü almak üzere görevi kabul eden sanatçıya, Amerikan Ermeni Lobisi tarafından aksi yönde baskılar olması ve sanatçının rolü daha sonra kabul etmemesidir. Bir diğer ilginç pürüz ise: bir dönemlerin ünlü sanatçısı olan J.Braynır’ın ülkemize gelerek Atatürk rolünü istemesine rağmen, ülkemiz Cumhurbaşkanını Celal Bayar’ın “Atatürk’ün tarihi şahsiyeti ve büyüklüğü, onun rolünü kimseye verilemez kılmıştır” diyerek bu durumu kabullenmemiş ve yine Atatürk ile ilgili, muhteşem bir film yapmayı başaramamışızdır.
Tıpkı: “10 Yıl Marşı” gibi, Cumhuriyetin takip eden onlarca yıllık sürecinde yeni bir marş yaratamamış olmamız ve hala aynı marşı söylemeye devam etmemiz gibi, Atatürk ile ilgili hala doğru dürüst bir film yapamamışız ve sadece birkaç belgesel ve o dönemlere ait fotoğraf ağırlıklı filmlerle, bu büyük insanı tanımaya ve tanıtmaya devam etmekteyiz ki, bu adı büyük olarak anılan Türkiye Cumhuriyeti için inanılmaz bir eksikliktir. Düşünün ki, Amerika, aslında tam bir trajedi olan “Vietnam Savaşı” ile ilgili yüzlerce film yapmıştır.
Evet: son yıllarda, özellikle iki “Atatürk” filmi gündeme gelmiş ve her türlü eleştirilere rağmen bu filmler toplumda ilgi görmüştür. Ancak, bir gerçek daha var ki: son yıllarda “Atatürk” birçok kendini, tarihi ve Atatürk’ü bilmeyen yazar müsvetteleri tarafından da saçma sapan ve yalan anlatımlarla tanıtılmaya çalışılmaktadır ki, bu yazarlar zaten hitap ettikleri kitlelere, Atatürk’ü onların istediği biçimde yansıtmaktadırlar. Bu durumda: yeni neslin, yeni ve genç neslin, Atatürk’ü hurafelerden uzak, gerçeklerle tanıması için elimizden geleni yapmalıyız.
Geçenlerde, benden yaşça büyük ve muhteşem kültürlü bir yakınımdan “Atatürk” ile ilgili değişik ve gerçek bilgiler bulunan kitaplar önermesini istediğimde, tek cevap olarak “Nutuk” oku, çünkü Atatürk’ü en doğru, en gerçekçi olarak kendisi kendini orada anlatmıştır” dedi ve bunun üzerine, daha önce okul yıllarında okuduğum “Nutuk” bir kez daha elime düştü ve hızla okumaya başladım.
Buradan şunu söylemek istiyorum: son yıllarda “Atatürk” ile ilgili birkaç film çekilmiş ve gösterime sunulmuş olmasına rağmen, bu filmler de Atatürk’ün gerçeklerini anlatmaktan uzak kaldığı yönünde eleştiriler almıştır. Öte yandan: yine bir ortamda, büyük bir Atatürk seveni ve nispeten maddi olanakları elverişli bir tanıdığım ve saygı duyduğum kişi “Atatürk” ile ilgili bir film çekmek istediğini söyleyince: kendi kendime Atatürk filmi, aslında çok kapsamlı, eminim ki, Atatürk filmi ile ilgili bir senaryo yazmak istesem, yüzlerce kitap okumak ve incelemek gerekir diye düşünürken: internet ortamında aslında yıllar önce, bizzat “Atatürk” tarafından senaryosu yazılan bir filmin yani “Ben Inkılap Çocuğuyum” isimli bir filmin gündeme geldiğini öğrendim. En doğru olan bu değil mi, yani Atatürk’ün, Nutuk ta olduğu gibi, kendini en doğru şekilde kendisi anlatır diye düşündüm ve bu filmin, daha doğrusu çekilemeyen filmin senaryosunun hikayesini buyurun aşağıda hep birlikte okuyalım.
Önce: böyle bir film senaryosundan söz eden kişi yani Münir Hayri Egeli’yi tanıtmak istiyorum. Kendisi 1904 yılında İstanbul’da doğdu. Çeşitli okullarda öğretmenlik ve müdürlük görevlerinde bulundu. Kocaeli Maarif Müdürlüğü görevinde bulundu ve ardından Milli Temsil Akademisi (Devlet Tiyatrosu) ve film rejisörlüğü yaptı. Öte yandan, 1930 yılında “Atatürk’ün Gezi Belgeseli” isimli kısa film projesini yürüttü.
Egeli: 1954 yılında yazdığı “Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar” isimli kitabında: Atatürk ile ilgili anılarını kaleme alırken: Atatürk’ün bu tür bir film çekilmesi konusunda ve özellikle kendi yazdığı senaryonun çekilmesi konusundaki çalışmaları hakkında ayrıntılı olarak yer verdi.
Bu kitap: araştırmacı yazar İlknur G. Kalıpçı tarafından 2000 yılında tesadüfen görüldü ve yaptığı yayınlar ile konunun ısrarla üzerine gitti. Yani, kitap 1954 yılı basımlı olmasına rağmen, ancak 2000 yılında Kalıpçı tarafından gündeme getirildi. Daha sonraki gelişmeler girmeden önce: Egeli’nin kitabında yazdığı, Atatürk filmi ve senaryosu ile ilgili anılardan söz etmek istiyorum, ardından takip eden süreçte yaşananları anlatacağım.
Bir gün: beni Çankaya’dan çağırttılar. Çankaya’ya gittiğimde, Atatürk kütüphanedeydi.
Atatürk: “…… şirketinden bir mektup aldım. Bizim ınkilabımıza dair bir film yapmak istiyorlar. Çok güzel, ancak ınkilabımıza dair film yapmak bizim işimiz olmalıdır. Bir senaryo düşün. Bu senaryo: benim hayatımla, mesela bir öğretmenin hayatını göstermelidir” diye söyledi ve bana üzerine yazmam için bir kart uzattı, dikte etmeye başladı. Senaryonun taslağı bittiğimde ellerim tutulmuştu.
Atatürk “derhal bunu topla ve yaz” dedi.
Bunun üzerine, iki günlük bir çalışma ile senaryoyu yazdım ve Atatürk’ün yaverine verdim. Bir gün sonra: bana bir zarf geldi, zarfın üstünde, Atatürk’ün el yazısı ile “Münir Hayri Bey’e geri gönderilecek” diye yazıyordu.
Senaryoyu okuyan Atatürk: sayfa sayfa incelemiş ve birçok yerinde uzun ilaveler yapmıştı. Fakat en sonunda “tekrar göreceğim” notunu düşmüştü.
Ardından: senaryoyu yeniden işledim ve kendisine takdim ettim.
Atatürk: senaryoyu kendisiyle birlikte Afet İnan ve Recep Peker’e okutmuştu. Recep Peker: beni yanına çağırttırdı “bu senaryonun film olması maliyeti nedir” diye sordu. Ardından film için bir bütçe yaptım ve kendisine verdim.
İki gün sonra: bu kez Necip Ali Bey: beni yanına çağırttı ve “Münir Hayri, senin istediklerin yüz bin lira tutar, sen delimisin” dedi. Sonra ise gülümsedi ve “haydi haydi işin yolunda, bu akşam Çankaya’ya gideceğiz” dedi.
Akşam, Çankaya’ya gittiğimizde, Atatürk film hakkında benzen izahat istedi ve kendisine film yapımı için temin edilmesi gerekenleri anlattım. Ardından, Atatürk “Film yapmak, teyyare uçurmak gibi teknik bir olaydır. Sanat ateşi lazımdır ama yetmez, Münir Hayri’yi Almanya ve İtalya’ya göndereceğiz, rejisörlük öğrenecek, parasını tahsisatınız yoksa ben veririm” dedi.
Hemen ardından, üç gün sonra: Münir Hayri: yanında Atatürk’ün ilgililere yazdığı şahsi mektuplar ile birlikte hareket etti. Alman hükümeti, kendisini Atatürk’ün gönderdiğini öğrenince: rejisörlük eğitimi alması için ne mümkünse yapılması konusunda ilgililere talimat verdi ve kendisi UFA sütüdyolarına göndererek, her masrafın Alman hükümetince karşılanacağını belirtti.
Almanya ve İtalya’nın ardından Rusya’ya da giden ve her ülkeden rejisörlük yapabilir şeklinde belgeler alan Münir Hayri, yurda döndüğünde Atatürk’ün huzuruna çıkar ve Atatürk’ün “Şimdi senaryoları bir kez daha gözden geçirelim” talimatını verir. Münir Hayri: senaryonun müsvettesini yazar ve Atatürk’e sunar. Atatürk müsvetteyi okuduktan sonra “başka neler koymalıyız” diye sorduğunda: Münir Hayri: biraz çekinerek de olsa “bir filmde genelde kadın ve aşk unsuru da aranır, ama bilemem nasıl emrederseniz” der. Bunun üzerine, Atatürk: “benim de başımdan aşk hikayeleri geçti” der ve dört hikaye nakleder. Bunlar: Emine, Hatice, Makedonyalı Eleni ve Naciye’dir.
Daha sonraki yıllarda, kitabını yazmadan önce: Egeli, Hatice hanımı bulur ve Atatürk ile yaşadıklarını dinler ve bunları kitabında okuyucuyla paylaşır.
“Selanik te Zübeyde Teyzelere yakın oturuyorduk. Mustafa Bey i çocukluğumdan beri kapımızın önünden geçtikçe görürdüm. Naciye isminde bizden çok büyük bir kız arkadaşımız onun her geçişinde pencereye koşar onu seyrederdi. Arkadaşlarla karar verdik, ilk fırsatta Naciye Abla nın sevgisini Mustafa Bey e duyuracaktık. Zübeyde Teyzelere de sık sık gittiğim için bu işi bana verdiler. O gün evlerine gittim ve sofadan geçerken bir saksı içinde kırmızı karanfiller gördüm. Hemen birini kopardım, Mustafa Bey in odasına girdim. Masasının üzerinde bir tarih kitabı vardı. Karanfili kitabın açık sayfasına koydum. Mustafa Bey geldi. Annemin ve annesinin ellerini öptü. Çiçekten dolayı çok heyecanlı idim. Mustafa bey, benim heyecanlı olduğumu hissetti ve dikkatlice gözlerime baktı. Daha sonra dersleri olduğunu söyleyip odasına çıktı. Birdenbire Mustafa Bey in merdivenlerden indiğini, ayak seslerinden anladım. Bu çiçeği benim kitabımın arasına kim koydu diyecek gibi geliyordu. Mustafa Bey odanın kapısında göründü. Gözlerimle ben ettim sen etme der gibi ona baktım. Oda bana o manalı mavi gözleriyle bakıyordu. Mustafa Bey bir arkadaşını görmek için tekrar dışarı çıkacağını söyledi ve gitti. O günden sonra ne Zebeyde Teyzelere gidiyordum ne de Mustafa Bey in görünebileceği yerlere uğrayabiliyordum. Bir gün evdeki büyütmeden, Zübeyde Teyzenin beni Mustafa Bey e istediğini öğrendim. Annem askerler hep uzaklara giderler, ben kızımdan uzaklaşamam düşüncesiyle işi sürüncemeye sürmüş. Mustafa Bey Harbiye den erkanıharp yüzbaşısı olarak çıktığında tekrar beni istedi. Ama annem yine fikrinden vazgeçmedi ve beni başka biriyle söz kestirdi.”
Evet: Egeli’nin kitabında söz ettiği ve senaryoda görülen bir diğer aşk hikayesinde ise:
Atatürk’ün ilk ve son aşkının, Selanik Merkez Kumandanı Şevki Paşa’nın kızı Emine hanım olduğu yazılıdır. Mustafa Kemal, Selanik’den ayrılırken, Emine hamının “Harbiye’ye ne zaman gidiyorsunuz” şeklindeki nota yazdığı cevapta “Bu dakikada vapura biniyorum, bu ani durum bize kan ağlatacak. Bendeniz sizi unutmayacağıma vicdanen yemin ederim, sizden de aynı vefayı beklerim” şeklinde duygularını belirtmiştir.
Atatürk: ölümüne kadar,kız kardeşi Makbule hanım vasıtasıyla ondan haber aldığında mutlu olur, evlenmediğini öğrenince çocuklar gibi neşelenirmiş. Hatta çok sevdiğini söylediği “Eminem” şarkısını da bu yüzden çok severmiş ve şarkı her çalındığında, ortama iştirak edip, kimi zaman gözlerinden yaşlar gelirmiş.
Senaryo son şeklini aldıktan sonra: Atatürk altına şu notu düşer “düzeltmelerden sonra iyi bir film olur ve bu senaryonun ruhuna sadık kalınması elzemdir”. Ardından; 137 sayfalık bu senaryo, Atatürk’ün kendi hayatını anlattığı bir senaryo olması açısından önemlidir: senaryoda Atatürk’ün 1927-1938 yılları arasındaki politik kişiliğinden çok aşkları ve insani yönü anlatılmaktadır ve bu talimatı alan Münir Hayri: hemen filmin çekim çalışmalarına başlar.
Filmin askeri sahnelerinin çekimi için İsmail Hakkı Tekçe görevlendirilir. Aynı anda: Kenan Bey: Atatürk’ün kendisinden bazı parçaları filme almakta iken, Atatürk hastalanır ve çekimler durur.
Senaryonun sonraki akibeti bilinmiyor ama Milli Kütüphane’de “Atatürk Emanetleri” adı altında çift kilitli bir kasada saklandığı düşünülmektedir.
Yukarıda sözünü ettiğim gibi: Atatürk’ün ölümü ile unutulup giden bu senaryo ve film çekimi: 1954 yılında bu olayın birinci derece tanığı Münir Hayri Egeli’nin yazdığı kitap ve bu kitabın 2000 yılında araştırmacı yazar İlknur G. Kalıpçı’nın eline geçmesi ve yaptığı yayınlar ile yeniden gündeme gelir.
2008 yılında, senaryonun filme çekilmesine karar verilir.
Film: “Sarı Zeybek” kısa belgeselini çeken ekip tarafından çekilecek ve projenin yapımcılığı ve yönetmenliğini Biray Daltıran üstlenecektir. Daltıran: 2006 yılında “Araf”, 2007 yılında “Cennet” ve 2008 yılında “Son Balo, Vals ve Zeybek” kısa belgeselini çekmiştir.
Film için ayrıca: herhangi bir yanılgılı durum yaratılmaması için; 10 kişilik bir bilim kurulu oluşturulmuştur. 8-10 milyon dolara mal olması düşünülen film: daha önce “Sarı Zeybek” filmini de destekleyen “Türkiye Sivil Toplum Kuruluşları Konfederasyonu” Genel Başkanı Hasan Ekşi tarafından karşılanacaktır.
Film ekibi her türlü hazırlıklarını yaptıktan sonra, her ne kadar Egeli tarafından kitabında senaryonun ana hatlarına ait ipuçları verilmiş olmasına rağmen, senaryonun orjinalini bulmak üzere “Milli Kütüphane” ye giderler. Milli Kütüphane Başkanı Tuncel Acar: kendilerine yardımcı olur, kütüphanede bulunan kasada, Atatürk ile ilgili saklanan belgelerin digital kopyaları taranır ama senaryonun orjinali bulunamaz. Ancak, bu araştırmada: Atatürk’ün kendi el yazısı ile yazdığı bir not daha doğrusu vasiyetine rastlanılmıştır. Bu nota göre “Münir Hayri, film çevirme işiyle bizzat meşgul olacaktır. Hemen Almanya’ya gidecek, senaryomuzu işleyecektir. Hasan Rıza gereken masrafları benden karşılayacaktır”
Daha sonra senaryonun araştırmaları: Çankaya köşkü ve Anıtkabir ile yapılan yazışmalarla sürdürülür, ama yine olumlu bir sonuç alınamaz.
Evet: aslında film çekimi ile ilgili son ekip: senaryonun orjinalini bulamaz ama Egeli’nin kitabında yazılanları yeterli görerek, film çekimi için çalışmalara başlarlar ama bu çalışmalar da bir yerde tıkanır ve orjinali bulunamayan senaryonun akıbeti meçhule havale edilir ve film çekimi gündemden kaldırılır. Elbette bu konuda yani neden gündemden kaldırıldığı konusunda çeşitli yorumlar yapmak mümkündür, ama ben burada en gerçekçi yorumu ülkemizin siyasi ve politik durumu göz önüne alınarak okurların yapacağına inanıyorum. Aslında filmi çekilememesiyle ilgili söylenenler “ekonomik” nedenlerdir. Ancak: unutulmaması gerekir ki: bu proje yani “Ben bir Inkılap Çocuğuyum” filmi “Atatürk” ün: Milli Kütüphanede de ortaya çıkan vasiyetnamesidir ve onun kaleminden çıkmış olması çok önemlidir.
Umarım, yine Atatürk’ü seven, onun bu ülkenin kurtuluşu ve kurulmasındaki emeklerine ve gücüne inanan ve saygı duyan ve kendisinin de bir ınkilap çocuğu olduğuna inanan ve bununla gurur duyan birisi veya birileri, bu senaryoyu bulur ve filme çekerler. Yoksa; inanıyorum ki, bu güzel film: gösterime girdiğinde, yapılan masrafları karşılayacak bedeli mutlaka elde edecektir. Filmin gururu ise, filmi yapan, yaptırana ait olacaktır.
Geçen gün: Nükhet Duru’nun “Sahnede” isimli albümünü dinlerken, çok eskilere, günümüzden yıllar öncesine yani tarihin derinliklerine gittim. Düşündüm, Nükhet Duru: günümüzde “Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Nilüfer” ile birlikte müzik dünyamızın “dört yapraklı yoncası”ndan birisiydi.
2-3 yıl kadar önce, Ankara’da kendisini izlemiştim. Ama, onun sanatına, şarkılarına, sahnesine doymak mümkünmü? Tüm bunların yanında, onun geçmişini inceleyince, bu sanatçımıza olan saygın daha da arttır. Okuduğunuzda bana hak vereceksiniz, o gerçekten büyük bir insan.
Umarım, tekrar Ankara’ya gelir ve umarım onu tekrar izleyebilim. Belki de İstanbul, bilmiyorum ama bir gün mutlaka, onu sahnede izlemek istiyorum.
Bu güzel kadının, bu güzel sesli kadının yaşamını bir an merak ettim ve araştırdığımda, karşıma öyle bir yaşam çıktı ki gerçekten inanılmaz dı ve bu dram dolu yaşamı hikayeleştirerek sizlerle paylaşmayı istedim. İnanın: okuyup yazının sonuna geldiğinizde, böyle bir yaşamdan, ayakta kalarak günümüze bir insanın nasıl ulaştığını ve bunun tek sırrının ruh gücü olduğunu hissedeceksiniz, çünkü: insanın bedeni dayanmasa da ruh gücü dayanıyor, tüm sıkıntıları atlatmanın tek temelinin: ruh gücünün sağlam olmasına inandım. Bir yerde beden iflas etse de, ruh ve moral gücü insanı ayakta tutmaya yetiyor. Ama ruh gücü bitince, beden güçlü de olsa yaşam için yetmiyor.
Evet: işte size müthiş bir hikaye:
19 Mayıs 1954 tarihinde Niğde-Bor ilçesinde Güzide hanım ve Kemal beyin kızı doğdu. Kemal bey: Alarko bünyesinde çalışan, çok zeki, yüksek elektrik mühendisidir. Ama hayatında: içki, kumar ve kadın hiç eksik olmaz.
Kendisine Müberra Nükhet ismini verdiler. Soyisimleri “Duru” idi ama nüfustaki yazım hatası ile “Durum” olmuştu. Nüfus cüzdanındaki bu “Müberra Nükhet Durum” ismi: bu küçük kız “Nükhet Duru” olarak meşhur oluncaya kadar kaldı ve “Müberra” ismi kayıtlarından çıkarıldı.
Nükhet çok süslüdür, süslenmeyi sever, 3 yaşında iken annesinin küpeleriyle fotoğraf çektirmiştir. O yaşlarda, tükenmez kalemle makyaj yaptığını söyler.
Tüm şen ve hareketli görüntüsünün altında üzücü bir çocukluk ve gençlik dönemi safahatı yatmaktadır.
Çocukluk döneminde: babasının bu hızlı yaşamı, anne ve babasını sürekli kavga haline getirir ve 11 yaşına geldiğinde, annesi babasını terk eder ve boşanırlar. Mahkeme Nükhet’in velayetini babasına verir.
Nükhet: babası ile baş başa kalır ve yaşamındaki dram başlar. Annesini cezalandırmak için, Nükhet’in annesiyle görüşmesine izin vermez. Yalnızca okula gidip gelebilmekte ve tam bir hapis hayatı yaşamaktadır. Bu sırada: annesi de Nükhet e ulaşaması nedeniyle hastanelere düşmüştür. Hatta: babasının, annesine “kızın trafik kazasında öldü” diye yalan söylediğini bile hatırlamaktadır. Yani, anne Güzide hanım, Nükhet 13 yaşına geldiğinde karşılaşana kadar kızını trafik kazasında öldü olarak bilmiştir.
Ankara’da bulundukları yıllarda yani 11-12 yaşlarında : Alman Lisesinde yatılı öğrenci olarak okumaktadır. Ancak: hafta sonlarında babası onu okulda unutur, birçok kez akrabalarının yanında kalmak durumundadır. Okulda şarkılar söyler: hatta onu dinlemeyip derse girmeyi tercih eden kızlarla kavga ettiği söylenir. Evde de şarkılar söyler.
Nükhet: Ankara’da bulundukları sırada: bu çalkantılı aile ve yatılı okul ortamı içinde bunalır ve intihara teşebbüs eder. Bu intihar teşebbüsü kendi anlattığına göre “kararımı verdim, abdest aldım, namazımı kıldım, annemin beyaz geceliğini giydim. Hep: sakın kibritin ucunu ağzına sokma zehirlenirsin derlerdi. Kibritlerin ucunu suda erittim, suyun tadı çok kötüydü, karnım açtı, o suyla bulgur pilavı yapıp yedim. Üstüne de bir sürü ilaç içtim” demiştir.
Evet; burada kaderin garip cilvesi: “karşı komşuları, kapıyı açık görüp evin içine girdiğinde, bir bakmış, Nükhet yerde baygın yatıyor. Nükhet’i hemen hastaneye götürmüşler ve hastanede “bu öldü, yapılacak bir şey yok” demişler ve hastaneye almak istememişler. Komşu: doktora Nükhet’in midesinin yakınması konusunda ısrar etmiş ve Nükhet 3 gün komada kaldıktan sonra hayata geri dönmüştür. Ancak: bu olay yüzünden, hayatının geri kalan kısmında “karaciğer” ve “böbrek” rahatsızlıkları çekmiştir.
Babası bu intihar olayı üzerine “intihar ederek beni nasıl rezil edersin” diyerek kızar ve Nükhet’in kaydını Alman Lisesinden aldırıp: İstanbul Kandilli Kız Lisesine yaptırır. Nükhet: hastaneden çıktıktan sonra: kendisini hastaneye götürüp hayatını kurtaran komşusuna “madem hayatımı kurtardın, yardım edin de bari annemi de bulayım” der. Ancak: bu sırada Güzide hanım: boşandığı eşi Kemal beyden kaçmak için sürekli ev değiştirmektedir. Ama yine de annesini, hayatını kurtaran komşusu sayesinde bulur.
Güzide hanım: trafik kazasında öldüğü söylenen kızı Nükhet’i 13 yaşında karşısında görünce bayılır.
Nükhet: o günden sonra annesiyle birlikte yaşamaya başlar. Hatta: babası bulmasın diye yine sürekli ev değiştirmeye devam ederler. Yaşamlarının bu bölümü İstanbul’da devam ederken: Nükhet evde şarkı söylediğinde, bunu duyan komşunun oğlu tarafından “bizim bir orkestramız var, 35 lira versek bizim solistimiz olurmusun” teklifiyle karşılaşır. Bunun üzerine, teklifi kabul eder ve 14 yaşında Nükhet kendini “Florya Deniz Kulübünde” solist olarak bulur.
Kaderin kendisine çizdiği yol: bu sırada ünlülerin menejeri Zeki Tükel: burada Nükhet’i dinler ve çok beğenir.
16 yaşına varmadan: Nükhet bu kez kendini “Bebek Gazinosu” kadrosunda bulur.
Aynı yıllarda yani 13-16 yaş arası dönemde, baba Kemal bey İngiltere’dedir.
Nükhet: hızla şöhret basamaklarını çıkmaktadır, 17 yaşında “Gülizar” da sahneye çıkarken: bu durum yani şarkıcı olduğu Türkiye’ye dönen babası Kemal bey’in kulağına gider ve Kemal bey bir gece: gazinoyu bastırır ve aynı gece apar-topar bekaret muayenesine götürülür.
Bu geceden sonra, Nükhet’in dramı daha da şiddetlenir. Nükhet, iyice çöker ve felç (bugünkü tanımı ile MS) hastalığına yakalanır, 6 ay süreyle yürüyemez ve yatağa mahkum olur. Bu sırada: baston alacak bile paraları yoktur, yatak altındaki bir tahta yardımı ile yürümeye çalışmaktadır. Yine bu dönemde, kedisi, Nükhet’in yavaş yavaş yok olmaya gittiğini görür ve intihar ederek ölür. Nükhet: buna da şahit olunca: kendisini toplamaya karar verir ve 6 aydır yerinden kalkıp yürüyemeyen ve acı çeken 18 yaşındaki bu genç kız: yavaş yavaş adım atmaya başlar. Yine o yıllara ait anılarını anlatırken: “ içindeki duyguları annesiyle paylaştığını, bu kötü günleri atlatmaya çalıştığını söyler. Ayrıca: doktorunun “daha çok küçüksün, teslim olmamalısın” ve “daha önünde koskoca bir yaşam olduğu” hakkındaki telkinleri de etkili olmuştur. Tüm birikimlerini tedaviye harcar.
Evet: bu hastalık yani günümüzdeki adıyla MS o yıllarda bilinmemektedir ve bu hastalara teşhis bile konulamamaktadır. Zaten Nükhet: yaşamının geri kalan bölümünde, o kötü günleri hatırlayacak ve bir daha hastalanmamak için sağlığına çok dikkat edecektir. Hatta: sigara ve içki kullanmayacak, sade ve temiz bir hayatı benimseyecektir. Çünkü: şan-şöhret gibi olayları ıvır-zıvır olarak değerlendirmekte, insanın her şeyden önemli sağlıklı olması gerektiğine inanmıştır.
Nükhet: zamanla hastalığı arasıra onu yoklasa da atlatır ve sağlığına kavuşur. Bundan sonraki en büyük hedefi ise “plak” yapmaktır ve o yıllardaki söz yazarı ve yapımcı olarak tanınan Mehmet Teoman ile karşılaşır. Kendi ifadesiyle, kendisine şunları söyler “ Ben de Tanju Okan’ın “Kadınım” şarkısı gibi güçlü bir şarkı istiyorum, bana yazar mısınız?”
Mehmet Teoman: genç kızın bu cesur tavrından etkilenir ve onunla çalışmaya karar verir, ardından Nükhet şöhret basamaklarını adım adım tırmanırken, Mehmet Teoman ile yaşadığı aşk da gündemdedir.
18 yaşına geldiğinde, 1972 yılında: Nükhet: Mehmet Teoman ile nişanlanır. Bu birliktelik, Nükhet 24 yaşına geldiğinde biter. Bu arada: ilk 45’lik plağını yani “Beni benimle bırak-Gerisi vız gelir” bana: 1975 yılında çıkar ve bu plak ile “Altın Plak” kazanır. 1977 yılında ise yine bir albüm “Bir nefes gibi” çıkacak ve o yılın en iyi yorumcusu ve en başarılı kadın solisti ünvanını alacaktır. Aynı yıl, yani 1977 yılında Ali Poyrazoğlu ve Korhan Abay ile birlikte “Yaşa Sevgili Dünya” isimli müzikal de sanat hayatına çeşitlilik katar.
1978 yılında Güney Kore’nin başkenti Seul şehrinde düzenlenen şarkı yarışmasında birincilik kazanacaktır. Ve ardından: yine aynı yıl: 24 yaşında: Nükhet: “Modern Folk Üçlüsü” ile “Eurovision Şarkı Yarışması”na katılır. Bu sırada ise: guruptan Doğan Canku ile aşk yaşadığı konuşulur ve bu aşk bir süre sonra nişan ile teyit edilir ancak evlilikle sonuçlanmaz.
Nükhet: evlilik düşündüğünde, karşısında Ermeni asıllı Dikran Masis vardır. Eskidji müzayede şirketi sahibi Dikran Masis ile olan evliliklerinden 1988 yılında oğulları Cem dünyaya gelir. Nükhet: bu yıllarda sahneye ara verir ve günlerini çocuğunu büyütmek için değerlendirir. Ancak: bu evlilik, yaklaşık 3.5 yıllık bir sürecin sonunda: 1990 yılı sonlarında biter.
Nükhet: çalkantılı hayatında, bu kez 1995 yılına gelindiğinde ikinci evliliğini Özalp Birol ile yapacaktır. Ancak bu evlilik te, 4 yıl sürer ve 1999 yılında biter ve yaşamının bundan sonraki bölümünü, yine kendi ifadesine göre oğlu Cem’e adamıştır.
Evet: günümüzde Nükhet’in en büyük hayat prensibi: “eğer yaşıyorsam” hak ettiğim gibi yaşamalıyım’dır. Çünkü: yaşamın biz insanlara verilmiş en büyük hediye olduğuna inanır.
Nükhet in yaşamındaki diğer kişiler derseniz: babası Prof.Dr.Kemal Duru: Çanakkale’de bakımsız bir hayat sürdürürken: kalp krizi geçirir ve Çanakkale SSK Hastanesine kaldırılır ve yaşamını kaybeder. Kemal Bey: Çanakkale Gökçeada’da: son 5 yıllık yaşamını Kaleköy denilen yerde tek başına sürdürmüştür ve 83 yaşındadır. Tarih 26 Şubat 2003.
Doktorların ifadesine göre: hastaneye getirildiğinde oldukça bitkin halde olan şahıs kendisinin profesör ve sanatçı Nükhet Duru’nun babası olduğunu söyler ve tabii kimse buna inanmak istemez, çünkü üzerinde doğru dürüst giysi yoktur, kaldığı odadaki hasta yakınları kendisine giysi vermişlerdir. Doktorlar: şahsa kan verilmesi gerektiğini düşünürler, ancak bir yakını olmadığı için hastane personelinin yardımı ile kan bulunup, kendisine kan verilmiştir. Bakımsızlık nedeniyle oldukça bitkin durumdaki şahıs, ertesi gün sabahı yaşamını kaybeder. Ancak ölmeden önce: Kemal bey: kızını yani Nükhet Duru’yu, bir Ermeni ile evlenmesine kızdığı için affetmediğini söylemiş ve bunları söyleye söyleye ölmüştür.
Ölümünün ardından, Nükhet Duru’nun söyledikleri ise şunlardır “İstanbul’da oturması için çok gayret ettim, hatta bir dönem yan yana evlerimizi yaptım. Ama içkiden, alkolden uzaklaşmadığı için yaşadığı evi yaktı. Apartmanda çok zor durumda kaldık. Sigara ve içkiye aşırı düşkündü. İkinci eşiyle: yaz aylarında Gökçeada’ya gidiyor ve burası benim ömrümü uzatıyor” diyordu. Evet her seferinde, ben oraya gideceğim diye ısrar etti. Ben ise: Gökçeada’ya sürekli gidip gelemiyordum ama elemanlarımı her ay gönderip ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyordum.
Evet: bir profesörün ve özellikle ülkemizin ünlü bir sanatçısının babasının bu şekilde hayatını kaybetmesi hiç de içaçıcı olmamıştır, ancak: hayat işte, herkes yaptıklarının karşılığını mı çekiyor dersiniz?
Peki Güzin hanım, anne: Nükhet’in annesi 82 yaşında ve hem Parkinson hem de Alzhaimer hastası. Algı sorunları var ve Nükhet: annesine bir bebek gibi baktığını söylemektedir. Ancak, Güzin hanım: 1 Eylül 2011 Perşembe günü vefat etmiştir.
Halil Paşa Topçu Kışlası olarak da bilinir. Yapı: 1780 yılında, Sultan I Abdülhamit döneminde yapılmıştır. Topçu kışlası içinde, bir de III Selim’in annesi Mihrişah Sultan tarafından yaptırılan bir cami bulunmaktadır. Hemen yanında ise, Avrupalıların “Cahmp des Morts” dedikleri büyük mezarlık vardır.
1807 yılında “Kabakçı Mustafa İsyanı” sırasında, Kışla binası büyük oranda tahrip edilmiş ve Sultan III Selim döneminde onarılarak yeniden kullanılmaya başlanmıştır.
Takip eden süreçte, birkaç kez, büyük yangınların oluşturduğu tahribatları yaşayan bina: son olarak: 1806 yılında ise, Sultan III Selim tarafından, son olarak Topçu Kışlası, Anadolu yakasındaki Selimiye Kışlasının kardeşi olarak yeniden yaptırılmıştır.
Bu son yapı; uzun avlulu, geniş kanatları olan, 2 katlı ve köşelerinde, her cephesinde kuleleri bulunan, ortasında 3 katlı yüksek bir bölüm olan tarzdadır. Rus ve Hint mimarisinden çalıntı soğan kubbeler. Tunus, Cezayir ve Fas mimarisinden çalıntı anahtar deliği şeklindeki pencere ve kapılar. Endülüs mimarisinden çalıntı sütun ve kemerler. Barok ve Rokoko tarzı kopyası süslemeler.
Evet, yapının iki anıtsal girişi bulunmaktadır. Bunlar; Harbiye caddesi ve Talimhane caddesine açılmaktadır. Kışlanın çevresinde ev yapılmamı istenilmemiş, zamanla yapılan evler de yıktırılmıştır. Kışlanın hemen karşısında ise, askerlerin talim yaptığı “Talimhane” olarak isimlendirilen meydan bulunur. Ancak 30 dönümlük bu meydan, Sultan II Beyazıd vakfına aittir ve Patrikhane tarafından kiraya verilerek işletilmektedir. Patrikhaneye başka arazi verilerek, burası talimgah olarak düzenlenmiştir.
1860-1870 yılları arasında: bina, Osmanlı ordusunun modernleşme sürecinde önemli rol oynamıştır. 1864 yılında: Sultan Abdülaziz: Mısır seyahati dönüşünde, kışlayı ziyaret ederek: burada yemek yemiş ve bu olay, kışla tarihinde yer almıştır.
1908-1909 yıllarında ise: ordunun modernleşme çalışmaları ve II Meşrutiyet hazırlıkları yapılmaktadır. Ancak: Osmanlı topraklarındaki gerici unsurlar; ordunun modernleşme çalışmaları doğrultusunda yetiştirilen okullu ve iyi eğitim almış subaylara karşı; cahil halkı kışkırtıyorlardı. Hatta: ahlakın bozulduğunu, kadınların açılmaya başladığını, dinin elden gittiğini iddia ediyorlar ve Sultan tarafından “şeriat” hükümlerinin yeniden uygulanması gerektiğini iddia ediyorlardı. Ayrıca: yine genç-eğitimli subaylardan oluşan topluluk: Sultan Abdülhamit II’ye 1876 yıında kabul edilen ancak rafa kaldırılan, ancak yeniden hazırlanan ve II Meşrutiyet olarak isimlendirilen yasayı kabul ettirmişlerdir ki, Abdülhamit bundan hiç hoşnut değildir. Abdülhamit: okullu-eğitim almış askerlere karşı: Toplu Kışlasında: alaylı yani eğitim almamış “Topçu Subaylarını ve askerleri” yerleştirmiş, okullu-eğitimli subay ve askerlere karşı, kendini güvenceye almıştır.
Bunun üzerine: 12-13 Nisan 1909 tarihlerinde: Topçu kışlası ve hemen arkasındaki Taşkışla (günümüzde İstanbul Teknik Üniversitesi olarak kullanılmaktadır) da yerleşik: cahil askerlerden oluşan topluluk: “31 Mart Vakası” olarak adlandırılan isyanı çıkarırlar. Cahil askerler; kendilerine din adamlarının katılmasıyla birlikte: “Mektepli subaylara ölüm” nidalarıyla, yollarda gördükleri okullu-eğitim görmüş subayları öldürerek ve pek çok yeri yağmalayarak, Meclis-i Mebusan önünde toplanırlar ve İstanbul’un büyük bölümünü ele geçirirler. Bu olayları yatıştırmak için ise, Sultan Abdülhamit II, hiçbir şey yapmaz.
Gerek okullu-eğitimli askerlere, gerek II Meşrutiyete ve gerekse “şeriat” isteğine ait bu isyan: Osmanlı tarihindeki en gerici hareket olarak yerini alır.
İsyanın ana sebebi: Padişaha zorla kabul ettirilen II Meşrutiyetin ortadan kaldırılması ve ülkede “şeriat” rejiminin etkin kılınmasıdır. Aynı zamanda: ordunun modern eğitim usülleriyle yetiştirilmesi ve eğitilmesi düşünceleri de, bu gerici topluluk tarafından uygun karşılanmamaktadır. İsyanın ortaya çıktığı yer ise: Topçu kışlası.
Bunun üzerine: Edirne’den hareket eden “Harekat Ordusu”: İstanbul’a gelir ve isyan bastırılır, isyancıları tahrik ve teşvik ettiği ileri sürülen Padişah II. Abdülhamit, tahttan indirilerek: Selanik şehrine sürgüne gönderilir. Harekat Ordusu denilince: burada yine hassas bir husus var ki, bu ordunun Kurmay Başkanı “Mustafa Kemal” dir. Birliğin başında ise, yine ilginç bir isim “İsmet İnönü” bulunmaktadır. Bu kişilerin ne kadar hassas olduğunu sanırım söylememe gerek yoktur.
Evet: İsmet İnönü ve Mustafa Kemal yönetimindeki Harekat Ordusu birlikleri: özellikle isyanda başrolleri oynayan “Topçu Kışlası” yoğun top ateşi ile tahrip edilir, ağır hasar görür ve ölen isyancılar: yine aynı bölgede bulunan Ermeni Mezarlığında açılan çukurlara topluca gömülürler. Topçu kışlası; dincilerin yaptığı isyan hareketine karşı, topla yerle-bir edilmiş olarak; bir “ibret” levhası gibi görünmesi açısından 30 yıl bu halde bırakılmıştır.
Burada: önemli olan hususları kelime olarak özetlemek gerekirse: Topçu Kışlası, 31 Mart Vakası, dinci unsurların isyanı, Meşrutiyet karşıtı ve Şeriat yanlısı bir isyan, isyanın bastırılması, isyana katılanların yok edilmesi, isyana katılanların yaşam yeri olan Topçu kışlasının ağır hasar görmesi.
İsyanın ardından: kışla, askeri işlevini yitirmiştir. Bir süre boş kalan yapı: 1913 tarihinde, bir Osmanlı ticaret şirketine satılmıştır. Takip eden süreçte: binanın orta kısmında bulunan eğitim alanı “futbol sahası” haline dönüştürülmüş ve uzun yıllar, İstanbul’daki en önemli futbol maçları, burada yapılmıştır.
I. Dünya Savaşının ardından ise: bu kez, binada: İstanbul’u işgal eden Fransız askeri güçlerine bağlı “Senegalli” ler barınmışlardır.
Devamında: Cumhuriyetin ilanından sonra ise: kışlanın avlusundaki futbol sahası, yine futbol maçları için kullanılmaya devam edilmiştir. Hatta: 1923 yılında, Türk milli futbol takımı, ilk maçını “Romanya” ile, yine burada yapmıştır.
1940 yılında; İstanbul Valisi Lütfi Kırdar; Avrupalı şehir planlamacısı Henri Prost’un önerisiyle, burayı yıktırmıştır.
Yıkılma nedeni olarak: bir söylenti “İsmet İnönü” nün heykelinin dikilmek istenmesidir. Çünkü: dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü: İstanbul’un bu en merkezi yerine, heykelinin dikilmesini istiyordu ve Topçu Kışlası bu yüzden yıkılmış ve ismi “İnönü Gezisi” olarak değiştirilmiştir. İnönü heykeli ise: 1937 yılında, Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümünde yapılmak için “Rudolf Belling” e ısmarlandı. Heykel: 1944 yılında tamamlandı, yüksekliği 5 metre ve kaidesi 7.5 metre idi. Heykel kaidesi: parkın, Taksim meydanına bakan kısmına inşa edildi. Ancak: bu gelişmeler yaşanırken, II. Dünya savaşı bitmiş ve bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de demokrasi rüzgarları esmeye başlamıştı. Türkiye’de, yine aynı dönemde “Demokrat Parti” kuruldu ve özellikle bunların itirazı sonucu: Taksim meydanında bir heykel varken, onun hemen yakınına, 12.5 metre yüksekliğinde yeni bir heykelin dikilmesinin anlamsız olduğu iddia edildi. Bunun üzerine, heykel, daha önce inşa edilen kaideye konulamadı. 1944 yılından sonra, boş olarak bekleyen kaide: 1982 yılında, Maçka semtinde bulunan İnönü villasının önündeki parka taşındı ve 1944 yılından beri İstanbul Belediyesi depolarında bekleyen heykel, villanın önündeki parkta, kaide üzerine yerleştirildi.
Diğer bir neden: 31 Mart ayaklanmasının bastırılması sırasında, yukarıda sözünü ettiğim gibi, zaten yoğun topçu ateşi nedeniyle, bina büyük hasar görmüştür.
Yıkılmasının ardından: burada konut ve sosyal etkinlik alanları oluşturulması düşünülmesine rağmen, II. Dünya Savaşının çıkması ve ekonomik imkansızlıklar nedeniyle herhangi bir yapılaşma olmamış ve günümüze kadar olan süreçte, burası, bir park alanı olarak kullanılmıştır.
Gördüğünüz gibi: yazının herhangi bir siyasi-politik amacı yoktur. Yazı: çeşitli kaynaklardan yaptığım araştırmalar sonucu hazırlanmış, derleme bir yazıdır. Sonuç hakkındaki yorum ve kanatlar okurların özgür iradesine bırakılmıştır.
İstanbul’da, Türkiye’nin en büyük kulüplerinden birisi olan “Fenerbahçe” nin, futbol stadyumunun ismi “Şükrü Saraçoğlu” ve acaba yapıldığında, Türkiye’nin en modern stadyumlarından birinin ismi: neden “Şükrü Saraçoğlu” dur ve “Şükrü Saraçoğlu” kimdir, Fenerbahçe Stadyumuna ismi verilirken, Fenerbahçe ile ilgisi, bağlantısı nedir?
İşte bu soruların ve daha birçoğunun cevabı:
Şükrü Saraçoğlu: 1887 yılında Ödemiş’de doğmuştur. Ancak: dedesinin “Trabzon-Akçaabat” dan Ödemiş’e göçtüğü söylenmektedir.
İlk öğrenimi ve Rüştiye’yi Ödemis’de yapmıştır. Ardından, 1906 yılında İzmir-İdadisinde, 1909 yılında “Mekteb-i Mülkiye” de okumuştur.
Daha sonra: Aydın ilinde “Maiyet Memuru” ve İzmir Sultanisinde “Matematik” öğretmeni, İttihat ve Terakki Ticaret Lisesinde müdürlük yapmıştır. Saraçoğlu’nun futbola ilgisi, bu öğretmenlik yaptığı sırada başlar. İzmir’de “Altay” futbol kulübünün kuruluşunda da emeği olduğu söylenir. Altay kulübünün eski başkanlarındanHanri Benazus: bunu söylemiştir.
1914 yılında devlet bursu ile Belçika’ya giden Saraçoğlu: I. Dünya Savaşı başlayınca, İzmir’e geri döner. 1915 yılında ise, bu kez, İsviçre’ye gider ve Siyasi İlimler üzerine eğitim alır. Burada kaldığı sürede: “Türk Talebe Birliği” ni kurarak: Mondros Mütarekesi şartlarına karşı eylemleri koordine etmiştir.
Aynı günlerde, İzmir’in işgal edildiğini duyunca, bir gemiye binerek gizlice İzmir’e gelir ve “Ulusal Kurtuluş Hareketi” ne katılır. Kuşadası-Nazilli-Aydın yörelerinde kurulan “Kuva-i Milliye” hareketlerini örgütlemeye çalışır. Osmanlı Meclisi Mebusan’ının da “İzmir Milletvekili”olarak seçilir, ancak bu görevi kabul etmez.
Ama: 1923 yılına gelindiğinde, bu kez, genç Türkiye Büyük Millet Meclisinin “İzmir” milletvekili olarak seçilir ve bu göreve katılır.
Saraçoğlu: yalnızca milletvekili olarak kalmaz: “Milli Eğitim Bakanı” ve ardından kurulan tüm hükümetlerde, aktif olarak görev alır. Hatta: genç Türkiye Cumhuriyetinin devlet organlarının kurumsallaşmasında da büyük emeği geçer, avukatlık, hakimlik ve icra-iflas kanunlarını hazırlamış, cezaevlerinin kuruluşunu örgütlemiştir.
Saraçoğlu: İstanbul’a yerleştiğinde “Fenerbahçe” ile ilgilenmeye başlar. Sık sık Fenerbahçe’nin maçlarına gider.
1929 yılına gelindiğinde: bugünkü stadyumun olduğu yeri: Fenerbahçe futbol kulübüne kazandırır.
Aynı anda, “Papazın çayırı” olarak isimlendirilen bu alan, aslında “İttihatspor” a aittir. İttihatspor’un Başkanı ise, merhum Talat Paşa’ya yakınlığı ile bilinen Aydınoğlu Reşit beydir. Talat Paşa’nın ölümü sonrasında kapandığı düşünülen “Fener düşmanlığı” devam ediyordu ve Reşit Bey: Papazın çayırı denilen sahanın bulunduğu araziye, Fenerbahçe’ye satmayı kabul etmiyordu.
Ancak: bu sırada Saraçoğlu, Maliye Bakanı olarak görev yapmaktadır. İttihatspor araziyi satmayınca hemen bir çare üretir ve TBMM’den tek maddelik bir “yasa” çıkarır. Yasa: spor tesislerinin ve semt sahalarının nasıl kullanılacağını belirtmektedir. En hassas maddesi ise: aynı semtte bulunan takımlardan en fazla üyesi olana, imtiyaz sağlanacağıdır. Fenerbahçe’nin üye sayısı, İttihatspor’dan fazla olduğundan, İttihatspor kapatılır ve sahanın kullanım hakkı: İttihatspor’un elinden alınır ve arazi “Milli Emlak Dairesi” ne teslim edilir.
Saraçoğlu: buna da çözüm bulur. Başbakan olarak bulunan İsmet Paşa’yı da atlatıp, sahanın bulunduğu araziyi yani Papazın çayırını: Milli Emlak Dairesinden, 1 TL. bedel karşılığında, (çünkü bedava verilmesi mümkün değildir) Fenerbahçe’ye sattırır.
Burada hassas olan konu şudur. Saraçoğlu: asıl sorunun Fenerbahçe’ye bir saha kazandırmak olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden: İttihatçıların elinde bulunan sahanın kullanım hakkı’nı, hiç düşünmeden, İttihatspor’u kapattırarak Fenerbahçe’ye kaydırmıştır.
23 Şubat 1934 tarihinde, Taksim Stadyumunda: Galatasaray/Fenerbahçe maçı oynanır. Ancak, bir faul pozisyonunda futbolcular hakemin başına toplanırlar ve ardından çıkan büyük kavga sonucunda maç yarım kalır. Sahadaki olaylar, tirübünlerdeki taraftarlara da yansıyınca, ortalık savaş alanına döner. Bu olay: Fenerbahçe-Galatasaraylı futbolcuların ilk yumruklaşmaları olarak da tarihe geçer. Jandarma ve Polis olayları zor yatıştırır ve 17 futbolcu gözaltına alınıp Adliyeye sevk edilirler. Ertesi günü ise: İstanbul basını, olayı sayfalarında duyurur ve futbolcuların en ağır şekilde cezalandırılmalarını isteyen yorumlar yazarlar.
Fenerbahçe Futbol Kulübü Başkanı Ziraat Vekili Sabri Toprak dahil: ceza alma durumundadır. Basının yayını ile, Fenerbahçeli futbolcuların hapis cezası almaları demek, kulübün kapatılması anlamına gelecektir.
Daha sonra toplanan, Futbol Heyeti: Fenerbahçe ve Galatasaraylı 9 futbolcuya çeşitli cezalar verir. Özellikle: Fenerbahçe’den Hüsamettin’in aldığı “ömür boyu boykot” cezası önem kazanır. Ayrıca: yöneticilerden Hayri ve Cafer beylere de, ömür boyu men cezası verilmiştir.
Fenerbahçe: bu cezalara itiraz eder. Futbol Heyetinde bulunan Ağrı Milletvekili Halit Bayrak: itirazdan vazgeçin, yoksa kulübü kapatırız” diyerek tehdit eder.
Bunun üzerine: Fenerbahçe Başkanı Sabri Bey: Ankara’ya, Adalet Bakanlığı yapan Saraçoğlu’na giderler. Saraçoğlu: burada, tarihe geçen şu sözü söyler: “ Fenerbahçe’yi kimse kapatamaz” der ve futbolcuları hapisten kurtarır.
Ardından: derhal bir kongre düzenlenir ve talimatı üzerine, Saraçoğlu, 16 Mart 1934 tarihinde “Başkan” olarak seçilir ve Futbol Heyetinin, Fenerbahçe ile ilgili daha başka olumsuz karar vermesini engellemiştir. Böylece, Fenerbahçe’de 17 yıl sürecek olan Şükrü Saraçoğlu Başkanlığı dönemi başlar. Özellikle: 1942-1946 yılları arasında, Saraçoğlu’nun Başbakanlığı döneminde: Fenerbahçe: Türkiye’de mevcut tüm kupaları alır.
1942 yılına gelindiğinde ise, bu kez, Saraçoğlu’nun: “Başbakan” olduğu görülür. 1948-1952 yılları arasında ise, TBMM Başkanlığı yaptığı görülür.
12 Temmuz 1943 tarihinde ise, ünlü “Time” dergisi: Atatürk ve İsmet İnönü’den sonra üçüncü bir Türk olan “Şükrü Saraçoğlu” nu, kapağına taşımıştır. Çünkü: II. Dünya savaşı sırasında, Türk dış politikasını, Saraçoğlu idare etmiştir. Derginin kapak sayfasındaki resimde: Saraçoğlu’nun hemen üstünde: bir “gamalı haç” ve “orak/çekiç” görülmekte ve Saraçoğlu’nun hangi istikamete gideceği konusunda “tercih” te bulunacağı yazılmaktadır. Derginin içindeki yazıda ise Saraçoğlu’nun “miğfer” yani “Almanya” yanında görülmesine rağmen, tarafsız kaldığı vurgulanmıştır.
1946 yılına gelindiğinde: Saraçoğlu’nun “örtülü ödenek” ten, Fenerbahçe’ye 5.000 TL. bağış yaptığı söylenmektedir, ancak buna ait herhangi bir belge mevcut değildir. Öte yandan, başka söylentilerde bulunmaktadır: bir maçta, Fenerbahçe’nin attığı golü ofsayt gerekçesiyle iptal eden yan hakemin hakemlik hayatını bir anda bitirir. Yan hakemin hakemlik lisansı bir gecede iptal edilir.
1950 yılına gelindiğinde, milletvekili olarak girdiği seçimlerde yeterli oyu alamayan Saraçoğlu: siyaseti bırakır. Sonrasında ise hastalanır ve yürüyemez hale gelir. Ancak: yine de Fenerbahçe’nin faaliyetleriyle ilgilenirdi.
Saraçoğlu: bu aktif siyasi hayatı sırasında, 17 yıl süresince, Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanlığı da yapmıştır. Bu süre zarfında: Fenerbahçe’ye büyük katkıları bulunduğu söylenmektedir. Yine anlatılanlara göre: İsmet Paşa hükümetlerinde bakan olarak çalışan Saraçoğlu: maç günlerinde, herhangi bir toplantı olduğunda, sıkıntılı davranışlar sergiler ve bunun üzerine İsmet Paşa tarafından; kendisi bizzat serbest bırakılarak maça yetişmesi sağlanırdı. Fenerbahçe Ankara’da maçlara geldiği zaman, takımla aynı otelde kalır, İstanbul’da maç olduğu zaman trenle İstanbul’a gider, maçı izledikten sonra, yine tirenle Ankara’ya dönerek, sabah TBMM de olurdu.
27 Aralık 1953 tarihinde İstanbul’da 66 yaşında vefat eder ve “Zincirlikuyu” mezarlığına gömülür.
22 Temmuz 1998 tarihinde alınan kararla, Fenerbahçe Stadyumunun ismi “Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadyumu” olarak değiştirilmiştir.
Sonuç: Şükrü Saraçoğlu hakkında: birçok yazı, iddia ve söylenti bulunmakta: Varlık Vergisi ile ülkedeki azınlıkları bezdirdiği, Güneydoğuya yatırımları engellediği, İtalyan ajanı olduğu, Nazi faşisti olduğu vb. gibi birçok iddia ve söylenti bulunmaktadır. Benim amacım: bu kişinin, yani Şükrü Saraçoğlu’nun “Fenerbahçe” ile olan ilişkilerini, derleyip toparlamak ve siz okurlara sunmaktır ki, Saraçoğlu’nun siyasi-politik yaşamı ile birlikte, Fenerbahçeliliğini de belirtmeye çalıştım.
Bildiğim tek şey: bu adamın, yani Şükrü Saraçoğlu’nun: gerçek ve muhteşem, fanatik bir “Fenerbahçeli” olduğudur.
Bulgaristan’ın “Kızanlık” veya “Kazanlık” diye isimlendirilen bölgesi: ülkenin orta kesimlerinde, Büyük Balkan dağlarının eteklerinde: güzelliğiyle ünlü “Gül vadisi” ni barındırmaktadır. Gül diyarı olarak anılan şehir; cazip bir turistik merkezdir. Gül diyarı olmasının en büyük nedeni: ılıman iklime sahip olmasıdır. Güneşli günler sıktır ve kışlar yumuşak geçer. Sıcaklık hiçbir zaman sıfır derecenin altına düşmez, yazın ise 25 derece üstüne nadir çıkar.
Aynı zamanda şehirde en büyük “Trak” mezarlığı bulunur. Mezarlık; UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesine dahil edilerek koruma altına alınmıştır. Bunun yanında: gül müzesi de, şehirde görülecek yerler arasında sayılır.
1880’li yılların başında: Bulgaristan’ın “Kızanlık” bölgesinde yaşayan vatandaşlarımız, 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus savaşı sonunda; Rus tehdidi nedeniyle ülkeye göç etmeye karar verirler ve bunun üzerine, ülkede, bunların yerleştirilecekleri uygun yerler aranır. Çünkü: bunlar geldikleri yerde “gülcülük” yaparak geçinmektedirler. Bunun üzerine bu gülcü göçmenlerin bir kısmı: İstanbul’a yerleştirilirler.
Evet: Bulgar Türkleri, 200 yıldır kendilerine ait olan gül bahçelerini ve gül yağı tesislerini Bulgarlara bırakarak, ülkeye göç etmek zorunda kalırlar.
Yani bu insanlar, ülkemizde de: o dönemde ülkede hiç bilinmeyen gülcülük yapabilmeleri için: Sultan II. Abdülhamit’in şahsına ait olan “İstanbul-Çavuşbaşı” bölgesindeki bir arazi, kendilerine tahsis edilir.
Göçmen soydaşlarımız, araziye yerleşirler ve burada yanlarında getirdikleri gül fidelerini kullanarak gül yetiştiriciliği ve gül yağı üretimine girişirler. Göçmen gülcü soydaşlarımız: yeni yerleştikleri bölgede, Mekteb-i Tıbbıye’nin Analitik kimya hocalarından Bonkowski destekleriyle, gül yağı üretimine başlanır.
Bonkowski nezaretinde, bilimsel yöntemlerle gül yetiştirmeye başlarlar. Hatta ilk gül hasadı: yağ gülü dikiminden yaklaşık 3 yıl sonra; 1886 yılında yapılır ve 650 kilo kadar gül çiçeği elde edilir. Sultan Abdülhamit: bu sonuçtan memnun olur ve gül yetiştiriciliğini teşvik eder ve Göksu deresi boyunca ilerleyen “Hekimbaşı Çiftliğin” de de gül üretimi yapılmasına izin verir. Böylece: Göksu deresi boyu, gül kokularının yayıldığı muhteşem güzel bir yer haline gelir.
Hekimbaşı Çiftliği: Sultan III. Selim ve II. Mahmud dönemlerinde: Hekimbaşılardan Mustafa Behçet Efendiye aittir. Behçet Efendi: ülkemizde tıbbın ve tıp terimlerinin gelişiminde büyük rol oynaması ile tanınmaktadır. 1886 yılından itibaren; Çavuşbaşı Çiftliğinde, Agop Paşanın da katkılarıyla, Kazanlık bölgesinden getirilen bakır ibrikler kullanılarak gül yağı üretimine başlanır. Bonkowski Paşa: elde edilen gül yağlarının, son derece kaliteli olduğunu ve 16 derecede 64 saniyelik bir zamanda, billuri bir kitle haline geldiğini rapor etmiştir.
Gül yetiştiriciliği ve gül yağı üretimi denemelerinde başarılı olunca, Anadolu’nun çeşitli illerine yağ gülü fidanları gönderilerek üretim teşvik edilir. 1912 yılında, devlet desteğiyle bedava gül fideleri dağıtılır ve üreticilere emanet ibrikler verilir. Ancak: yalnızca İsparta ve Burdur illerinde gül tarımı gelişirken, diğer illerdeki gül bahçeleri savaşların da etkisiyle bakımsız kalır ve yok olup giderler.
Behçet Efendi ölünce: Hekimbaşı çiftliği sahipsiz ve bakımsız kalır. Civardaki yerleşimlerin artması ile; göçmenler tarafından gül vadisine dönüştürülen bölge: çöp vadisi haline gelmeye başlar.
1970’li yıllara gelindiğinde: İstanbul şehrinin en güzel kokulu güllerinin yetiştirildiği bu bölge: İstanbul Belediyesi tarafından “çöp dökme alanı” olarak belirlenir. Hem de; Osmanlı döneminde “Sağlık Bakanı” ismi olarak kullanılan “Hekimbaşı” kelimesi verilerek. Evet, İstanbul çöplüğü “Hekimbaşı çöplüğü” olarak kullanılmaya başlanır. Günde şehirden toplanan 2300 tonluk çöpler; bu alana herhangi bir önlem alınmaksızın depolanır.
1993 yılına gelindiğinde ise, 28 Nisan günü, saat: 10.00 civarında, bu kez, tabiat kendisine yapılan bu rezilliğe isyan eder ve büyük bir patlama meydana gelir. 39 insan ölür ve dünya tarihin ilk “çöp heyelanı” nı, ortaya çıkar. İstanbul’un orta yerindeki bir çöp toplama bölgesi “metan” gazı sıkışması nedeniyle patlar ve 470 bin metreküp çöp; kayarak çöplüğün hemen üzerine kurulmuş gecekondu evlerin üzerine akar ve büyük bir heyelan yaşanır. Yıllardır, gelişigüzel dökülen çöpler; koca bir mahalleyi yutar ve insanlar daha ne olduğunu anlamadan, 39 vatandaşımız hayatını kaybeder. Söylenenlere göre: 1980’li yılların sonunda, Bitlis-Mutki ilçesi-Koyunlu köyü tamamen boşaltılır ve vatandaşlar, İstanbul’a göç ederler ve o sıralarda boş buldukları Ümraniye Hekimbaşı Çöplüğü dibine, gitgide yükselen çöp dağı eteklerine derme çatma yapılar, gecekondular kurarak yerleşirler. Zamanla, burası bir yerleşim yeri haline gelir ve “Boztepe” olarak isimlendirilen bölgede, yaklaşık 800 kişi yaşamaya başlar. Ancak, elbette çöplükten yayılan koku ve hastalıklı sinekler, burada yaşayan insanlar tarafından kanıksanır hale gelir. Bu sırada: Ümraniye Belediye Başkanı, Hekimbaşı çöplüğünün kaldırılması ve burada yaşayan vatandaşların, başka yerde iskan edilmesi için girişimlerde bulunmaktadır. Ancak: Büyükşehir Belediyesi, Kadıköy, Üsküdar ve Beykoz Belediyeleriyle bürokratik kriz yaşanır ve burası, atık yeri olarak kullanılmaya devam edilir.
Çöplükte hayatını kaybeden yakınları, açtıkları davalarda: ruhsatsız gecekondularda yaşadıkları ve bu yüzden sorumluluğun kendilerine ait olduğu söyleniyordu. Gecekondular ruhsatsız dı, ancak bu ruhsatsız yapılara, Belediyeler tarafından elektrik, su gibi hizmetler veriliyordu, yani resmi makamlar burada insanların yaşadıklarını biliyor ama önlem almıyorlardı. Sonuçta: burada yakınlarını kaybedenler, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurdular ve ölen yakınları için tazminat aldılar. Bundan daha da önemli sonuç: birçok resmi makamın, olay üzerine, çöplüklerde bir kısım tedbir alma ihtiyacı hissetmeleridir.
Hekimbaşı Çöplüğü ise: günümüzde çöplük olarak kullanılmıyor ve spor merkezi, park haline getirilmiştir. Park alanında: voleybol, basketbol ve tenis kortları, yürüyüş yolları ve her türlü spor alanı bulunuyor.
Batı Şeria’nın El Halil şehrinde: çoğunluğunu Filistinlilerin oluşturduğu ve yalnızca küçük bir İsrailli azınlığın oturduğu bilinmektedir. Ancak: elbette bu guruplar arasındaki çatışmalar hiç bitmez. Özellikle: 1994 yılında: İbrahim Camiinde, bir İsrailli saldırganın 29 Filistinliyi öldürmesi üzerine, El Halil şehrinde: silahsız olarak “Geçici Uluslar arası Mevcudiyet (TIPH) “ oluşturulmuştur. Güç içinde: 12 Türk askeri bulunmaktadır.
1997 yılına gelindiğinde ise: El Halil şehrinin Filistin yönetimine devredilmesi sonucu, bu gücün varlığını sürdürmesine karar verilmiştir.
26 Mart 2002 tarihinde, Filistin yönetiminde bulunan “El Halil” şehrindeki geçici uluslar güce (TIPH) bağlı, askeri gözlemcilerin bulunduğu otomobile, saat 20.30 civarında: şehrin biraz dışındaki “Halhoul” köprüsü yakınlarında, bir silahlı saldırıya uğrar.
Saldırı sonucunda otomobilde bulunan ve 6 aydır bölgede görev yapan Hava Piyade Binbaşı Cengiz ve İsviçreli bir kadın asker (Catherine Berruex) ölür. Saldırıda Yüzbaşı Hüseyin Özarslan hafif yaralanır. Yaralı Yüzbaşı: Kudüs Sharezadek Hastanesine kaldırılır.
Yaralanan Jandarma Yüzbaşı Hüseyin: Kudüs şehrindeki hastanede tedavisi yapıldıktan sonra verdiği ifadesinde: “ El Halil şehri dışında; karargahtan hareketin ardından 5 dakika sonra, araçlarıyla ilerlerken, önce uzaktan ateş açıldığını ve daha sonra farların aydınlattığı bir bölgede, eli silahlı ve Filistin polisi üniforması giymiş kişi veya kişiler gördüğünü; ” söylemiştir. Hatta: “saldırganın elindeki silahın bütün şarjörünü, araç içinde bulunanlara boşalttığını, araçta bulunan 3 kişinin de öldüğünü düşünerek, olay yerinden uzaklaştığını ” belirtmiştir.
Yaralı Yüzbaşı Hüseyin: acil yardım için telefonla ilgililere haber verdiğinde, olay yerine önce İsrail askerlerinin geldiğini, İsrail askerlerinin kendisine ve ağır yaralı İsviçreli bayan askere ilk müdahaleyi yaptıklarını, İsviçreli askerin olayın ardından sağ iken, bu sırada öldüğünü, ilk müdahale sırasında, olayı yaptığı düşünülen kişilerin tekrar olay yerini ateş altına aldıklarını, İsrailli askerlerin bir kısmının ise, bu kişilerle silahlı çatışmaya girdiklerini” beyan etmiştir.
Ancak: İsrail yetkililerinin yaptığı araştırmalar ve aldıkları ifadelerle ortaya çıkan bu durum: Filistinli yetkililer tarafından yapılan araştırmalar ile gölgelenmiştir. Filistinli El Halil Belediye Başkanı Mustafa Netçe: kurbanların üzerinden çıkan mermilerin, yalnızca İsrail askerleri tarafından kullanıldığını beyan etmiştir. Çünkü: şehit cenazesi üzerinde yapılan otopside: çıkan kurşunların5.56 mm.lik M16 makinalı tabanca kurşunları olduğu tespit edilmiştir. Bu tabanca ve mermiler: bölgede yalnızca “ABD ve NATO ve üye ülkeleri” silahlı kuvvetlerince ve bir de “İsrail Savunma Gücü (İDF)” tarafından kullanılmaktadır. Bu bölgede, Filistin silahlı güçler ise A47 isimli silah ve buna ait mermileri kullanmaktadırlar.
Resmi araştırmalar, İsrail Askeri Mahkemesi tarafından
yapılmış, araştırma sonucunda: olayın 3 Filistinli tarafından gerçekleştirildiğini, bunlardan birinin halen İsrail hapishanelerinde tutuklu bulunduğunu, diğer ikisinin ise, operasyonlarda öldürüldüğü ortaya çıkmıştır. Hatta: Binbaşı Cengiz’in ölümünden birinci derece sorumlu kişinin: 2003 yılında, İsrail tarafından, El Halil şehrindeki bir operasyonda öldürülen İslami Cihad gurubu lideri Muhammed Beşaret olduğu iddia edilmiştir.
Araştırmalar sonucunda: gerek olayın oluş şekli ve gerekse nedenleri konusunda birçok soru cevapsız veya İsrail Askeri Mahkemesinin cevaplandırdığı şekilde belirlenmiştir. Özellikle: saldırının neden yapıldığı, kimler tarafından yapıldığı netleşmemiştir. Çünkü: yukarıda da söz ettiğim gibi; saldırıyı Filistin polisi üniforması giyen kişilerin yaptığı söylense de, bu üniformaları dışarıdan temin etmek zor olmasa gerek. Peki: saldırıda kullanılan silahların mermi çekirdeklerinin, özellikle İsrail güvenlik birimleri tarafından kullanılan mermilerin aynısı olması nasıl izah edilebilir?
Evet, aradan yıllar geçmesine rağmen: günümüzdeki “Mavi Marmara” gemisi baskını sonucunda yaşanan gelişmeler bu olayda maalesef sağlanamamış ve İsrail Askeri Mahkemesinin kararları, gerçek gibi kabul edilmiştir. Aslına bakarsanız: olayın oluş şekli, oluş nedeni vs. gibi durumlar, asla Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir kahraman Binbaşısının ölümü için uygun mazeretler değildir. Çünkü: unutulmaması gerekir ki, Türk Silahlı Kuvvetleri, personelini yetiştirirken, başlıca görev olarak “YURT SAVUNMASI” nı esas almaktadır ki, El Halil nere, Türkiye nere?
Şehit Binbaşı Cengiz Toytunç: Antalya-Korkuteli-Başpınar köyündendir. Göreve giden Binbaşının, eşinin ise, olay sırasında, kendi ailesinin yanında Kütahya’da bulunduğu anlaşılır. Antalya-Muratpaşa Belediyesi tarafından, şehit Binbaşı Cengiz Toytunç’un ismi, bir caddeye verilmiş, ayrıca yine ismi bir okula tahsis verilerek yaşatılmaya çalışılmıştır.
Ayrıca: halen faaliyetlerine devam eden, bölgedeki TIPH karargahında ise, bir anıt oluşturularak, şehitler anılmaktadır. Ama: herhangi bir bilgi ve belgeye rastlayamadığım şu soruların cevaplarını merak etmiyor değilim. Acaba: bu olay nedeniyle, şehit Binbaşının yakınlarına veya Türkiye Cumhuriyeti Devletine, herhangi bir kurum veya kuruluştan, herhangi bir özür veya tazminat ödenmişmidir? Maalesef bu sorunun cevabı yok ki, büyük ihtimalle bunların olmadığını düşünüyorum.
Türkiye-Yunanistan arasında: Ege denizindeki Yunan adalarının kıta sahanlığı ve bu alanların, başkaca ülkelerin deniz araçları tarafından kullanılmaması konusunda anlaşmazlık yaşanır. Çünkü: Yunanlıların kıta sahanlığı konusundaki iddialarının kabul edilmesi durumunda: Ege denizi tam bir Yunan denizi haline gelecek ve Türk gemileri, Ege denizine açılamayacaktı. Havada da benzer durum geçerlidir. Yunanlılar: adalar üzerindeki hava sahasında, başka ülkelere ait uçakların, izinsiz geçmelerine müsaade etmeyeceklerini iddia ederler, ancak Türkiye denizde olduğu gibi, bu iddiaları da kabullenmez.
Tam bu sırada “Kardak Krizi” çıkar ve Türkiye ile Yunanistan, bir savaşın eşiğinden dönerler.
Bunun ardından: 8 Ekim 1996 tarihinde, 1 Türk F-16 Fighting Falcon savaş uçağı, rutin keşif görevlerini yapmak üzere Balıkesir-Bandırma’daki üslerinden havalanırlar.
F-16 uçaklardan birinde: ön koltukta kıdemli pilot Yarbay Osman ÇİLEKLİ ve arka koltukta ise yardımcı pilot Yüzbaşı Nail ERDOĞAN bulunmaktadır. Yüzbaşı ERDOĞAN: 1961 yılında Kayseri’de doğmuş, 1984 yılında Teğmen olarak Hava Kuvvetlerine katılmıştır. 1992 tarihinde, 9’ncu Ana Jet Üs Komutanlığına atanmıştır. İlk olarak F-5 savaş uçaklarında pilotluk yapmış ve F-16 savaş uçakları Türkiye’ye geldiğinde, bu uçakları ilk kullanan pilotlar arasındaydı ve kariyerinde, birçok başarı kazanmıştı.
Uçak: saat: 14.50’de; Sakız adası açıklarına geldiğinde: bir Yunan, Fransız yapımı Mirage 2000 tipi savaş uçağı ile karşılaşır.
İki uçak: birbirine karşı avantaj sağlamak için, manevralara ve diğer adı ile “it dalaşı”na başlarlar. Yarbay ÇİÇEKLİ, Yunan uçağının arkasına geçerek, fotoğrafını çekmek ve temsili olarak üstünlük sağlamak için hamle yapar, ancak bunu sezen Yunan uçağının pilotu Thanos Grivas; Türk uçağının ateşleme sistemini kilitledi ve uçakta yüklü “Magic” füzesini ateşledi, Türk uçağının arka kısmını vurur. Bu sırada, ön koltukta oturan Yarbay ÇİLEKLİ; fırlatma düğmesine basarak, yanan uçaktan ayrılmayı başarır. Ancak, arka koltukta oturan Yüzbaşı ERDOĞAN; onun kadar şanslı değildir ve uçakla birlikte, Ege denizinin derin sularına gömülerek gözden kaybolurlar.
Yarbay ÇİLEKLİ: Yunan savaş uçağının yaptığı rezilliği öğrenen diğer Yunan makamlarının gönderdiği helikopter ile: yaralı olarak denizden kurtarılır. Şehit Yüzbaşı ERDOĞAN’ın ise, Ege denizinin400 metrederinliğindeki naaşına ulaşılamaz.
Tam “Kardak Krizi”nin ardından gelen ve kesinlikle savaşa neden olacağı düşünülen bu olay; “kaza” olarak kayıtlara geçer. Çünkü: her iki ülkenin çıkarları da, bunu gerektirmektedir.
2003 yılına gelindiğinde: olayın üstünden 7 yıl geçtikten sonra: Türk uçağının, Yunanlı pilot tarafından kaza değil, bilerek düşürüldüğü tesadüfen ortaya çıkar. Çünkü: Yunanlı pilot, utanmadan; hava savaşı geleneklerine uyarak, kullandığı uçağın burnuna “Türk bayrağı” resmi çizdirmiştir. II. Dünya savaşından sonra ABD’li pilotlar tarafından uygulanan bu geleneğe göre: uçak düşüren pilot, o ülkenin bayrağını, uçağına resmediyordu. Thomas Grivas: Yunan hava kuvvetlerinde operasyon sorumlusu pilot olarak görev yapmaktadır. Eylül 1991 yılında savaş pilotu olarak göreve başlamıştır.
Yunanistan-Karama Dergisinde: Yunan gazeteci Panos Koliopanos tarafından olay ortaya çıkarıldı ve bu yöndeki fotoğraf, ülkemizde de “Kanatlar Dergisi”nde yayınlandı.
Olayın ardından, Kurmay Yarbay Osman ÇİLEKLİ: o dönemde TSK’nin konunun üzerine düşmemesi üzerine, görevinden istifa etmiştir. Kendisi, olayı anlatırken şunları söyler: “1996’da: yıllardır uluslar arası su olarak iddia ettiğimiz bir bölgede “it dalaşı” yaparken, bir tanesi geldi, füze ile vurdu. Yunan Mirage uçağındaki pilot, F-16’nın ateşleme sistemini kilitledi. “Sizi vurdum” diyerek dalaşı bitirmesi gerekiyordu. Ama uçakta yüklü bulunan füzenin emniyet sistemi açıkken “Sizi vurdum” diye bağırdı ve ateşleme sistemini harekete geçirdi. Yüzbaşı Nail Erdoğan, anlık bir farkla fırlatma koltuğunu harekete geçirmeyi başaramadı ve uçaktan çıkamadı. Bu yaşanan yüz karasıdır. Çünkü, hiçbir şey yapılmadı. Bu konuda yaralıyım. “
Yine, bir iddiaya göre: Yunanlı pilot Thomas Grivas: Sakız devlet hastanesine kaldırılan yaralı Yarbay Osman ÇİÇEKLİ’yi ziyaret etmişti. Ziyareti sırasında: uçağındaki füze ateşleme sisteminin emniyetinin açık olduğunu unuttuğunu söyleyerek özür dilemiştir.
Bunun üzerine: şehit Yüzbaşı ERDOĞAN’ın ailesi: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurarak, Yunanistan aleyhine tazminat talebinde bulunurlar. Ancak: 6 yıllık bir süreç sonunda: 625.000 Euroluk bu tazminat talebi: mahkeme tarafından kabul edilmez. (Mahkemenin 3 üyesinden, 1 tanesi George Nicolaou isimli Rum asıllı Kıbrıs vatandaşıdır)
Evet: günümüzden yıllarca önce olan bir olay, ölen bir insan ve toplum olarak haberimiz olmadan aradan geçen yıllar.
Bir Yunanlı savaş uçağı pilotu ortaya çıkıyor “Ben bir Türk savaş uçağını füze atıp düşürdüm” diyor, uçağın diğer Türk pilotu “bunu doğrulayan beyanda bulunuyor” ve bu durum, hala kabullenilmiyor.
Peki: uçağın enkazı denizin dibinden çıkarıldığında, uçağın füze ile vurulduğu tespit edilirse, ne olacak? Aradan yıllar geçmiş, ölen ölmüş, Yunan makamları bizden özür mü dileyecek, tazminat mı ödeyecek? Eğer böyle bir olasılık varsa, “özür dilemek veya tazminat ödemek” için niye yıllardır bekledin diye soran olmayacak mı?
Tarih: 16 Ekim 1945.
Ankara şehrinin en yoğun semti olan Ulus ve Samanpazarı. Burada: Doktor Neşet Naci Arzan, kendine ait muayenehanesinde; 7 kurşunla vurularak öldürülmüş olarak bulunur.
Cinayetin: görgü tanıklarına göre: dönemin Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay’ın oğlu Haşmet Orbay tarafından işlendiği öne sürülmektedir.
Ancak, cinayetin ertesi günü: Reşit Mercan isimli bir kişi, polise başvurur ve cinayeti kendisinin işlediğini söyler. Reşit Mercan: babası ölmüş, mütevazi bir ailenin çocuğudur. Verem hastası olduğunu ve gerekli tedavisini yapmadığı için doktoru öldürdüğünü söylemektedir.
Ancak: Ankara Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşmada, tanık olarak dinlenen, dönemin Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay’ın oğlu Haşmet Orbay; aynı evi paylaştığı Reşit Mercan için, cinayet silahını kendisinin temin ettiğini söyleyince, olayın seyri değişir ve insanların dikkati, bu kez, onun üzerine yönelir. İlk anda: “Reşit’in, kendisinden korunma için bir silah temin etmesini istediğini ve bunun üzerine, kendisine aldığı silahı, Reşit’e verdiğini, cinayet işleyeceğini tahmin etmediğini” söyler. Ancak: yine de birçok soru işareti ortaya çıkar.
Neden, bir Genelkurmay Başkanının oğlu, silah temin ederek ev arkadaşına verir ve onun cinayet işlemesine sebep olur? Basın bu işin peşini bırakmaz. Dönemin ünlü bir gazetecisi olan Mehmet Sait Esen; cinayetin 100 bin lira para karşılığında, Reşit Mercan tarafından kabullenildiğini ve bu konudaki arabuluculuğun, Vali Nevzat Tandoğan tarafından yapıldığını öne sürer.
Hatta: Reşit Mercan, polise teslim olduktan hemen sonra, Ankara Valilik binasında Vali ile görüşmüş, ancak bu görüşmeden neler konuşulduğu konusunda, ne kendisi ve ne de Nevzat Tandoğan herhangi bir açıklamada bulunmamışlardır. Ancak, bir diğer gerçek, Nevzat Tandoğan, valilik yaptığı süre içinde, sürekli olarak, Ankara şehrindeki adli olaylarla yakından ilgilenmiştir. Evlerdeki basit hırsızlık olaylarından, kaçak inşaat girişimlerine kadar her türlü kanunsuzlukla yakından ilgilenmiş, hatta şehirde sarhoş dolaşanlara bizzat müdahale etmiştir. Yani, bu görüşmeyi, özel bir durum olarak betimlemek mümkün olmamaktadır. Çünkü, birçok sanığı, makamına getirmiş ve mahkemeden önce kendileriyle görüşmüştür.
Bu arada devam eden yargılama: bir ara, Reşit Mercan, cinayeti kendisinin değil, Kazım Orbay’ın işlediğini öne süren ifade vermiş olmasına rağmen, mahkeme, kararda, Reşit Mercan için 20 yıl ve cinayet silahını temin ettiğini itiraf eden Haşmet Orbay için 1 yıl hapis cezasına hükmeder.
Ancak, biraz önce de söylediğim gibi, basın bu işin peşini bırakmaz ve duruşmalarda, Reşit Mercan’ın çelişkili ifadeleri göz önüne alınarak, Yargıtay tarafından, Ankara Ağır Ceza Mahkemesinin bu kararı bozulur. Hatta: Yargıtay, davayı, Bolu Ağır Ceza Mahkemesine yönlendirir. Çünkü: cinayete bir şekilde karıştığı düşünülen Nevzat Tandoğan’ın, Ankara Valisi olması ve davayı etkileyebileceği düşünülmektedir. Özellikle davaya ölen doktorun çocuğu adına müdahil olarak katılan ünlü avukat Hamit Şevket İnce: davanın Ankara valisi ve Savcısı tarafından çarptırılmak istendiği hakkında sürekli olarak çeşitli iddialar ileri sürmektedir.
Bu iddialar arasında, bir ara: Ankara Savcısı Kemal Bora tarafından yapılan bir davranış gündeme getirilir. Söylenenlere göre: Savcı Kemal Bora: soruşturmanın ilk aşamasında, Reşit Mercan’ın önce kızkardeşi ve daha sonra annesini yanına çağırmış ve kendilerinden, mahkemede: “öldürülen doktorun metresi” oldukları yönünde ifade vermelerini istediği iddiası ortaya atılmıştır. Söylenenlere göre, Reşit Mercan, bunun üzerine doktoru öldürmüş olacaktır.
Bolu Ağır Ceza Mahkemesinde yapılan duruşmalar için, Ankara valisi Nevzat Tandoğan, tanık sıfatıyla çağırılır. Çağırıldığı gün mahkeme salonuna gelen Tandoğan, uzun süre bekletildikten sonra, birçok gazetecinin huzurunda, duruşma salonuna girer. Mahkeme başkanı, sorularını, tanık sıfatındaki Tandoğan’a; sanki “devrin değiştiğini” ifade edecek tarzda, abartılı ve gayet sert bir üslupla sorar. Elbette, bu tavırlar, Nevzat Tandoğan’ın üzülmesine neden olur. Ama yine de, duruşmalarda bir kısım gerçekler ortaya çıkar.
Bunların başında; Ankara Valisi olarak görev yapan Nevzat Tandoğan’ın; Haşmet Orbay ile, Robert Kollej’den okul arkadaşı olmasıdır. Bu nedenle, Haşmet Orbay’ın ev arkadaşı Reşit Mercan tarafından, cinayetin kabullenilmesi için, çok büyük baskılar yapıldığı ve bunun üzerine, Haşmet Orbay’ın cinayeti üstlendiği öne sürülür.
Bu sırada: Ankara Mahkemesinin kararını, Yargıtay’da bozduran ve gelişmelerin Nevzat Tandoğan aleyhine sürmesine neden olan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Fahrettin Karaoğlan, 1946 yılında, duruşmalar sürerken, Ankara’da, otomobili içinde, faili meçhul şekilde ölü olarak bulunur.
9 Temmuz 1946 tarihinde, Ankara’nın 17 yıllık valisi ve aynı zamanda Belediye Başkanı Nevzat Tandoğan; Bolu Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşmaya çağırılır. Burada: hiç ummadığı bir durumla karşılaşır, çünkü: mahkeme, kendisini “cinayeti kasten örtbas etmekle” suçlamaktadır. Bunun üzerine, Nevzat Tandoğan: mahkeme hakimlerine bağırmaya başlar ve “ Beni buraya tanık olarak çağırdınız, bakıyorum da, sanık yerine koymaya başladınız. Ben buraya tanık olarak geldim, sanık olarak değil”
Bu olaydan sonra: herkes, Vali Nevzat Tandoğan’a, farklı gözle bakmaya başlar veya kendisi öyle düşünmektedir. Hatta: dönemin Adalet Bakanı Ali Rıza Türel ile yaptığı görüşmede söylediği iddia edilen şu sözleri öne çıkmaktadır. “Bana mahkeme, suçlu gibi davranıyor. Ben Ankara valisiyim, bu duruma düşecek adam değilim.”
Akşam, Ankara’daki evine döndüğünde, kendisine yapılan bu suçlamanın sıkıntısıyla bunalıma girer ve gerek duruşmalardaki gelişmeler ve gerekse Fahrettin Karaoğlan’ın ölümündeki şüphelerin kendi üzerine yoğunlaşması üzerine, tanık durumundan, sanık durumuna düşen Nevzat Tandoğan; 9 Temmuz 1946 tarihinde, intihar eder. Ancak, intihar sebebinin: bir “onur” meselesi mi, yoksa duruşmalarda ortala çıkan “arabulucuk” hadisesi mi, bu hiçbir zaman anlaşılamamıştır.
Yine, olay üzerine, Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay, istifa ederek görevinden ayrılır.
Bolu Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşmalar, yaklaşık 3 yıl sürer. Duruşmalar sonucunda, Haşmet Orbay: cinayet işlemekten 18 yıl ve daha önce cinayeti üstlenen ev arkadaşı Reşit Mercan, cinayete yardımcı olmaktan 9 yıl hapis cezasına çarptırılır.
Olayın seyri bu şekilde olmuştur. Gelelim olayın nedenleri hakkında yürütülen tahminlere ki, bunlar asla kanıtlanmış ve sonuçlanmış araştırmalar değildir.
1945 yılında: Tito liderliğindeki Yuğoslavya ülkesindeki Bosnalı Müslümanlar için, yardım paraları toplanmaktadır. Bu toplanan ve miktarı bilinmeyen yardım paraları hiçbir zaman yerine ulaştırılamamış ve akıbeti meçhul olmuştur. Ankara cinayetinde muayenehanesinde öldürülen Doktor Neşet Naci Arcan: aynı zamanda, S.S.C.B. Ankara Büyükelçiliği doktoru olarak da görev yapmaktadır ve genel siyasi görüşü nedeniyle, Yuğoslavya ülkesinde, Tito’nun egemenliğinin etkinliğini kabullenmektedir. Yani: Bosnalı Müslümanlara toplanan paralar; gerek siyasi açıdan ve sanırım gerekse maddi açıdan gönderilmek istenilmemektedir. Ancak: elbette, bu durumda, böyle bir paranın paylaşımı, bu parayı bilenler arasında sorun yaratacaktır. Toplanan paraların, doktor tarafından muhafaza edildiği öne sürülmüştür.
Cinayeti işleyen Neşet Orbay’ın, aynı dönemde casusluk faaliyetleri içinde bulunduğu ve bir şekilde bu miktarı belli olmayan paradan haberi olduğu, paranın paylaşımında sorunlar bulunduğu; en büyük muhtemel neden olarak düşünülmektedir.
Son bir not: aynı dönemde, İstanbul’a gelen ünlü yazar Agatha Cristi: bu cinayet ile ilgili olarak bilgi toplamıştır. Tüm bunlar, olayın birçok yönü bulunduğu konusunda, minik ayrıntılar olarak değerlendirilebilir. Ben şahsen: bu olayın altında yatan gerçeğin: cinayetin işlenmesi açısından temelde; para ( günümüze kadar olan süreçte, toplanan bu paranın miktarı ve akibeti öğrenilememiştir) olduğu, paranın paylaşımında sorun yaşandığı düşünülebilir. Peki: cinayette Nevzat Tandoğan’ın rolü derseniz? Bence: Nevzat Tandoğan, bu olaya iki şekilde girmiş olabilir. Birincisi: yine paranın paylaşımı, ikincisi ise: Ankara şehrindeki otoriter yapısı, hukuki ve siyasi olaylara olan yaklaşımı, aşırı ilgisi ve olaya karışanın Genelkurmay Başkanının oğlu ve kendi okul arkadaşı olması nedeniyle, duygusal bir yardım etme içgüdüsü olabilir.
Yine de, sonuç yani son yargı: gerçekçiliği kanıtlanamamış tüm bu yargıların yanında: siz okurların özgür ve bağımsız yargısıdır.
Başkent Ankara’da yaşayanlar veya yolu düşüp te, buralarda bir süre kalanlar: büyük ihtimalle, Kızılay ile Çankaya arasında, Ankara’nın belki de merkezi sayılabilecek veya merkezi sayılmasa da, birkaç merkezi yeri ve özellikle şehrin marka otellerini barındıran bu semtine mutlaka gitmişler, buradan geçmişlerdir. Yani: Ankaralı olup ta “Tunalı Hilmi Caddesini” bilmeyen, sanırım az sayıdadır. Caddesi olduğu kadar, hemen köşesindeki yani başlangıç noktasındaki bir parkı ile de, Ankaralılar tarafından bilinir. Evet “Kuğulu Park”, hani son yıllarda nispeten yol yapım çalışmaları nedeniyle küçülse de, hala içindeki küçük havuzda salına salına yüzerek, gelen ziyaretçilerin ilgisini çeken güzel park.
Ben, her gün araba ile geçtiğim, Tunalı Hilmi Caddesinin isminin geldiği “Tunalı Hilmi” denen kişiyi merak ettim ve bir araştırma yaptım. Kimdir, nedir, buraya ismi verilecek kadar önemli bu şahsın özelliklerini araştırdım ve buyurun, aşağıda bu konuda, kısa-öz bir yazı, sizleri aydınlatacaktır.
Hilmi Bey: 1871 yılında, günümüzde Bulgaristan sınırları içinde kalan “Eskicuma” şehrinde doğar. Şehir, Tuna nehri kıyısında olduğu için, sonraki yıllarda, Hilmi Bey’e “Tunalı” lakabı takılır ve Tunalı Hilmi olarak anılmaya başlanır. Hilmi Bey; 1877 yılı Osmanlı-Rus savaşı nedeniyle, ailesiyle birlikte İstanbul’a göçerler. Ancak, İstanbul’da babasının görevi nedeniyle fazla kalamazlar ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinde dolaşırken, Hilmi Bey: askeri okula girmeye karar verir.
Önce: Fatih Askeri Rüştiyesi, ardından Kuleli Askeri Tıbbiye İdadisi ve takiben Gülhane Askeri Tıbbiyesinde eğitim görmeye başlar. Aynı dönemde, II. Abdülhamit’in Sultan olduğu çalkantılı dönem yaşanmaktadır. Bu dönemde: Hilmi Bey ve arkadaşları, “Teşvik” isimli bir el yazması gazete çıkararak, dönemin yönetimini eleştirmeye başlarlar. Yine aynı dönemde, Hilmi Bey: “İttihat-ı Osmani Cemiyeti” ne üye olur. Ancak: Osmanlı yönetimi cemiyetin faaliyetleri ve üyeleri hakkında bilgi sahibi olunca, üyeler, ülkenin çeşitli yerlerine sürgüne gönderilmeye başlanır. Bunun üzerine, Hilmi bey, bir kısım arkadaşı ile yurt dışına kaçar ve kendisi İsviçre-Cenevre şehrine yerleşir.
Cenevre şehrinde: Cemiyetin Cenevre şubesini kurar. Hatta: 1896 yılına gelindiğinde, Cemiyetin yani “İttihat ve Terakki Cemiyeti” nin genel merkezi, Cenevre şehrine taşınır. Bunun üzerine, Cenevre şehri, Jön Türklerin merkezi haline gelir. Hilmi Bey: bu dönemde, büyük bir direnişçi olarak, Osmanlı yönetiminin gündemindedir. Osmanlı yönetimi: kendisinin bu direnişini kırabilmek için, ülkede bulunan babası ve kardeşlerini çeşitli yerlere sürgüne gönderir ve babası, bu sürgün sırasında ölür. Hilmi Beyin, Osmanlı yönetimine karşı kini iyice büyür. Ancak, ekonomik sıkıntılar Hilmi bey ve arkadaşlarını olumsuz etkiler ve yayın organlarının yayınlarını kesmek karşılığında Osmanlı yönetimiyle anlaşarak, Avrupa’daki çeşitli yerlerde elçilik görevlerine atanırlar. Hilmi bey de, bu sırada Madrit Büyükelçiliğine atanır. Yine de içindeki direniş ruhu durulmaz ve Osmanlı yönetimi aleyhindeki hareketlerine devam eder. Bu davranışları yönetim tarafından öğrenildiğinde ise, elçilikteki görevinden alınır.
Zamanla, II Meşrutiyet ilan edilir ve Abdülhamit tahtan indirilir. Bunun üzerine, diğer direnişçiler gibi, Hilmi bey de İstanbul’a döner. Çeşitli yayın organlarında yazılar yazar. Ülkenin çeşitli yerlerinde “kaymakamlık” görevlerinde bulunur. 1919 yılı öncesinde, Bolu mebusu olarak, son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na girer. Ancak: 1920 yılında İstanbul işgal edilip, meclis çalışamamaya başlayınca, İstanbul’dan ayrılıp, Anadolu’ya geçer.
Bu sırada, Ankara’da kurulan, TBMM ne, Bolu milletvekili olarak katılır.
1’nci dönem milletvekili olarak görev yaptığı bu yıllarda, Meclis’te: kadın hakları, Türkçenin kullanılması, kadın hakları, işçi hakları gibi konularda, o dönemin, bağnaz ve sıkıntılı ortamında, konuşmaları ile ortamın sık sık gerilmesine neden olur.
Düzce ayaklanmasının bitmesinde etkin rol oynar. Fransızlar tarafından, Karadeniz Ereğlisi’nin işgal edilmesine karşı yapılan eylemlerde, başrolde, yine Hilmi bey görülür. Daha önce, Ereğli kaymakamlığı yaptığı için, gerek bölgeyi ve gerekse bölge halkını çok iyi bilmektedir. Ereğli maden işletmelerinde çalışan işçilere, bir kısım sosyal hak sağlanması için girişimlerde bulunur. Meclis çalışmaları sırasında, Arapça olan bir hutbeyi Türkçeye çevirir ve bu olay, ülke çapında büyük tartışmalara neden olur. Her alanda Türkçenin kullanılması için kanun teklifi verir, ancak Besim Atalay dışında hiçbir vekilden destek alamaz.
Ama bu dönemdeki en büyük çabası: kadınlar için seçme-seçilme hakkının sağlanmasıdır. Bu dönemde, Mecliste yaşanan bir olay, şu şekilde gelişir: Mecliste, 20 bin erkeğin yaşadığı yerlerin “seçim bölgesi” olarak kabul edilmesi tartışılmaktadır. Hilmi Bey, kürsüye gelir ve kadınlara seçme-seçilme hakkı tanınmasını, eğer tanınmıyorsa, bari nüfuslarının sayılmasını ister. Bunun üzerine, sıralarda oturan vekiller, sıralara elleriyle, yerlere ayaklarıyla vurmaya başlarlar ve bunun üzerine, Hilmi Bey, şunları söyler: “Efendiler, ayaklarınızı yerlere vurmayınız. Benim mukaddes analarım, mukaddes bacılarımın başına vuruyorsunuz ayaklarınızı. Benim anam, babamdan yüksektir.”
Evet, Tunalı Hilmi bey’in Meclis çatısı altındaki icraatlarının bir kısmı bunlardır ve gizli oturumlarda konuşulan bu konular, her ne kadar, kanunlaşarak gündeme gelmemiş olmasına rağmen, Büyük Önder Atatürk tarafından devrimlerinin ortaya çıkışı ve yürütülmesi için, bir zemin hazırlaması açısından önem taşımaktadır.
Cumhuriyetin ilanının ardından, 1923-1927 yılları arasında, Hilmi bey, bu kez “Zonguldak” milletvekili olarak TBMM ne seçilir.
Bu II’nci dönem milletvekilliğinde de, yine toplum içinde sosyal hakların savunulması, Türkçenin kullanılması konularında şiddetli tartışmaların odağında, Hilmi bey görülür.
Özellikle: 1923 yılında, milletvekili olarak bulunduğu dönemde, TBMM de yaşanan bir olay, ibret vericidir. Tunalı Hilmi Bey, meclis kürsüsünde, yukarıda belirttiğim konularda konuşurken, sıralarda oturan vekillerden birinin “şerefsiz” şeklindeki bir sataşmasına maruz kalır ve bunun üzerine “Eğer bu Hilmi şerefsiz ise, ona, ikiden biri düşer. Ya, rovelberi çeker ve beynine bir kurşun sıkar. Ya da, Allahaısmarladık der, Meclis’ten çıkar gider. Eğer şerefsiz denen o Hilmi bunu yapmazsa, Meclis onu kulağından tutar, fırlatır atar. Eğer atmasa, Meclis şerefsiz olur”
Tüm bu siyasi çalışmaları sırasında, Hilmi bey, 1930’lu yıllarda, günümüzde Tunalı Hilmi caddesi ve yöresinde bulunan, bağları satın alır. Zamanla, kendisine ait olan bu bağlar parça parça başkalarına satılır ve önceleri bahçeli küçük evler şeklinde oluşan yapılaşma, 1970-1980’li yıllar arasında büyük apartmanlar şeklinde gelişmeye başlar ve günümüzdeki cadde ortaya çıkar.
1928 yılına gelindiğinde; Hilmi bey hasta olur ve tedavi için gittiği İstanbul’da, tüberküloz hastalığından ölür. Vasiyeti üzerine cenazesi Ankara’ya getirilir ve Cebeci Asri Mezarlığına gömülür.
Evet: özellikle: “Türk kadını” ve “Türk işçisi” nin sosyal yaşamdaki haklarının savunulması konusunda büyük emekler sarfeden bu büyük insanın isminin: Ankara’nın önemli bir caddesine verilmiş olması; sonuna kadar haklı bir karar olarak önümüzdedir. 2006 yılında, evet, uzun bir aradan sonra, kendisinin heykeli, Çankaya Belediyesi tarafından, kendi adını taşıyan caddenin hemen köşesindeki “Kuğulu Park” içine yerleştirilir.
Ben şahsen, bu güne kadar: gerek kadınlarımız ve kadın örgütleri ve gerekse işçilerimiz ve işçi örgütleri tarafından “Tunalı Hilmi” isminin anıldığını pek duymadım. Halbuki, yukarıda kısaca söz ettiğim gibi, bu insan, bu konularda, günümüzden yıllarca önce ve o günün bağnaz şartlarında üst düzey mücadele vermiş ve hakların kazanılmasında büyük emek vermiştir.
Sanırım bu satırları okuyan sizler: benim gibi, önceleri pek dikkat gösterilmeyen bu isme yani “Tunalı Hilmi” ye ve Tunalı Hilmi Caddesine daha anlamlı bakacaksınız. Çünkü: bu kişi: tüm hayatı boyunca, Türk insanı, Türk kadını, Türk işçisi, Türk köylüsü için, bunların daha fazla özgürlük ve sosyal haklara sahip olmaları için; o güç şartlarda çaba sarfetmiştir.
23 Nisan 1920 tarihinde, o günlerdeki, sıkıntılı ve mahrum Ankara şartlarında, Türkiye Büyük Millet Meclisi, günümüzde de ziyaret edilebilen tarihi binasında kurulur ve çalışmalarına başlar. Gerçekten bugün de ziyaret ettiğinizde göreceğiniz gibi, çalışma şartları sıkıntılıdır, tahta sıralar, masalar ve ısınmak için kullanılan büyük sobalar, bugünün şartları ile mukayese edildiğinde, ülkemizin hangi şartlarda kurtarıldığı ve Cumhuriyetimizin hangi şartlarda ilan edildiği, ülkenin ilk gelişimi adımlarının hangi şartlarda atıldığı çok daha iyi anlaşılabilir.
Meclis ilk kurulduğunda, herhangi bir düzenli polis teşkilatı olmadığını için, sanırım, Büyük deha ve düşünür Atatürk tarafından, Meclisin korunması için, ülkenin en büyük gurur kaynağı ve güven simgesi askere görev verilmiştir. Yani: Meclisin korunması için, 9 mangalı, yani 90 askerden oluşan bir askeri birlik oluşturulmuş ve başlarında, Piyade Üsteğmen İsmail Hakkı Tekçe ile birlikte, 18 Temmuz 1920 tarihinde göreve başlamışlardır. Elbette: Meclis gibi yüce ve kutsal bir kurumun, her durumda, korunması bir gerekliliktir ve çalışmaların huzurlu ve güvenli bir ortamda yapılabilmesi ve Cumhuriyet ve Meclis düşmanlarının bertaraf edilmesi için böyle bir koruma gereklidir.
Daha sonra: 3 aylık bir sürenin sonunda: 16 Ekim 1920 tarihine gelindiğinde, korumanın etkinliğinin arttırılması için, koruma birliğinin büyütülmesine karar verilmiş ve daha önce yalnızca 1 bölük seviyesindeki askeri düzen, üç katına çıkarılarak “Meclis Muhafız Taburu” oluşturulmuştur.
Malüm, bu sırada, kurtuluş mücadelesi devam etmektedir. Görülen lüzum üzerine, Meclis Muhafız Taburu da, 1921-1923 yılları arasında, Meclis’te az bir kuvvet bırakarak: II. İnönü, Sakarya ve Büyük Taarruz çatışmalarına katılmış ve şehitler vermiştir. Ulusal mücadelenin başarıyla sonuçlanmasının ardından ise, yine, asli görevi olan Meclis’e dönmüştür.
1953 yılına gelindiğinde, bu kez: Tabur seviyesindeki birlik, 3 katı büyütülmüş ve ismi “Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı” olmuştur. Çünkü: aynı dönemde, Cumhurbaşkanlığı köşkünün de, korunması ihtiyacı ortaya çıkmış ve yeni kurulan birliğe: gerek Cumhurbaşkanlığı köşkü ve gerekse TBMM Koruma görevleri verilmiştir. Yeni düzenlemede: Anıtkabir’i ve İstanbul’da bulunan Milli Sarayları korumakla görevli askeri birlik te, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanlığına bağlanmıştır.
1960 yılında, TBMM, günümüzdeki büyük komplekse taşınınca; Meclis Muhafız Taburu da, yeni yerinde, 800 kişilik bir askeri kuvvetle görevine devam etmiştir. Bu arada; gerek Cumhurbaşkanlığı köşkünde, gerek TBMM de, gerek Anıtkabir’de ve gerekse Milli Saraylarda görevli bu askeri birlikler: koruma görevinin yanında, ulusumuzun gururunu yansıtan görüntüler sunmalarıyla da önem kazanmıştır. Özellikle: bu önemli kurumlarımızda nöbet tutan askerler, gerek duruşları ve gerekse nöbet değişim törenleriyle, yabancılar ve Türk milletinin fertlerinin, izlediklerinde takdirini kazanan görüntüler ortaya koymuşlardır.
Unutmamak gerekir ki, aynı durum: yurt dışında da, birçok ülkede görülmektedir. Örneğin: İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da, Yunanistan’da; ülke askeri güçlerinin, özel yerlerde koruma görevi yürütmesi, demokratik yönleri tartışma götürmez bu ülkelerin demokrasilerine en ufak bir negatif görüntü yaratmamaktadır veya en azından o ülkelerin yöneticileri veya halkı, bundan rahatsızlık duymamaktadırlar.
2003 yılına gelindiğinde, bir Sayın milletvekili: “Odamda, akşama kadar askerlerin sofra duası ve marşlarını dinlemek zorunda kalıyorum. Kendimi askeri kışlada gibi hissediyorum” şeklinde konuştuğunda, Genelkurmay Başkanlığı tarafından “TBMM Muhafız Tabur Komutanlığının, Ulu Önder Atatürk’ün direktifleriyle kurulduğu, Meclis’de devlet-ulus birlikteliğinin sembolü olduğu ve TSK, bu tür söylemlerden derin üzüntü ve endişe duyduğu” beyan edilmiştir.
Bunun üzerine: ilgili Sayın milletvekili, Partisi disiplin kurulu tarafından “uyarı” cezası ile cezalandırılmıştır.
Burada hani marşlar konusunda bir şey söylemek mümkün değil ( ama unutmamak gerekir ki, askerin söylediği marşlar, ulusal birlik, bütünlük ve gücü ifade eder) öte yandan, askeri sofra duasından rahatsız olmayı anlayamıyorum. Çünkü: askerin sofra duası, bilmeyenler için “TANRIMIZA HAMDOLSUN, MİLLETİMİZ VAROLSUN” şeklindedir ve milletin varlığının en büyük temennisi, günde 3 kez, yüzlerce asker tarafından, bence de doğru olduğu şekilde, yürekten ve güçlü bir ses ile dile getirilir, bu 4 kelime, insanı gururlandırır, rahatsızlığı anlamak mümkün değil.
2010 yılına gelindiğinde ise, dönemin Sayın TBMM Başkanı, Meclis Muhafız Taburunu ziyaret etmiş ve şunları söylemiştir. “Gözbebeğimiz Taburumuz, Meclisimizin huzur ve güvenine üstün katkılarda bulunmaktadır. Aziz Atatürk’ün talimatlarıyla kurulan bu birlik, milli mücadele de, cephede de savaşmıştır. TBMM gibi, Meclis taburumuz da gazidi.” Ne gurur verici ve onore edici sözler.
Yıl: 2011, en son olarak o gurur verici ve onore edici sözlerin üzerinden, bir yıl geçmiştir.
30 Kasım 2011 tarihinde, TBMM çatışı altında; yeni “Meclis Teşkilat Yasası” onaylanmıştır. Bu yeni yasaya, eskidenden farklı olarak: “TBMM’nin bütün bina, tesis, eklenti ve arazilerinde: kolluk ve yönetim hizmeti, TBMM Başkanlığı eliyle düzenlenir ve yürütülür. Emniyet ve diğer kolluk hizmetleri için, İçişleri Bakanlığı tarafından, yeteri kadar kuvvet, TBMM Başkanlığına tahsis edilir” hükmü konulur.
Evet: bu özellikle hazırlanan bir maddedir ve TBMM bundan böyle: İçişleri Bakanlığı tarafından, yeteri kadar tahsis edilecek emniyet ve kolluk hizmeti tarafından korunacaktır.
Bunun üzerine: TBMM Muhafız Taburu, 2010 yılındaki Sayın TBMM Başkanının değerli sözleriyle “TBMM’nin gözbebeği, Meclisin huzur ve güvenine üstün katkıları bulunan, Aziz Atatürk’ün talimatıyla kurulan, milli mücadele de cephede savaşan, TBMM gibi gazi olan” bu birlik: lağv ( Türkçesi, ortadan kaldırılarak) edilerek, TBMM’den uzaklaştırılmıştır.
1963 yılının, Şubat ayında, Ramazan dönemi. Soğuk ve karlı bir Ankara günü yaşanmaktadır. Saat: 15.30 civarıdır.
Derken, birden, Ulus meydanı bölgesinde büyük bir gürültü ve ardından patlama duyulur. Ardından, büyük alevler ve dumanlar, gökyüzünü kaplar ve Ankara’nın birçok yerinden görülür.
Sonra anlaşılır ki: havada çarpışan iki uçak; Ulus semtine düşmüştür.
Daha sonra: olayın ayrıntıları ortaya çıkar.
Ankara’da: bez kanatlı uçaklar, Cumhuriyetin ilk yıllarında, günümüzdeki Tandoğan Meydanının bulunduğu yerdeki meydana inerlerdi. Daha sonra Etimesgut Havaalanı ve sonunda, Esenboğa Havaalanı hizmete girer.
Lübnan Havayollarına ait: Londra’dan Beyrut’a gitmekte olan yolcu uçağı: benzin almak üzere, Esenboğa havaalanına iniş için tur atarken, Ankara üzerinde keşif uçuşu yapan: Türk askeri nakliye uçağı ile havada çarpışırlar. Bunun üzerine, her iki uçak, Ulus semtine düşerler. Lübnan yolcu uçağı: Ulus Zincirli camisi yukarısında, Hükümet Caddesindeki Kuyulu Kahvenin yerine yapılmış olan Ticaret Han ile Sebze Hali arasındaki alana düşer. Askeri uçak ise: Bent Deresi caddesi üzerine düşer.
Yolcu uçağında bulunan: 17 mürettebat ve uçakların düştükleri yerlerde bulunan 87 kişi ölür. Yaralı sayısı ise, çok daha yüksek miktarlardadır.
Özellikle: günümüzdeki Oğultürk Han’ın bulunduğu yerdeki, 2 katlı binada hizmet veren “İstanbul Bankası”nın şubesinde bulunanlar, gerek müşteriler ve gerekse çalışanlar demir pencerelerden dışarı çıkamamışlar ve yanarak-boğularak ölmüşlerdir. Çünkü, Lübnan uçağı, tam bankanın giriş kapısı önüne düşmüştür. Yangın merdiveni bulunmadığından, bankadan çıkış mümkün olmamıştır.
Zaten: Zincirli camisine düşse imiş: o sırada, namaz kılmakta olan yüzlerce kişinin ölmemesi mümkün değildi.
Ticaret Han üzerine düşen uçak: Ticaret Han ile, hemen yanındaki Raşit Efendi Apartmanı arasında, büyük bir çukur açılmasına neden olur. Uçağın yanmış aksamı ve tekerlekleri, çevreye yayılır. İtfaiye, derhal olaya müdahale eder ve köpük sıkarak yangını söndürmeye çalışır. Çünkü: düşen uçağın akaryakıtı, düştüğü bölgeyi tamamen bir alev topu haline getirmiş ve çıkan kara dumanlar, Ankara’nın birçok yerinden görülmektedir.
Bu kaza: tüm Ankaralıların belleklerine yerleşmiştir. Çünkü: olay, ancak saat: 19.00’da radyolar kanalıyla halka yansıtılır ve birçok Ankaralı, o ana kadar evine ulaşamayan yakınlarının telaşına düşer.
Düşünebiliyormusunuz, herhangi bir nedenle, Ulus’ta dolaşan, gezinen insanlar, tepelerine bir uçak düşüyor ve yanarak, feci şekilde ölüyorlar. Peki ya yakınları. Kendilerini bekleyen yakınları, ölüm haberini alınca, elbette bu olayın unutulmaz sonuçları insanları yoğun şekilde etkiliyor.
Evet: olayın sonrasında, 87 kişi, Ankara’da; Cebeci Mezarlığında defnedilmiş ve diğer birçok cenaze, memleketlerine gönderilmiştir. Takip eden günlerde, hastanelerde tedavi altında bulunanların da ölmesiyle, toplam ölü sayısı: 120 olarak ortaya çıkmıştır.
2011 yılının Kasım ayında: televizyon izlerken bir haber dikkatimi çekti. İranlı bir askeri yetkili; herhangi bir savaş anında, ilk hedeflerinin başında, ülkemiz toprakları üzerinde, Malatya’da kurulan “Nato Füze Kalkanı” nın bulunduğunu söylediğini duydum. İnanmak mümkün değil, alenen tehdit. Öte yandan: Nato adı altında, Nato’nun güçlü üyeleri tarafından, ülkemiz topraklarında kurulan bir tesis. Adı, Füze Kalkanı, yani doğudan denilse de aslen İran üzerinden, Avrupa ve İsrail üzerine gelebilecek bir füze saldırısının önceden haber alınması.
Sonuçta: bunları duyunca, geçmişte, yine ülkemiz topraklarında, başkaları tarafından kurulan füze üsleri nedeniyle, yine başkaları tarafından nasıl tehdit edildiğimiz ve farkında olmadan nasıl çeşitli tehlikelere maruz kaldığımızı hatırlamak amacıyla, bir araştırma yaptım ve fazla uzun olmadan, sizlere aktarıyorum.
1949 yılında, Amerika’nın atom bombasına sahip olma konusundaki tekeli biter ve Sovyetler Birliği, dünya üzerinde atom bombasına sahip bir diğer ülke olarak gündeme oturur. Ayrıca: Kore Savaşında, kesin bir zafer kazanamayan Amerikan askeri güçleri: Sovyetler Birliğinin, dünya üzerinde yükselişe geçen askeri gücünün tedirginliğini yaşamaya başlar. Bu tedirginlik sonucu: Amerikan casus uçakları, Sovyetler Birliği toprakları üzerinde turlar atarak, Sovyet askeri güçlerinin ulaştıkları seviyeyi öğrenme ve Sovyet topraklarının ayrıntılı haritalarının çıkarılması ve hava fotoğraflarının çekilmesi gayreti içine girerler.
1 Mayıs 1960 tarihine gelindiğinde ise, Sovyetler Birliği toprakları üzerinde: bir Amerikan casus uçağı düşürülür. Aslında, casus uçaklarının faaliyetleri uzun zamandır bilinmesine rağmen, ilk kez, bir uçağın Sovyetler Birliği toprakları üzerinde düşürülmesi, olayın, dünyanın gözü önünde artık saklanamayacak boyutlara ulaştığının en büyük kanıtı olmuştur.
Ancak: bu kanıt; Sovyetler Birliğinin, çevresinde bulunan NATO ülkelerine, bu Amerikan casus uçaklarının faaliyetlerine izin verilmemesi konusundaki ısrarlı uyarılarına sebep olur. Bu uyarıları ilk alan ülkelerden biri ise, Sovyetler Birliğine en yakın ve toprakları üzerinde birçok Amerikan üssü bulunan Türkiye’dir.
Hatta: 5 Mayıs 1960 tarihinde, Sovyetler Birliği lideri: işi daha da ileri götürerek, herhangi bir saldırı sırasında, Sovyetler Birliğinin, Amerikan güdümlü füzelerine karşılık vereceği ve kendilerine karşı yapılacak saldırıda kullanılan üslerin, yok edileceğini söyler. Biraz önce söylediğim gibi, Sovyetler Birliği topraklarına en yakın konumda, Türkiye’deki Amerikan üsleri bulunmaktadır ve bu tehdit içeren bu sözler, doğrudan Türkiye’yi ilgilendirmektedir. Aynen, günümüzde İranlı askeri yetkilinin söylediği gibi.
Elbette, bu durum, ilk başta kabul edilmedi. Ancak: düşürülen uçağın sağ kurtulan pilotu; Sovyet askeri güçlerine verdiği bilgilerde: bağlı bulunduğu hava birliğinin, uzun bir süredir, Adana-İncirlik üssünde konuşlu bulunduklarını itiraf eder. Bunun üzerine: Amerika durumu kabullenir ve 25 Mayıs 1960 tarihinden sonra, bu casus uçaklarının faaliyetlerine son verilir. Ancak: bu olay sonucunda, Türkiye, topraklarındaki üslerin, ulusal güvenliği açısından ne ölçüde tehlike yarattığının farkına varmış olur.
Tüm bunlara rağmen, Amerika, 1959 yılında yapılan bir anlaşma sonucu, 1961 yılında, Türkiye’deki üslere, Jüpiter füzeleri yerleştirir. Ancak, elbette, bu füzeler ve ülke topraklarına yerleştirilmesi konusunda, Türk halkının herhangi bir bilgisi bulunmamaktadır. Ancak: burada başka hassas bir konu daha var. Jupiter füzeleri: Amerika’nın daha teknolojik olan Polaris füzelerinden daha basit, zayıf ve saldırıya açık silahlardır. Özellikle, Amerikan Başkanı Kenedy, topraklarımız üzerine, Jupiter füzelerinin yerleştirilmemesi konusunda çabalarına karşılık, bizim ülkemiz siyasileri, Sovyet tehlikesine karşı, bu füzelerin yerleştirilmesini istemişlerdir. Halbuki: herhangi bir çatışma durumunda, Rusların, ilk hedefleri, bu füzelerin olduğu yerler yani ülkemiz topraklarıdır. Hatta, o dönemlerde, ülkemizi ziyaret eden bir kısım Amerikalı yetkiliyle yapılan toplantılar sırasında, ülkemize karşı olan Sovyet daha doğrusu “Komünist” tehlikesi sürekli gündemde tutularak, yeni yeni silahlar, daha fazla silahlar ve askeri güç istenilmiştir.
Derken, Ekim 1962 yılı gelir ve bu kez, bir kriz daha çıkar. Bu kere, olay mahalli, ülkemize bir hayli uzakta olmasına rağmen, sonuçları itibarıyla, ülkemizi doğrudan etkilemektedir. Belirttiğim tarihte, Sovyetler Birliği, müttefiki olan ve hemen Amerika’nın yanıbaşında bulunan Küba ülkesine, nükleer başlıklı füzeler yerleştirir. Çünkü: Küba’da bulunan “Castro” rejimine destek olunmak istenmektedir.
Bu durumda, iki süper güç arasında, yeniden büyük bir kriz doğar. Amerika: Küba topraklarındaki Sovyet füzelerinin, Sovyetler Birliği ise, Türkiye topraklarındaki Amerikan füzelerinin sökülmesini isterler. Bu istekler karşılıklı tavizler verilerek ortaya konur. Amerika: Sovyetler Birliği tarafından, Türkiye’nin toprak bütünlüğü ve bağımsızlığına saygı gösterilmesini şart olarak öne sürer. Sovyetler Birliği tarafından ise, Amerika’nın, Küba toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına karışılmaması şartı ortaya sürülür.
Bunun üzerine, Amerika Başkanı Kenedy: Küba’daki füzelerin sökülmesi durumunda, Küba’nın toprak bütünlüğüne saygı duyulacağını söyler. Ancak: Türkiye’deki füzelerin, sökülmesi konusunda, kesin güvence vermekten imtina eder. Açıkça belirtilmeyen bazı hususlar, Amerika’da aynı dönemde başkanlık seçimi olması nedeniyle, kapalı kapılar ardında yürütülür ve 13 gün süren ve dünyayı bir nükleer savaşın eşiğinden döndüren kriz sona erdirilir.
İşte geçmişte yaşanan ve halk olarak pek de farkına varmadığımız krizler bunlardır. Aslında: söylediğim gibi, talep yalnızca dış güçlerden değil, ülkemiz siyasilerinden de gelmiştir. Konuyu, bu doğrultuda değerlendirmek gerektiğini unutmamak gerek. Önemli olan nedir? Bu ülke topraklarının korunmasında, kendi gücümüze güvenmek ve yabancı güçleri ülkemiz toprakları üzerinde, konuşlandırmamak değilmidir?