Bir süre önce, tıp biliminde adından sıkça söz edilen ve tıp hayatına başlayan tabipler tarafından adına yemin edilen, Hipokrattan söz etmiştim.
Şimdi de, ülkemiz kültüründe yine sıkca bilinen “Lokman Hekim” den söz etmek istiyorum.
Lokman hekim hakkında anlatılanlar, elbette tam olarak bilinen ve doğruluğu kanıtlanmış gerçeklerden oluşmuyor. Bu anlatılanların, büyük kısmının kanıtlanmış gerçek olmadığını ve efsanelerden, söylentilerden yapılan derlemeler olduğunu bilmek gerek. Ancak, en büyük yazılı kaynakların başında, Lokman kelimesinden söz edilen kutsal kitabımız “Kuran-ı Kerim” geliyor. Evet, Lokman ismi, Kuran’da geçiyor. Kuran’da: Lokman suresi var. Bu surenin bir ayetinde “Biz, Lokman’a hikmet verdik” buyurulmaktadır.
Bunun dışında, aşağıda sözünü edeceğim hususlar, doğruluğu tam olarak kanıtlanmamıştır. Evet, Lokman Hekim, tabiplerin atasıdır. Aynı zamanda, kutsal kimliğinden de söz edilmektedir. Çünkü: Eyüp Peygamber ile bir yakınlığının bulunduğu ve bu nedenle, İbrahim Peygamberin soyundan geldiği söylenmektedir.
Araptır ve köle bir ana-babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. MÖ.1200 yıllarında, Şam şehri yakınlarında doğduğu söylenir. Doğumundan sonra, çobanlık yaptığı bilinmektedir. 17 yaşına geldiğinde, çobanlık yaparken kırlardan topladığı çiçekler ve otlarla yaptığı iksirlerle, yöredeki hastaları iyileştirir. Ancak, bu durum, yörede yaşayan ve insanların yaşamlarını sömüren büyücü ve falcılar tarafından hoş karşılanmaz. Büyücü ve falcılar, köle Lokman hekim ve annesini, sahibinden satın alarak azat ederler ve bölgeden uzaklaşmasını isterler. Bunun üzerine, Lokman, bütün çevreyi dolaşır. Gittiği her yerde çiçek ve ot toplamaya, bunlardan iksir yapmaya ve hastaları tedavi etmeye devam eder. İskenderiye’ye kadar gider. Ancak, orada da büyücülerin gazabına uğrar ve firavun tarafından atıldığı zindanda, 50 yıl geçirir. Çıktığında: Anadolu’ya döner. Efes, Bergama, Alaşehir ve Tarsus yörelerini dolaşır. Hatta: Yunanistan’da Atina, Epidos, İstanköy gibi bölgelere gittiği söylenir. Gittiği yerlerin çoğunda medreseler açarak, öğrenciler yetiştirir, bilgilerini bu öğrencilere aktarar. Derken, Hamurabi kanunları ile yönetilen Babil topraklarına uğrar. MÖ.920 yılına gelindiğinde ise, 320 yaşında iken, Davut Peygamber ile buluşur ve onun bulunduğu yere yerleşir.
Davut peygamber olan ilişkisinde, anlatılan bir efsane var. Şöyleki: “Davut peygamber: bir gün, Lokman’a bir koyun kesmesini ve kendisine, koyunun en iyi yerinden, iki parça getirmesini ister. Bunun üzerine, Lokman koyunu keser ve koyunun yüreği ve dilini ayırarak, Davut Peygambere götürür.
Bir diğer gün, Davut Peygamber yine, Lokman’a bir koyun kesmesini ama bu sefer, koyunun en kötü yerinden iki parça getirmesini ister. Bu kez, Lokman, koyunu keser, ama yine koyunun yüreği ve dilini ayırarak, Davut Peygambere götürür.
Davut Peygamber şaşırır, hem iyilik, hem kötülük te, niye yürek ve dil getirdiğini sorunca, Lokman “İyilik için kullanıldığında yürekten ve dilden daha güzel şey yoktur. Kötülük için kullanıldığında ise, yürekten ve dilden daha kötü şey yoktur.”
Evet, Lokman hekim, bu sıralarda: evlenir ve oğlu olur. Oğlu; 14 yaşında iken, bölge halkının etkisinde kalarak, dinden uzaklaşır ve bunun üzerine, Lokman tarafından, oğluna nasihatlar başlığında anlatılan öğütler verilir. 348 yaşına geldiğinde, oğlu ve hanımı ölür. Bu sırada, Kudüs şehrinde vezirlik yapan Lokman hekimden, Süleyman Peygamber tarafından, hastalıklar ve çarelerini içeren bir kitap yazması istenir. Lokman hekim, bu kitabı yazar ve kendisine verir. Ancak, daha sonra, kitap, Danyal Peygamberin eline geçer. Filistin yöresinin işgal edilmesi üzerine, kitap, Babil şehrine gider. Büyük İskender, Babil şehrini ele geçirince, bu ünlü kitap da, İskenderin hocası Aristo tarafından bulunur.
Ancak: bu gezileri sırasında, hiçbir yere yerleşmeyen Lokman Hekim: Çukurova bölgesine gelince, Ceyhan nehrini görür ve burada Misis bölgesinde bir dağ köyüne yerleşir.
Buradaki hayatı da, çevreden topladığı çiçek ve otlardan yaptığı iksirler ile, yöre insanının hastalıklarını iyileştirmektir. Önceleri en yakın arkadaşı olan Camesap, bir süre sonra, iksirlerin karışımlarını yazdığı notları çalarak, İran’a kaçar. Böylece, İran yöresinde de, Lokman hekim ismi ün kazanır. İran edebiyatında, halk hekimliğinin atası olarak bilinir.
Lokman hekim, hayatının geri kalan kısmını, Misis bölgesinde geçirir. Günümüzde, burada halk arasında anlatılan bir efsane: Lokman hekim’in nasıl ortaya çıktığını ifade etmektedir. Özellikle: Misis bölgesinde, gerek Lokman ve gerekse Şahmeran efsaneleri, birbiriyle bağıntı yapılarak anlatılmaktadır. Çünkü: bölgede, her ikisinin de, bir zamanlar birlikte yaşadığına inanılmaktadır.
Efsane, şöyledir: “ o dönemlerde, binlerce yılanın yaşadığı bir mağaraya, yanlışlıkla giren bir adam, yılanlar tarafından, yılanlar padişahı olan Şahmeran’a götürülür. Şahmeran: kendi yerini öğrenen adamı serbest bıraktığında, yerinin başkaları tarafından da bilineceğini ve hayatının tehlikeye gireceğini düşünerek, adamı serbest bırakmaz. Adam, bütün günlerini, Şahmeran ile sohbet ederek ve gayet rahat bir şekilde geçirir. Ancak, gerçek dünyadan uzak bir mağarada süren bu hayattan bir gün gelir, sıkılır. Şahmeran’dan, gerçek dünyaya dönmek için izin ister. Şahmeran: adama, kendisine güvendiğini ancak kendisini gördüğü için, bütün vucudunun pul pul olacağını ve bu yüzden vucudunu, hiçbir kimseye göstermemesini söyler.
Adam, yeryüzüne döner. Şahmeran’ı gördüğünü hiç kimseye söylemez. Bu arada: Padişahın veziri, Padişahın kızı ile evlenip bütün ülke yönetimini ele geçirmeyi düşünmekte iken, padişahın kızı bir gün hasta olur. Vezir, ülkenin tüm büyücülerini toplar ve çare üretmelerini ister. Büyücüler: Şahmeran’ın bulunmasını ve vucudundan alınacak bazı parçaların kaynatılarak içilmesini, çare olarak önerir. Ancak, şahmeran’ın bulunabilmesi için, yerini bilen ve vucudu pullarla kaplı kişilerin aranmasını ister. Vezir, ülkedeki bütün herkezi hamamlara götürtür ve soydurur ve sonunda, Şahmeran’ı gören adam ortaya çıkar. Adam, Şahmeran’ı öldüreceğini söyleyerek, mağaraya gider.
Şahmeran’a biraraya geldiklerinde, bütün gerçekleri anlatır. Şahmeran “ölümümün senin elinden olacağını zaten biliyordum. Beni öldür, ancak bunu gizli tut. Aksi halde, dünyadaki bütün yılanlar, öç almaya kalkacaklardır. Kuyruğumun suyunu kaynat ve vizere içir ki, kısa zamanda ölsün. Gövdemin suyunu kaynat ve kıza içir ki iyileşsin, kafamın suyunu kaynat ve iç ki “Lokman Hekim” olasın” der. Adam bu söylenenleri yapar ve kensini “Lokman Hekim” olur. Hekimlerin, hekimliğin sembolü olarak kullandıkları “yılan” ın anlamı bu olsa gerek?
Evet, Lokman hekim’in nasıl ortaya çıktığı hakkında, bir söylenti de budur.
Biz gelelim, Lokman hekimin yaşantısına. Yine söylentilere göre, kendisinin 7 kartal ömrü kadar, yani 500-600 yıl yaşadığı söylenmektedir. Bu yüzden, biraz önce sözünü ettiğim, yaşının 300 lü rakamlarla anılması bu yüzdendir. Lokman hekim: her çiçeğin ve otun özelliklerini tanımaktadır. Bunlarla yaptığı ilaçlar ile, her türlü hastalığı tedavi etmektedir. Ancak, zamanla hastalığı unutan bölge halkı, kendisinden ölümsüzlüğün çaresini bulmasını isterler.
Lokman, bir gün yine kırlarda çiçek ve ot toplarken yorulur ve bir ağacın gölgesine uzanır. Bir süre sonra, bir ses duyar. Duyduğu ses “ölümsüzlüğün çaresinin kendisinde” bulunduğunu söylemektedir. Bunun üzerine, Lokman, sesin geldiği yere gittiğinde, orada bulunan ve daha önce hiç görmediği bir bitki ile karşılaşır. Yine aynı ses, “bundan böyle insan ve hayvanlara ölümsüzlük yok” der.
Bunun üzerine, Lokman, gördüğü bitkinin ismini ve özelliklerini, notlarının arasına yazar. Ancak, bu sırada, ölümsüzlüğün insan ve hayvanlar için doğru olmadığı bilindiğinden, Cebrail, insan kılığına girerek, yeryüzüne gelir.
Cebrail ve Lokman: Misis köprüsünde karşılaşırlar. Misis köprüsü, günümüzde, Ceyhan ilçesinin Yakapınar mevkiinde, 4. yüzyılda yapıldığı düşünülen, Anadolu’daki ilk Roma köprüsüdür. Ama bir anlamda, olayın geçtiği düşünülen tarih daha eski olduğundan, günümüzdeki köprüden önce de burada bir köprü olduğu düşünülmektedir.
Evet, Cebrail ve Lokman karşılaştıklarında: Cebrail, Lokman’a elinde, notlarının bulunduğu kitaba bakmak istediğini söyler ve kitabı alarak, coşkuyla akan Ceyhan nehrine atar. Bunun üzerine, Lokman, tüm sırlarının ve hastalık çarelerinin ve en son olarak ölümsüzlüğün yazılı bulunduğu kitabını almak üzere, Ceyhan nehrine atlar. Ancak, kitabı ve notlarını bulamaz. Hatta, yaz gelip nehrin suları çekildiğinde, nehir kıyısında kitabını ve notlarını aramaya devam eder. Aradan günler geçer, nehir kıyısındaki bir arpa tarlasında, yanlızca bir sayfa bulur. Günümüz tıp biliminin, o bulunan tek sayfadan çıktığına ve geliştiğine inanılmaktadır. Hatta, kitabın tek sayfasının bulunduğu arpa tarlası, günümüzde de yöre insanı tarafından kutsal kabul edilmekte ve buranın toprağının bir kısım hastalıklara iyi geldiğine inanılmaktadır.
Evet, bilinen en büyük gerçek, Lokman’ın bir hekim olduğu ve uzun yıllar yaşadığıdır.
Geçenlerde Amerikaya gittim ve iki ay kaldım. Amerikanın en büyük özelliği: orada yaşayan insanların, “taksit” kelimesini tanımıyor olmaları. Yani, bir Amerikalı, taksit nedir bilmez, herhangi bir alışveriş yaptığında, karşılığına ya nakit ya da kredi kartı ile tek çekim olarak öder. Çok ilgimi çekmişti, taksit nedir bilmiyorlar.
Ülkede, ekonomik sıkıntılar başlayınca, yani insanların ekonomik şartları gerilemeye ve gelirleri düşmeye başlayınca, elbette ilk yaptıkları: harcamalarını kısmak olmuş. Yani, taksit nedir bilmeyen Amerikalı, gelirlerinde düşme olunca, ilk olarak yaptığı harcamaları kısmış ve hatta zorunlu harcamaları dışında, hiçbir harcama yapmamaya başlamış. Taksit kelimesini tanımayan Amerikalı, cebinde para varsa harcamış, yoksa harcamamış ve tüketime dayalı ekonomik sistem krize girmiş.
Peki, bizim ülkemizdeki durum. Hani, ekonomik kriz büyük ülke Amerikayı etkiledi de niye bizi etkilemedi, bizim sistemimiz çok mu güçlü. Buyrun, benim bakış açımdan, ekonomik krizin bizim ülkemizden teyet geçmesinin sebebi:
Bizim ülkede, kredi kartı ile taksit çılgınlığı, tüketim alışkanlıklarını öyle boyutlara getirdi ki, inanılmaz. Yani, bizim insanımız, cebinde para olmadan para harcamaya, yani kredi kartı ile, gelirlerinin çok üstünde borçlanmaya alıştı ki, bu durum bizim ülkemizdeki tüketimi ne durdurdu ne de yavaşlattı. Kriz filan dinlemeden, bizler harcamaya ve tüketmeye devam ettik. Niye?
Amerikalı cebinde para varsa harcar ve gelecekteki gelirlerini taksitle borçlanarak asla ipotek altına almaz. Biz ise, öyle bir taksit çılgınlığına girdik ki, aylarca ve hatta, yıllarca taksitle borçlanarak, gelecekteki gelirlerimizi ipotek altına alarak tüketmeye, devam ettik ve ediyoruz.
Ülkemizde, cebinde birden fazla kredi kartı olmayan varmı? Peki, bu kredi kartlarının borçlarını düşündüğümüzde, aylarca ileriye dönük olarak, gelecek olan gelirlerimizin ipotek altında olduğunu hiç düşündük mü? Elbette, küçük bir gurup, kredi kartını bilinçli kullanıyor olabilir, ancak büyük bir gurubun, cebinde birçok kredi kartının bulunduğu, kredi kartlarının borçlarını yenilerini çıkartarak ödemeye çalıştığını ve hatta, ay başlarında cebimize girmeyen aylık gelirlerimizin, bankalar arasında transfer edildiği kesin.
Bu durum kişisel bazda. Durumun ülke bazındaki açıklaması ise: son günlerin moda tabiri ile “cari açık”. Yani: kişisel bazda, 1000 TL. kazanırken, 1400 TL. harcayan ve 400 TL. yani harcadığı ama kazanmadığı 400 TL. yi, borç alarak kapatmaya çalışan insanlar. Buna, kişisel bazda cari açık deniliyor. Bunu ülke bazında düşünebilirsiniz. Aylarca olacak olan cari açık yani açığı borçla kapatma durumu nereye kadar?
Son bir söz. Unutmamak gerekir ki, bir zamanlar, ileri ülkeler, ürettiklerini satabilmek, yeni pazarlar bulabilmek için, savaşlar yapmışlar, hatta dünya savaşları çıkmış. Günümüzde, savaş filan yok, çünkü savaş, her iki taraftan da kayıplara neden oluyor. Günümüzde, ülkeler ürettikleri malları satabilmek ve fabrikalarının çalışmasını devam ettirebilmek için çok daha modern teknikler kullanıyorlar. İşte, yakın geçmişte yaşadığımız ve yeniden yaşayabileceğimiz düşünülen “ekonomik kriz” bu.
Lütfen, cebimizdeki para kadar harcayalım. Reklam denilen ve olayın en büyük tetikleyicisi hadisenin etkisinde kalmayarak: yanlızca gelirimiz kadar harcayalım, gelirimiz dışında, tüketim alışkanlıklarından vazgeçelim. Bu bir “sigara” alışkanlığı gibi, hani nasıl “sigara sonunda öldürür” deniliyorsa, unutmayın ki “bilinçsiz tüketim” in sonucu da, çaresizlik.
Yemin, yemin, yemin. Ülkemiz, son günlerde bir yemin krizi yaşamaktadır. Ben yemin denince, hepimizin gerektiğinde büyük zorluklar altında canımızı emanet ettiğimiz tıp mensuplarının yeminlerini incelemek istedim, Hani, tıp mezunları, mezuniyetlerinde “Hipokrat Yemini” ediyorlar ya, kimdir bu Hipokrat, niye Hipokrat üzerine yemin edilir? Buyrun size Hipokrat yemini hakkında bir yazı.
HİPOKRAT KİMDİR?
Hipokrat: MÖ.460 yılında, Ege denizindeki İstanköy adasında doğar. Babası hekimdir ve kendisi de hekim olarak yetiştirilir. Çünkü: hekimlik genellikle babadan oğula geçerdi.
Daha sonra: Anadolu’ya geçer ve çeşitli yerlerde hekim olarak çalışmalar yapar. Hayatının büyük bölümünü gezerek geçirdikten sonra yeniden İstanköy adasına döner. MÖ.380 yılında, yine burada ölür.
Antik çağlarda: Anadolu’da, Ege kıyılarında İyonya olarak bilinen bölgede: dönemin en büyük kültürel gelişmesi yaşanır. Kültürel gelişme: bilim ve felsefenin eşliğinde, hekimlik alanında da görülür ve hekimlik gözde olur. Ancak: yine o dönemde, hekimlik denildiğinde, akla hemen “Hipokrates” gelmektedir. İnsanlar arasında Hipokrates gelmesine rağmen: antik çağda, insanlar tarafından kutsallığı kabul edilen tanrı ve tanrıçalar arasında: Asklepios isimli hekimlik tanrısının da büyük önemi vardır. Kendisi hakkında ilk söz eden: İlyada isimli eserinde Homeros olmuştur. Önceleri, tanrıların babası Zeus tarafından, yıldırım çarpması sonucu öldürülen Asklepios: daha sonra yeni Zeus tarafından, “Tıp tanrısı” olarak ilan edilir. Asklepios’un yılan şeklindeki asası ise, tıp amblemi olarak kabul edilmiştir. Hatta: Asklepios’un kelime anlamı: Grekçede “yılan” demektir. Asklepios’un şifa veren gücünü yılandan aldığı ve dönemin halkının da, adaklarını Asklepios’a değil, yılana sunduğu söylenir.
Hipokrates: hekimlikte yeni tedavi yöntemleri yanında, yeni ilkeler yaratmasıyla da tanınır.
Kendisi tarafından yazıldığı kabul edilen “Corpus Hippocraticum” yani “Hipokratın Toplu Yapıtları” adlı eserinde ise: batıl inanışlar ve büyü ile şifa bulma gibi yöntemler kabul edilmemekte ve tıp bir bilim olarak kabul edilerek, temel ilkeleri ortaya konulmaktadır. Bu temel ilkelerin en başında ise, günümüz tıp biliminde de ilk kural olarak kabul edilen “Primum non nocere” yani “önce, zarar verme” ilkesi bulunmaktadır.
Ortaya konan tüm ilkeler, tedavi yöntemleri yanında, tedavinin eski inanışlardan arındırılmasını sağlamıştır. Yani: tıp, yanlızca bir tedavi değil, aynı zamanda ilkelere bağlı bir bilim haline gelmiştir. Bu ilkeler: tedavi yanında, tıpbın uygulanmasında, hastaların iyileştirilmesinde yapılması gerekenler dizinidir.
Hipokrat: Tebabet yani La Medicine isimli eserinde: bir hekimin nasıl olması gerektiğini anlatırken: “İyi bir hekimin, sağlıklı görünmesi gerektiğini, çünkü halkın sağlıklı görünmeyen bir hekimin tedavi yöntemlerine inanmayacağını” belirtir. Ayrıca: hekimin, kişisel temizliğine dikkat etmesi ve güzel kokması gerektiğini de yazar. Hani, düşünüyorum da, sigaranın zararları bu kadar bariz iken, sigara içen hekimlerimiz olması ne ilginç?
Elbette yalnız bunlar değil. Yine, Hipokrat tarafından, bir hekimde olması gerekenler anlatılırken: Hekimin hastasının yanında gerektiği kadar kalmasını, tatlı sözlü olmasını ve çağrıldığında, hastasının yanına zamanında gitmesini de, tıp ilkeleri olarak ortaya koyar. Yani: gerçekten, tıp biliminde, yanlızca tedavi yöntemlerinin yeterli ve gerekli olamayacağını, aynı zamanda bu bilimi uygulayan hekimlerde, bir kısım ilkelerin de bulunması gerektiğini kabul etmektedir. Tüm bu ilkelerin en temelinde ise, yemin gelmektedir.
HİPOKRAT YEMİNİ:
Devam eden tarihi süreçte: yine Hipokratın ortaya koyduğu ilkeler çerçevesinde; genç hekimler, loncaya alınırken, Hipokrat yemini etmeye başladılar. Bu yemin metni içinde: kutsal inanışlara ve özellikle de, tıp tanrısı olarak kabul edilen Asklpios’a bağlılık esas alınırdı. Çünkü: mesleğe girecek her genç, yemin ettiğinde, mesleğine ve bir kısım temel ilkeye, manevi olarak bağlı kalacak ve bu bağlantı, onu ve uygulamalarını olumlu yönde etkileycektir.
Evet, günümüze kadar, 2500 yıllık bir geçmeşi dayanan yemin: tıbbı etik ile ilgili olarak bilinen en eski yazılı metindir. Her ne kadar, ilk andaki prensipleri değişikliğe uğramış ise de: sosyal düzen, dinler, zaman ve yer kavramlarından bağımsız olarak, günümüze kadar gelebilmiştir. Yani, elbette günümüzde yapılan yeminin metni, ilk olarak ortaya konulan yemin ile aynı değil, ama temel prensipler aynıdır.
Günümüzde de, herhangi bir bağlayıcılığı olmamasına rağmen, yukarıda da sözünü ettiğim gibi, önemli olan: gençlerin hekimlik mesleğine ilk girdiklerinde, mesleğe ve bir kısım ilkeye, manevi yönden bağlı kalmalarını sağlamaktır. Çünkü: yemin metni, doktorlar ve hastaların ihtiyaçlarını birarada karşılayacak şekilde güncelleştirilmiştir. Amerikan-İngiliz tıp bilginlerinin işbirliğiyle oluşturulan sözleşme, hastaların haklarının korunmasını temin eden, hekim sorumluluklarını göstermektedir.
GÜNÜMÜZDEKİ HEKİMLİK ANDI:
“ Hekimlik mesleği üyeleri arasına katıldığım şu anda, hayatımı insanlık yoluna adayacağımı açıkça bildiriyor ve söz veriyorum.”
Evet, günümüzdeki hekimlik andı, bu şekilde başlıyor ve sürüyor. Benim bu metin içinde en çok ilgime çeken bölümlerinden kısa kısa alıntıları aktarmak istiyorum: “hasta ve toplumun sağlığını baş görev sayacağıma, benden hizmet bekleyen kişilerin sırlarına saygılı olacağıma, ……-DİN-SİYASİ EĞİLİM gibi ayırımların görevimle-hastam arasına girmesine izin vermeyeceğine”
Tüm bunların yanında, küçük bir anı: “ bir süre önce, bir hastanenin acil servisinde, gecenin geç saatlerinde, kalçadan iğne olmam gerektiğinde, kapalı bir hemşire kardeşim bu iğneyi yapmak zorunda kalmıştı, çünkü erkek hastabakıcı aradılar ama o an bulamadılar. Sonra: maalesef üç-dört gün, kalçamda iğne olduğum bacağım üzerine büyük acılarla basarak gezinmek zorunda kalmıştım, çünkü sanırım iğne, sinire yakın bir yere enjekte edilmişti. Benim ki tamamen kötü bir şans mı?
Bir gün televizyonda bir haber izledim: “Kahramanmaraşta bulunan mozaikler, dünya literatürüne girmeye hazırlanıyor” .İlginç, son yıllarda, Anadolu topraklarının altında, birçok yerde, çok muhteşem güzellikler ortaya koyan mozaikler ortaya çıkarılıyor. Hatta: yakın geçmişte, Gaziantep-Nizip yakınlarındaki “Zeugma” antik kentinde bulunan mozaikler ve hatta daha gerilere gidelim, Antakya yöresinde bulunan ve halen “Antakya Müzesi”nde sergilenen mozaikler. Bütün bunlar: şunu gösteriyor ki, Anadolu topraklarının altında, bir zamanlar büyük bir medeniyet kuran Romalılar ve ardılları Bizanslılar; sanata ve yaşadıkları yerlerin güzelliğine aşırı düşkündüler ve Romalı zenginler; yaşadıkları yerleri, muhteşem mozaikler ile süsleme yönünde aşırı tutkundular.
İşte, tüm bunların ışığında: mozaik, çıkış noktası, özellikleri, önemi nedir gibi hususları araştırmaya karar verdim. Bu konuda ulaştığım bilgiler, fazla uzun olmayan, öz bilgiler aşağıda.
MOZAİK YAPILMASI:
Önce: sert toprak üzerindeki zemin, harçla düz bir hale getirilir. İlk mozaik örneklerinde: süsleme unsuru olarak, genellikle siyah-beyaz çakıl taşları kullanılmıştır. Ancak, zamanla, bu çakıl taşları, değişik renklere boyanarak kullanılmaya başlanmıştır. Hatta: çakıl taşları, traşlanmaya başlanmıştır. Taşlar: kübik, üçgen prizme ve dörtgen şeklinde kesilip, boyanarak önceden hazırlanıyordu. Ardından ise mozaik panosu işleniyordu.
Takip eden dönemde: MÖ.3. ve 1. yüzyıllar arasında: yani Helenistik çağda: mozaiklerde, çakıl taşı yanında, mermer parçaları ve cam da kullanılmaya başlanır. Özellikle; camların boyanmaya başlanması ile ve renkli-sırlı seramik parçaların kullanılması: mozaik sanatında, muhteşem eserlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Mozaiklerde kullanılan cam parçaları, özellikle ışık vurduğunda parlaması ile önem kazanmıştır. Hatta: sanatçı, genellikle figürlerin başında, cam parçalarından yapılmış ve ışık vurduğunda parlayan, değişik renklerdeki çelenkler işlemiştir.
Daha sonraları ise: işin boyutu iyice geliştirilmiş ve mozaik yapımında, altın ve gümüş te kullanılmaya başlanmıştır. Altın ve gümüş, özellikle Antakya yöresinde bulunan mozaiklerde görülmektedir. Bu mozaiklerde İsa tasvfirleri altın ve diğer kişilerin tasvirleri ise gümüş işlenerek yapılmıştır.
Mozaik denilince, her ne kadar İstanbul yani Bizans imparatorluğunun başkenti olarak İstanbul öne çıksa da, burada yapılan ilk dönem mozaiklerinden, günümüze pek bir örnek kalmamıştır. Çünkü: 330-726 yılları arasında yapılan bu mozaikler: 726 yılından sonrasında, hıristiyanlığın kabulunden sonraki dönemde oluşan resim alehtarlığı ve resimlerin yok edilmesi döneminde: tahrip edilmişlerdir. Günümüzde, İstanbul şehrinde çok az mozaik görülüyor.
EN ESKİ MOZAİK:
Mozaik sanatı, ilk kez, günümüzden 5000 yıl önce, Sümerler zamanında, ev duvarlarına batırılarak yapılan çömlek parçaları ile ortaya çıkmıştır.
Günümüzde, bilinen en eski mozaik: MÖ.8.yüzyıla ait olup, çakıl taşlarından yapılmıştır. Zemin üzerine bu taşlarla yapılan işleme sanatı: MÖ.5.yüzyılda: Yunanlılar tarafından, siyah ve beyaz çakıl taşları kullanılarak, zemin ve yol döşemesinde kullanılmıştır. MÖ.4.yüzyıla gelindiğinde ise, Makedonya’da: renkli çakıl taşlarından yapılmış, yer döşemesi bir mozaik görülür. Bu mozaikte işlenen konu: Şarap tanrısı Dionysus’un aslan avı sahnesidir ve günümüze kadar sağlam olarak gelebilmiştir.
NEREDE KULLANILIR:
Mozaikler, yukarıda giriş kısmında da söz ettiğim gibi, özellikle Roma ve Bizans dönemlerinde: konutların ve hamamların taban ve duvarlarının süslenmesi için yapılmıştır. Ayrıca, çeşitli dini mekanların süslenmesinde de, mozaikler kullanılmıştır. Bunun en güzel örnekleri: İstanbul-Ayasofya Müzesinde görülmektedir.
MOZAİKLERDE İŞLENEN KONULAR:
Mozaiklerde: ilk yapıldıkları dönemde: genellikle çizgiler halinde motifler işlenmiştir. Ancak, zamanla kullanılan malzemenin çeşitlenmesi nedeniyle: insan, hayvan, bitki figürleri ve günlük hayattan kesitler, dini objeler kulanılmaya başlanmıştır. Özellikle: camın renklendirilmesiyle sanatçının elindeki malzeme renklenmiş ve ortaya daha güzel eserler çıkmaya başlamıştır.
Mitolojik konular: Dionysus (şarap tanrısı), Afrodit (güzellik tanrısı), Neptün (deniz tanrısı), Oddyseus, Amazon kraliçeleri
EN ÖNE ÇIKAN MOZAİKLER:
GAZİANTEP-ZEUGMA MOZAİKLERİ:
Gaziantep-Nizap ilçesi sınırları içinde kalan Zeugma antik kentinde yapılan kazılarda: burada kurulu bulunan Roma yerleşiminde, evler ve hamamların zeminleri ve duvarlarında, muhteşem güzel mozaikler bulunmuştur. Özellikle: yerleşim alanındaki yamaç villalarında, mozaikler bulunmuştur. Yanlızca, A bölgesinde bulunan mozaiklerin toplam alanı: 1000 m. Karedir. Yani: Zeugma, tam olarak bir mozaik kenti olarak bilinmektedir. Çünkü: şehir, yolların kesişme noktasında bulunuyor ve aynı zamanda ticaret ve garnizon kenti özelliklerini taşıyordu. Bu nedenle, dönemin ünlü sanatçıları, kenti tercih etmişler ve muhteşem mozaik sanatı örneklerini, burada oluşturmuşlardır. Kentin güvenli ve zengin statüsü de, sanatçıların buraya akın etmesine neden olmuştur.
Mozaikler: 2 ile 4’ncü yüzyıl arasından kalmadır. Bu mozaiklerde en öne çıkan husus: mozaiklerde parlaması istenen yerde millimetrik cam parçalarının kullanılmasıdır ki, ışık vurması ile, bu bölümler parlamaktadır. Burada bulunan mozaiklerde, sırlı seramikler kullanımı da üst düzeydedir. Dönemin en güzel eserleri, burada bulunmaktadır. Özellikle: “Çingene kızı” mozaiği, muhteşem güzelliğiyle öne çıkmaktadır.
Bu mozaiklerde: mitolojik kişilikler, tanrılar, tanrıçalar, efsanevi kişiler ve bunların yaşamlarından kesitler görülmektedir.
Zeugma mozaikleri, günümüzde Gaziantep Müzesinde sergilenmektedir. Bu mozaikler, dünyanın en ünlü mozaik koleksiyonu olarak öne çıkmaktadır.
İZMİR-EFES-YAMAÇ EVLERİ MOZAİKLERİ:
Efes’te, yaklaşık 100 yıldır sürdürülen kazılar, genellikle resmi konutlarda gerçekleştirilmiş olsa da, son yıllarda, Efes yöresinde, halkın yaşadığı yerlerde de kazılar yapılmıştır. Bu kazıların başlıca merkezi ise, “Yamaç evler” bölümüdür. Yamaç evlerin tabanları tümüyle mozaikle kaplanmıştır. Bu mozaikler, Roma dönemi karekteristik özelliklerini taşımaktadırlar ve genellikle siyah-beyaz ve geometrik desenli olarak yapılmışlardır. Ancak, bu mozaiklerin, günümüzde görüldüğü kadarıyla, değişik renk ve farklı boyutta taşların kullanılması nedeniyle, zaman zaman onarıldıkları anlaşılmaktadır.
İşlenen konu ise: mitolojik sahnelerdir.
Evet, E fes bölgesindeki yamaç evler bölümü, mozaik meraklıları için ideal bir yer. Burada, birçok mozaik görülüyor.
İSTANBUL-KARİYE MOZAİKLERİ:
İstanbul’da, günümüzde Kariye Müzesi olarak ziyarete açık olan: Bizans dönemi kilisesinde görülmektedir. Buradaki mozaikler, 14. yüzyıldan kalmadır. Yani, Bizans mozaik sanatının son dönemlerinin en güzel örnekleri, buradadır.
Mozaiklerde: genellikle dini objeler ve özellikle Hz. İsa ve Meryem kullanılmıştır.
İSTANBUL-BÜYÜK SARAY MOZAİKLERİ:
Bizans imparatoru Justinyanus’un 6. yüzyılda yaşadığı bu saray yapısında: 450-550 yılları arasında yapıldığı sanılan, muhteşem mozaikler görülüyor. Ancak, bu saray yapısı, zaten yıkık durumdadır. Bu mozaiklerde: zemin, tamamen beyaz küplerden oluşmaktadır. Çevresinde ise, zengin-dal kıvrımlarını oluşturan bir bordür dolanıyor. Ancak, beyaz zemin üzerindeki bu figürler, birbirlerine bağlı olmadığından, belli bir kompozisyon oluşumu gözlenmiyor. Yani, zemin üstüne serpiştirilmiş: kaya, ağaç, bitki, hayvan ve insan motifleri görülüyor. Daha ayrıntılı bakıldığında ise: döneemin günlük hayatından kesitler, elma yiyen ayılar, kaplan avcısı, kaz güden çocuklar gibi sahneler betimleniyor. Yani, bu mozaiklerin hıristiyanlıkla bir ilgisi yok. Daha çok, ilkçağın Helenistik özelliklerini taşıyor.
İSTANBUL-AYA İRİNİ KİLİSESİ MOZAİKLERİ:
Hiristiyanlığın kabul edilmesiyle birlikte, yanlızca mozaik olarak “Haç” resminin yapılmasına izin verilmiştir. Bu nedenle: Aya İrini kilisesinde, apsis yarım kubbesi üzerinde mozaik bir haç görülmektedir. Bu haç: 8.yüzyıldan kalmadır.
ŞANLIURFA HALEPLİBAHÇE MOZAİKLERİ:
Şanlıurfa şehir surlarının: Daysan deresi bölümündedir. Mozaikler, 5’nci yüzyıldan kalmıştır. Mozaiklerde işlenen konular: Yunan mitolojisinin savaşçı kahramanları Amazon kraliçeleridir. Özellikle: Yunan mitolojisine ait bu mozaiklerin, Anadolunun bu kadar doğusunda bulunması ilgi çekmektedir.
ADANA MİSİS MOZAİKLERİ:
Adana şehir merkezine 26 km. uzaklıkta eski ipek yolu üzerindedir. Mozaik: bir bazilika içindedir. 4’ncü yüzyıda yapılmıştır. İşlenen kompozisyon: bir kümes ve çevresinde Nuh Peygamber tarafından, tufan zamanında gemisine alınmış 23 kuş ve kümes hayvanları görülüyor.
ANTAKYA MÜZESİ MOZAİKLERİ:
Antakya şehir merkezindeki müzede sergilenmektedir. Bu muhteşem mozaiklerin sergilendiği müze, dünya üzerinde, bu konudaki öne çıkan ikinci müzedir. (Birinci müze, Tunus-Bardo Müzesi) Bu müzedeki mozaikler: 2. ve 3. yüzyıllar arasında yapılmıştır. Mozaiklerde işlenen konular: Apollon, Eros, Satyros, Aphrodite, Baccus vb. gibi mitolojik kahramanlar ve günlük hayattan sahnelerdir.
Müzede bulunan bu mozaikler: Hatay ilinin Harbiye beldesindeki Roma yerleşim yerinde, bir kısım villanın zemininde bulunmuştur. 3 ya da 4’ncü yüzyılda kaldığı sanılmaktadır.
SONUÇ:
En ilginç olanı şu: internette araştırdığınızda, ülkemiz müzelerinde sergilenen birçok mozaik panoların resimlerini görmeniz mümkün. Bu fotoğraflar, kesinlikle kapalı ortam nedeniyle flashlı fotoğraf makinaları ile çekilmiştir. Ancak, flash ışığının günümüze kadar geçen yüzlerce yıllık süreçte, bozulmadan gelen bu mozaikler için çok ve çok zararlı olduğunu sanırım söylemeye gerek yok. Evet, özellikle kapalı alanlarda sergilenen bu mozaik panoların resimlerini lütfen flashlı fotoğraf makinaları ile çekmeyelim. Çünkü, bu kültür mirasını, bizler gelecek nesillere sağlam bir şekilde aktarmak zorundayız.