Son yıllarda, Yunanistan’dan ülkemize sıkça gelen Yunanlılar: ataları olarak kabul ettikleri bir kısım Rum’un daha önce yerleşerek yaşamlarını sürdürdükleri yerlerde geziniyorlar ve eminim ki, içten içe, buraları kendilerine hak görüyorlardır.
Hatta: bu yerleşim yerlerindeki metruk dini yapıları gezdiklerinde ise, bu dini yapılarda yurdum insanının yaptığı bölgesel tahribatı görüp; mutlaka yine içten içe kin duygularının egemen olduğu bir hayıflanmaya da giriyorlardır. Ancak: tabii bu durum madalyonun bir yüzü.
Onlar rahatça gelip, Anadolu toprakları içindeki her türlü bölgede istedikleri yeri ziyaret edebiliyor ve istediklere yere gidebiliyorlar. Peki ya bir zamanlar, Anadolu’dan Yunan topraklarına sürülen binlerce Rum; Türk resmi idaresinin aldığı bir kararın tek taraflı mağdurlarımı idi? Elbette hayır. Öncelikle, mübadele olayına karar veren ve bunu isteyen: dönemin Yunan idaresi yani Venizelos idi. Bunun yanında: Yunan toprakları üzerinde yüzlerce yıl yaşayan, binlerce Türk ve Müslüman uyruklu insan da, yaşadıkları toprakları, mal-mülklerini ve dini yapılarını bırakarak, Anadolu topraklarına göç etmek zorunda kaldılar. İşte en hassas nokta bu. Çünkü: bu insanlar, bugün gidip Yunan toprakları üzerinde, bir zamanlar yaşadıkları yerleri görme şansına sahip değiller. Çünkü: bu insanların bir zamanlar yaşadıkları yerler: Yunanlılar tarafından yok edilmiş durumdadır.
Yunanlılar, yüzlerce yıl Yunan topraklarında hüküm süren Osmanlının hiçbir eser bırakmadığını iddia ederler ve bunu elbette bir propaganda aracı olarak kullanırlar. Ancak: bilinen en büyük gerçeği saklayamazlar. Çünkü: bağımsızlık kazandıktan sonra, içlerindeki Türk düşmanlığı ile, bütün Osmanlı eserlerini yıkarak yok etmişlerdir.
Benim yurdum insanı, onların yaşam yerlerine, kendi veya sevdiğinin ismini boya ile yazmayı yeğlerken ( ki buna da karşıyım aslında), onlar bu tür yapıları, sadece Türk düşmanlığı etkisiyle, yıkarak yok etmişlerdir. Mimari özellikleri olan dini yapılarımızı ise: yani camilerimizi, kiliseye çevirerek kullanmaya devam etmişlerdir. Aynı şeyi bizimkilerde yapmış, yani kiliseleri camiye çevirmişler, ama bizimkiler bu tutum nedeniyle tenkit ediliyor, niye, çünkü: bizim yaptığımız reklam ediliyor, ama onların yaptıkları, ortada görülmüyor. Bugün, Avrupa başkentleri içinde, cami bulunmayan tek başkent: Atina. Yok mu, var ama kullanımına izin verilmiyor, depo olarak muhafaza ediyorlar. Peki, gerek Ankara ve gerekse İstanbul’da, bir Ortodoks hıristiyan’ın ibadet etme şansı yokmu? Elbette var, özellikle İstanbul’da, en büyük dini kurumları olan “Patrikhane” var.
Neyse, tüm bunları söyledikten sonra, olayın çıkış noktasına bakalım. Çıkış noktası: 1923 yılı, ismi: Mübadele. Yani: daha açık bir ifade ile, Nüfus değişimi.
1923 yılında Kurtuluş savaşı bitmiş ve Lozan Antlaşması imzalanıyor. Antlaşmanın birçok maddesi yanında, ek bir protokol var. Bu protokol gereğince: Türkiye ve Yunanistan ülkeleri; kendi topraklarında yaşayan yurttaşlarını, din esası üzerinden, zorunlu göçe tabii tutacaktır. Yukarıda sözünü ettiğim gibi, bu talep: Yunan idaresinden yani Venizelos’tan geliyor. Niye? Venizelos savaştan sonra, Yunan topraklarının kendi elinde kalmasına şükrediyor ve Yunan topraklarında yabancı unsurların barınmasından korkuyor.
Mübadele sonucunda: Anadolu topraklarında yaşayan 1.104.217 (bu rakam: 1928 yılında Yunanistan’da yapılan nüfus sayımında, ülkede yaşayan ve Türkiye’den göçmüş, göçmen vatandaş sayısıdır) Hıristiyan kökenli Rum ve Yunanistan topraklarında yaşayan 463.535 (bu rakam: mübadeleyi teşkilatlandıran mübadele komisyonunun resmi rakamıdır. Ancak, mübadele işlemine dahil kabul edilen, Balkan savaşında, Anadolu’ya göçmüş 125.000 Türk, bu sayının içinde değildir) Müslüman kökenli Türk; karşılıklı değişime tabii tutulmuşlardır. Yani, daha açık bir ifade ile, zorunlu göçe tabii tutulmuşlardır. Değişimin büyük bölümü: 1923-1924 yılları arasında olmuş olmasına rağmen, aralıklarla, 1930 yılına kadar devam etmiştir.
Bu mübadelede, sadece bir kısım istisna tutulmuştur. Şöyleki: Türkiye’de: İstanbul, Bozcaada ve Gökçeada’da yaşayan Rumlar ve Yunanistan topraklarında ise: Batı Trakya bölgesinde yaşayan Türkler. Ancak, burada da büyük rezillik var. Şöyle ki: bu kalanların, her iki ülke tarafından vatandaşlığa alınması ve vatandaş olarak kabul edilmeleri konusunda mütekabiliyet prensibi doğrultusunda anlaşmaya varıldı. Bunun sonunda, özellikle İstanbul’da yaşayan Rumlar, vatandaşlığa alındılar ve aynen Türk vatandaşları gibi haklara sahip oldular. Peki, ya Yunanistan’daki Türkler? Evet, Yunanistan Batı Trakya’daki Türkler, bırakın yeni haklara sahip olmayı, ellerindeki haklar geri alındı, sürekli taciz edildiler ve hatta yaşadıkları yer “Birinci derece askeri bölge” ilan edilerek, büyük bir baskı altına alındılar.
NEDEN:
Neden, böyle bir uygulamaya gerek duyulmuştur? Sanırım: 1915 yılı devamında, Anadolu topraklarında büyük vahşete neden olan Yunan askeri: 1922 yılında yaşadığı büyük hezimetin ardından, kendi ülkesine gittiğinde, bütün kinini ve hıncını, orada yaşayan Türklerden alacaktı. Aynı şekilde: Yunan işgali sırasında, fütursuzca bu işgali destekleyen Anadolu’daki Rum unsurların büyük bölümü, işgalin ardından zaten korkudan arkalarına bakmadan kaçmışlardı. Kalanlar için de, işgal yıllarında yaşanan vahşetin büyük ölçüde sorumlusu ve ortakçısı oldukları; hiç kimsenin aklından çıkmayacak bir gerçekti. Onlar da bunun bilincindeydi.
Dolayısıyla: böyle bir karşılıklı değişim yapılmasının temelinde, sanırım bu insanların güvenliklerinin sağlanması ana tema olarak düşünüldü ve her ne kadar uzun süre yaşadıkları topraklardan ayrılmaları zor da olsa: tarih içindeki olayları, olayın geçtiği o dönemdeki şartları düşünerek yargılamak lazım. Yani, şu an için elbette böyle bir uygulama geriye dönüp bakıldığında pek uygun gelmese de, o günün şartlarında böyle bir uygulamanın şart olduğu bariz.
SONUÇ:
Mübadele sonucu yer değiştiren insanlar: büyük oranda, birbirlerinin boşalttıkları yerlere yerleştirilmişlerdir. Ancak: o sıralarda toplam nüfusu 5 milyon olan Yunanistan’a, bir anda 1 milyondan fazla insan girince, bu insanların büyük bölümü: ülkenin Türkler tarafından boşaltılan taşra bölgelerine değil, Atina-Pire gibi merkezi bölgelerine yerleşmeyi tercih etmişler ve buradaki konut sıkıntısı nedeniyle, uzun süre şehir dışındaki ve limanlardaki barakalarda, zor şartlar altında yaşamışlardır.
Tüm bunların yanında: her iki ülkede de, uzun yıllarda çözüme kavuşturulabilen ekonomik sıkıntılar da çıkmıştır. Çünkü: Yunan ekonomisi zaten kaybettiği bir savaşın sonunda büyük bir ekonomik sıkıntı yaşamaktadır ve ayrıca: ülkenin tüm tarımını yapan Türklerin ülkeyi terk etmesi: onları ekmek bile bulamaz hale getirmiştir. Bu sıkıntıları: ancak, II. Dünya Savaşı sonrasındaki Amerikan yardımlarıyla atlatabilmişlerdir.
Bugünün şartlarında, elbette bu tür olaylar, yani mübadele-nüfus değişimi gibi olaylar, akla ve mantığa pek uygun sayılmıyor. Avrupalı ülkeler, bu tür uygulamalar yerine, bünyelerinde barındırdıkları farklılıkları, entegrasyon adı altında, kendilerine uydurmayı tercih ediyorlar. Peki, mübadele ile insanların kendi kültürünü yaşayabileceği bir ortam mı yaratmalı, yoksa entegrasyon ile, insanların bulundukları yörenin kültürüne adaptasyonu yani kendi kültürlerinden uzaklaşmalarını sağlayan bir ortam mı yaratılmalı?
Karar siz değerli okurların.