Kütahya Çavdarhisar Aizonai Zeus Tapınağı

Kütahya Çavdarhisar Aizonai Zeus Tapınağı
Aizonai Zeus Tapınağı

Evet burası günümüzde Kütahya’nın Çavdarhisar ilçesi.

Burada, Roma döneminde Aizonai isimli bir şehir kurulur ve şehrin en kutsal alanı olarak seçilen yere Zeus Tapınağı yapılmasına karar verilir.

Ancak, bu kutsal alan olarak kabul edilen höyük: Anadolu’nun erken evrelerine ait tabakalar bulundurur.

Tapınak avlusu seviyesinin hemen altında, Erken Bronz çağına (MÖ 2800-2500) ait seramik parçaları bulunmuştur. Ayrıca: Tunç çağına ait zemini kerpiç ve çakıldan yapılmış, şevli duvarlara sahip iki mekan tespit edilmiştir.

Tapınağın yapılması için, bu tabakalar ortadan kaldırılmıştır.

Muhtemelen, bu ortadan kaldırılan tabakaların molozları, tapınak alanının tekrar dolgusu sırasında kullanılmıştır.

Evet, günümüzde: Zeus Tapınağı, yukarıda belirttiğim gibi Çavdarhisar ilçesinde, Aizonai antik şehrinde, Perkalas Çayının batı kıyısında 200 metre uzaklıktadır.

Önemi:

Zeus Tapınağı oldukça önemlidir.

Çünkü dünya üzerinde benzeri yoktur.

Gerek plan olarak ve gerekse dünya üzerinde günümüze en sağlam gelebilmiş bir tapınaktır.

Tapınağın yapımı:

Tapınak, şehir içinde ve çevresinde bulunan toprakların sahibiydi.

Tapınak yapımı için gerekli harcamalar, geniş tapınak arazilerinin kiraya verilmesiyle sağlanmaya çalışılıyordu.

Hadrian döneminde, Aizonai ve Roma arasındaki en temel sorun, şehre ait olan toprakların yönetimi konusundaydı.

Zeus tapınağına bağlı olduğu düşünülen topraklar hakkında, İmparator Hadrian dönemine ait gayet net ve ayrıntılı yazıtlar, tapınağın duvarlarında bulunmaktadır.

Ancak, arazileri kiralayanlar, uzun süre para ödememek için direndiler.

Bunun üzerine, İmparator Hadrianus devreye girdi ve paralar ödenince; MS 92 yılında İmparator Damitianus döneminde başlanan tapınak inşasına devam edildi.

Tapınak: MS 2’nci yüzyılda, İmparator Hadrian döneminde (MS 117-138) tamamlandı.

Evet, bir tepe üzerinde bulunan Tapınak, Aizonai şehrinin ana kutsal alanıydı.

Mimari Özellikleri;

Roma döneminde yapılmış olmasına rağmen, Hermogenes tarafından Magnesia’da yaratılan Helenistik dönem özelliklerine özgü biçimde yapılmıştır.

Aynı plan, Ankara Augustus Tapınağında da kullanılmıştır.

Hermogenes’in Helenistik dönem mimarisi için ortaya koyduğu kurallar çerçevesinde: naosu çevreleyen peristasisin eni, iki sütun genişliğindedir.

Dolayısıyla tipik Helen mimarlık özelliği olan pseudodipteros plan uygulanmıştır.

Çok basamaklı podyum da, Helenistik dönem özelliklerindendir.

Cella tonozla örtülü bir alt yapı üzerine konumlandırılmıştır.

Bu bir Roma mimarisi özelliğidir.

Cella içinde: bir Zeus heykelinin bulunduğu düşünülür, ancak bu heykel günümüze ulaşmamıştır.

Ancak, yapılan arkeolojik araştırmalarda, tapınak içinde Zeus’un kutsal kuşu olan “Kartal” heykeli bulunmuştur.

Promaos (giriş), naos-cella (ana oda) ve opistodomos’tan (arka oda) oluşan ana yapının altında, Anadolu’da kullanımı çok yaygın olmayan, yüksek tonozlu bir galeri bulunur.

Tapınağın girişi doğudadır ve pronaos önünde 4 sütun bulunur.

Batı yüzündeki opisthodoms kısmında ise, kompozit başlıklı 2 sütun vardır.

Opisthodomos ve cella arasında, alt kata inen ahşap bir merdiven vardır.

Tapınağın sayısal ölçüleri:

Tapınağın oturduğu podyum ölçüleri: 130 x 112 metredir.

Tapınağın oturduğu ölçüler ise, 53 x 35 metredir.

Pronaos (giriş) duvarlarındaki yazıtlar:

Tapınağın ön galeri duvarlarında, İmparator Hadrian ve Aizonai için önemli hizmet görmüş Apuleius’u öven yazıtlar bulunur.

Pronaos duvarının dış ve iç yüzeylerinde bulunan Yunanca ve Latince yazıtlarda: tapınağın klerolarının (tarım arazileri) kiralarına ait tartışmaların ve kararların yer aldığı Hadrian dönemine ait yazışmaların birer örneği bulunur.

İmparator ile şehir arasında, bu konu ile ilgili yazışmalar, Aizonai için o kadar önemliydi ki, tapınağın ön galerisinin kuzey tarafında, özel olarak hazırlanmış bir bölüme, bu yazıt konmuş ve bugün de görülmektedir.

Aynı duvarın dış tarafındaki yazıtta ise, şehirde 4 Numaralı köprünün yazıtından tanınan M. Apulerius Eurykles’ten söz edilmektedir.

Yazıtta: Eurykles’in erdemlerinden ve şehir için yaptığı işlerden, övgü ile söz edilmektedir.

Çizimler-Duvarlara kazınan resimler:

Tapınağın yazıtlarının ve kesme taşların üzerinde, çeşitli çizimler var.

MS 13’ncü yüzyılda Anadolu’daki Moğol istilası sonrasında, bölgeye gelen Çavdar Tatarları, tapınağın çevresine bir duvar örerek, tapınağı kale olarak kullanırlar.

Bu dönemde, tapınağın duvarlarına 300’den fazla Çavdar Tatarlarına ait: at, okçu, süvari, tuğ taşıyan süvari, kopuz çalan insanlar gibi çeşitli figürler kazınmıştır.

Grafitilerin büyük çoğunluğu, kuzey duvarının dış ve iç yüzeyinde bulunmaktadır.

Grafitilerin birçoğunun gurup halinde yapılmış olması, yapım teknikleri ve birbirini takip eden kompozisyonları, bunların aynı topluluk tarafından yapıldığını gösterir.

Aizonai Zeus Tapınağı Sütunları

Sütunlar:

Tapınağın en dikkat çekici özelliklerinden biri, sütunlarıdır.

İlk inşa edildiğinde, tapınağı çevreleyen 42 sütun bulunduğu biliniyor. Ancak bunlardan 16 sütun günümüze ulaşmıştır.

En düz olanlar “dor sütunu”, yargıç saçı şeklinde süslü olanlar “İon sütunu” ve çiçekli-böcekli en süslü sütunlar ise “Korint sütunları” dır.

Tapınağın anıtsallığını güçlendiren, monolit (tek parça) sütun gövdelerine, kaide ve başlıklar da eklendiğinde, sütunların toplam yüksekliği 9.51 metredir.

Tapınağın çevreleyen sütunların kaideleri, Asia İon tarzındadır.

Promaos (giriş) ve opisthodomos’da (arka oda) bulunan sütunlarda ise, Attik-İon kaide kullanılmıştır.

Ön ve arka yüzde (doğu-batı) 8 sütun, yan cephelerde (kuzey-güney) 15 İon sütunu bulunur.

Sütunlar 24 yivlidir.

İç bükey yivlerin genişliği altta 11 cm, yukarıda ise 9.5 cm dir.

Bu ölçüler, sütunların yukarıya doğru, zarif bir şekilde inceldiğini gösterir.

İç bükey yivlerin sonlandığı noktada, amphora motifleri vardır.

Bu motifler; üzerine gelen volütlü İon başlıklarını zenginleştirir.

Başlıkların üzerinde bulunan 3 faskiyalı arşitravlar, üst yapının günümüze kadar ulaşan mimari öğeleridir.

Tapınağın kısa taraf, ön yüzündeki orta sütun aralığı, diğer sütun aralıklarından daha geniştir. Ancak bu bir İon mimari özelliğidir.

Sütunlar ile iç mekan arasındaki uzaklık: sütunların kendi aralarındaki uzaklıktan 2 kat fazladır.

Sütunların birbirine bağlantı yerlerinde, kurşun kirişler görülür. Hatta, bu kirişlerden bazıları parçalanmıştır.

Akroterler :

Tapınağın bezemelerinden özellikle akroterlik ilgi çekicidir.

(Akroter: alınlık üçgeninin tepesi ve köşelerinde bulunan figürler, süslemelerdir.)

Batı alınlığında, orta akroter “akantus dalları ve yaprakları arasında Tanrıça Kybele” büstü ile bezenmiştir.

Doğu alınlığındaki akroterde ise, “Zeus Büstü” bulunmaktadır.

Aizonai Zeus Tapınağı altındaki galeri

Tapınağın altındaki galeri:

Tapınakla ilgili, ilginç bir ayrıntı da burada, tapınağın altındadır.

Bu galeri, kilitleme tonozlama metoduyla inşa edilmiştir.

Celladan buraya inen bir ahşap merdiven bulunur.

Burası, bu plan ile Anadolu’da pek alışılmamış bir özellik gösterir.

Roma mimari sanatında, pek görülmeyen bir yapı biçimidir.

Çünkü benzeri yoktur.

Gelelim, galerinin yapılış-kullanım amaçlarına:

Bu konuda başlıca iki görüş bulunmaktadır.

1’nci Görüş:

Tapınağın alt galerisinin, değerli sunuları depolamak amaçlı kullanıldığı şeklindedir.

2’nci Görüş;

Şehrin yaklaşık 4 km güneyinde bulunan Kybele (Meter Steunene) kutsal alanındaki kültün, tapınağın inşasından sonra buraya taşındığı ve tapınakta hem Zeus’a ve hem de Kybele’ye tapınıldığı şeklindedir.

Bu görüşün kanıtı olarak şunlar tespit edilmiştir.

Tonozlu yapıda Kybele’yi simgeleyen terracota figürinleri bulunmuştur.

Ayrıca, bulunan bir yazıtta, Zeus ve Kybele yan yana yazılmıştır.

Tonozlu yapıya geçişi sağlayan geçit opisthodomosdan (arka oda), ahşaptan yapılmış bir merdivenle sağlanıyordu.

Cellaya (ana oda) geçişi sağlayan pronaos üzerinde bulunan alınlığın akroterinde bir erkek figürü bulunuyor, opisthodomos (arka oda) üzerindeki alınlığın orta akroterinde ise bir kadın figürü bulunuyor.

Daha fazla ayrıntıya girildiğinde ise: Kybele, Zeus’u koybantların gürültülü dansları eşliğinde, bir mağarada doğurmuştur.

Pausanias, Aizonai yakınlarında Steunos adını taşıyan bir mağarada, Meter Steunene adı ile Kybele’nin tapınım gördüğünü belirtmiştir.

Zeus’un, burada bir mağarada Kybele tarafından doğurulduğuna inanılmış ve hem Kybele hem de Zeus’a gönderme yapılarak Tapınak inşa edilmiştir.

Hatta, Kybele Zeus’u bir mağarada doğurduğu için, burayı tapınak alanının altına sanki bir mağara gibi inşa etmişlerdir.

3’ncü Görüş:

Son bir görüş ise, buranın bir kehanet merkezi olduğu şeklindedir.

Aizonai Zeus Tapınağı önündeki Kadın Büstü

Tapınağın önündeki kadın büstü:

Tapınağın kuzeybatı alınlığında, bir kadın büstü vardır.

Bunun bulunması, bu tapınağın sadece tanrıların babası Zeus’a değil aynı zamanda Aizonai’te Meter Steunene adıyla tapılan Anadolu’nun Kybele tanrıçasına da adanmış olduğunu gösterir.

Ancak son araştırmalarda, tapınağın çift tanrıya ( hem Zeus’a hem de Kybele’ye) adanmış olduğu anlaşılmıştır.

Medusa görünümündeki bir zemin üzerinde, saçlı bir figürdür.

Akroter denilen bu devasa heykel, zamanında meydana gelen depremler sonucu, Zeus Tapınağının üzerinden düşmüş olmalıdır ve tapınağın önünde, buluntu yerine yakın bir yere konulmuştur.

29 Şubat 2024
bosluk

İskender’in büyük oyunu

İskender’in büyük oyunu

Büyük İskender: MÖ 334-333 kışında, bu yöreye gelince Telmessoslular (günümüzdeki Fethiye ) ile barışçı bir anlaşma yaptı.

Kent kendi isteği ile İskender’e katıldı.

İskender, kente vali olarak güvendiği adamlardan biri olan Giritli Neacrhos’u atar.

Ancak, bir süre sonra kentte yönetimi Antipatrides ele geçirir.

Vali Nearchos, Antipatrides ile eski dosttur.

Bu yüzden, şehri terk ederken, beraberinde esir kadın ve çocuk şarkıcıları da götürmek için izin ister.

Bir süre sonra müzisyenler, şehre çağrılırlar.

Bunun üzerine, eski Vali Nearchos, çocukların ellerine müzik aletlerini vererek şehre yollar.

Ancak, fülüt kutularının içinde harçerler gizlidir.

Müzisyenler kaleye girince, esirler çocukların ellerindeki müzik kutularından silahları çıkarıp akropolü ele geçirirler.

Söylenen o dur ki, şenlik anında ortaya çıkan müzisyen köleler, meğerse savaşçılardır ve ellerindeki de müzik aletleri değil silahlardır.

Antipatrides gafil avlanmıştır. Bu öykü, strateji örnekleyen bir anlatım olarak hala Fethiye tepelerinde yankılanır.

Tarihçiler, buna strateji diyorlar, başkaları ise üç kağıtçılık olarak tanımlıyor.

Sanırım Truva’yı hatırlatıyor.

28 Şubat 2024
bosluk

Tarihte ilk Hastane

Tarihte ilk Hastane
Bergama Asklepion Kullanılan Tedavi uygulamaları

Bergama’da bulunan Asklepion, MÖ 4’ncü yüzyıldan kalma, tarihte ilk büyük hastanedir.

Girişinde yazılmış olan “Ölüm buraya giremez” cümlesi ilginçtir.

Hasta insanlara verilen psikolojik destek açısından muhteşem bir düşüncedir.

Tarihi süreçte, ilk kez, telkinle tedavi yani psikoterapi burada uygulanmıştır.

Müzik, tiyatro, spor, güneş ve çamur kullanılarak yapılan ilk doğal tedavi de burada uygulanmıştır.

Ayrıca, doğal ilaçların kullanıldığı, farmakolojik tedavi de burada ilk kez uygulanmıştır.

İlk afyon modeli ilaç, yani uyuşturucu, evet o da ilk kez burada kullanılmıştır.

Bergama üzerinde tıp ve eczacılık simgesi olan yılanın işareti olan sütun

Yılanın tarihte ilk kez tıp ve eczacılık simgesi olarak kullanımı da burada gündeme gelmiştir.

Bergama Asklepion Kutsal Çeşme

Gelelim Asklepion hakkındaki ayrıntılı bilgilere:

Sağlık ve Hekimlik Tanrısı olarak bilinen Asklepios, tanrı Apollon’un oğullarından biridir.

Asklepios’un yeri anlamına gelen Asklepion ilk çağlarda Bergama’da önemli bir sağlık merkezi olarak öne çıkmaktadır.

Kentin güneybatısında, 1 km uzunluğunda sütunlu bir cadde ve Romalıların Via Tecta (Pazar Yolu) ismini verdikleri, üstü örtülü bir tören yolu ile Bergama şehrine bağlanmaktaydı.

Pausanias’a göre: burada MÖ 4’ncü yüzyılda, hekimlik tanrısı Asklepios’a adanan, kutsal kaynak suyunun bulunduğu bir tapınak yaptırılmıştır.

Kutsal kaynak yanında, burada tedavi gören hastaların soğuk ve sıcak havalardan korunmasını sağlamak amacıyla, uzun bir yeraltı tüneli yapılmıştır.

Bu yeraltı tünelinin hemen kuzeyinde, yuvarlak planlı Asklepion Tapınağı bulunur.

Bu tapınak, Roma’daki meşhur Pantheon tapınağı örnek alınarak, MS 150 yılında, Konsül L.C.Rufinus tarafından yaptırılmıştır.

Sütunlu bir girişi bulunmaktadır.

Tapınağın içinde, dönüşümlü olarak 7 tane niş bulunuyor.

Girişin karşısındaki nişte, Tanrı Asklepios’un kült heykeli bulunuyordu.

Dinsel özelliklerinin yanı sıra, aynı zamanda ünlü tıp merkezlerinden Epidauros ve Kos adasındaki gibi araştırma ve deneyleri sürdürülmüştür.

Aynı zamanda, antik çağın ünlü tıp bilgilerinin yetiştirildiği bir okul olma özelliğini korumuştur.

Antik çağ tarihçilerine göre, MÖ 5’nci yüzyılın ortalarında Asklepion sağlık kültü buraya getirilmiştir.

Söylentiye göre, Arkhias, Pindasos (Marda dağı) dağında avlanırken, düşerek ayağını kırar.

Epidavros’a gider ve tedavi olur.

Bergamalıların hizmetine, kuytu bir vadide, bu tedavi yerini kurar.

Nitekim, hekim Galinos: Asklepion’un Mysia dağlarının eteklerinde, temiz havası, suyu olan bir yerde kurulduğunu yazar.

Aristadies ise, Asklepion, yörenin su ve havasının güzelliği kadar, tanrının kendisi tarafından belli edildiğini, oradaki hastalar kurtarıcı tanrının sesini huzur içinde duyarlar demiştir.

MS 2’nci yüzyıl ortalarında, burada 13 yıl kalmış olan ünlü hatip Aelius Aritdides’den: burada uygulanan tedavi şekilleri ve yöntemlerini öğrenmekteyiz.

Burada, genellikle telkin ve fizyoterapinin bugün kullanılan şekilleri uygulanmaktaydı.

Kutsal sudan içilmesi, su ve çamur banyoları, açlık, susuzluk kürleri, şifalı otlar, kremlerle yağlanma, başlıca tedavi yöntemleriydi.

Asklepios’un hekimleri, hastalarına, burada çamur banyosu yaptırırlar, bitkilerden elde edilen ilaçları kullanırlardı.

Ayrıca, onların spor ve müzikle uğraşmalarını sağlardı.

Bu arada, rüyalar yorumlanır, teklin yoluyla onların iyileşmesi sağlanırdı.

Gerektiğinde de ameliyat gibi işlemler de yapılırdı.

Burada sağlığına kavuşanlar ayrılırken Asklepios Tapınağını ziyaret ederler, maddi olanakları doğrultusunda yardım yaparlardı.

Ayrıca, iyileşen organlarının küçük birer modelini buraya bırakırlardı.

Bu örneklerden pek çoğu günümüzde Bergama Müzesinde görülebilir.

Aranan kelimeler:

26 Şubat 2024
bosluk

Çalınan tarihimiz, Bergama Zeus Sunağı

Çalınan tarihimiz, Bergama Zeus Sunağı

Makedonyalı İskender’in ölümü üzerine, generalleri tarafından kurulan devletlerden birisi olan Bergama krallığı: 150 yıllık yaşamı boyunca: dönemin en büyük kültür merkezlerinden biri haline gelmesiyle önem kazanır.

Özellikle: MÖ.2. yüzyılda: Attalos hanedanı döneminde, Kral II. Eumenes; Avrupa’dan Anadolu’ya giren ve birçok yeri yakıp-yıkan Galatlara (Keltlere) karşı büyük bir zafer kazanınca: gerek zaferin anımsanması ve gerekse Zeus ve Athena gibi tanrılara olan bağlılıklarının ifadesi olarak, büyük bir anıtsal dini yapı yaptırmaya karar verir.

Gerek Pergamonlu sanatçılar ve gerekse Atinalı sanatçılar tarafından; Marmara bölgesinin mermerleri, şekillendirilerek muhteşem bir dini anıt yaptırılır.

Bu yapıya ait bilgiler, Romalı Lucius Ampellius tarafından yazılan yazıtlardan öğrenilmiştir. 

Kare şeklindeki anıt, at nalı şeklinde, yani “U” şeklinde merdivenli bir podyum üzerine yerleştirilir. 

Giriş, doğudaki ana cadde üzerinden sağlanıyordu.

Üzeri kapalı yaya yolu vardı. 

Podyum üzerinde, portifli sütun sıraları yerleştirilir.

Ön bölümde bulunan merdivenin genişliği: 20 metredir.

Yükseklik ise 12 metredir. 

Anıtın tam boyutu ise: 35 x 33 metre ölçülerindedir.

Dört yanı açıktır ve çok uzaklardan görülebilecek şekilde tasarlanmış ve dış yüzeyi, açık mavi renkte bir boya ile boyanmıştır.

 

Süslemeler-Frizler;

Anıtın en büyük özelliği: dış ve iç mekanlardaki mermer frizlerin güzelliğiyle önem kazanmaktadır.

 

Dış cephe:

Merdivenlerden sonra, 2.30 metre yükseklikte ve 12 metre uzunluğunda bir friz (tavan kirişi ile tavan arasında kalan, üzeri tamamen kabartmalı süslü bölüm) çepeçevre, tüm podyumu yani kenarları kuşatıyordu. 

Bu kabartmalar, 120 metre uzunlukta, 2.3 metre yükseklikte ve tam 118 taneydi. 

Menekrates, Dioyades, Orestes gibi Bergamalı ve Anadolulu ustaların elinden çıkan bu güzellikler, Tanrıları yumuşak ve ince, devleri ise sert ve kaba çizgilerle anlatıyordu. 

Zıt ama birlik içinde, uyumu yakalayan, ışık ve gölge oyunlarıyla insanı, efsaneler evreninin derinliklerine çekiyordu. 

Yapıyı süsleyen bu frizler; Olympos tanrılarının hemen hepsinin, yansıtmalı sanatsal özgünlüğünün yanı sıra, Zeus Sunağını, o çağ insanlarının dinsel ilgisinin ana odaklarından biri durumuna getiriyordu. 

 

Frizlerde anlatılan konu:

Bu bölümdeki frizlerde: mitolojik Yunan tanrıları ile Toprak Tanrısı Gaia ve uzun saç ve sakalları bulunan, ayaklarının yerinde yılan kuyrukları olan dev Gigantların mücadelesi tasvir edilmiştir. 

Gigantlar aslan ya da boğa başlı ve yılan kuyruklu yaratıklardır.

Çünkü Helenistik dönemde, Ege uygarlıkları bölgesinde, Tanrılar ve Gigantlar arasındaki savaş betimlemeleri, sevilen ve sık işlenen konulardandı.

Gaia isimli toprak ananın çocukları olan Gigantlar, aslan ya da boğa başlı ve yılan kuyruklu yaratıklardı. 

Tanrıların egemenliğini yok etmeye çalışmaları ve biçimsiz şekilleriyle bilinir ve tanınırlardı. 

Mitolojiye göre:

Tanrı Zeus, kardeşleri Gigantları, yer altı dünyasına (Tantarus) kapatır. 

Buna kızan Gigantlar yeryüzüne çıkarak mitolojik tanrılara saldırırlar. 

Bu savaş  betimlemelerinde, insan şeklinde, bilge ve soylu yaratıklar olarak betimlenen Olmpos tanrılarından: Zeus, Athena, Apollon, Artemis, Leto, Dione ve ismi bilinmeyen başkaca tanrılar tasvir edilmiştir. 

Tanrıların gücü ve kudreti karşısında Gigantlar yenilirler, ezilirler ve gövdeleri paramparça olur ve korkunç acılar içinde kıvranırlar. 

Kazanan tanrılar, simgesel olarak Pergamonluları tasvir etmektedir. 

Yenilen devler ise, Pergamonluların düşmanları olan Galatları simgeler.

Frizdeki tanrıçaların giysilerine, altın ve tunçtan eklemeler yapılmıştır. 

Kabartmalarda, Gigantların isimleri ayrı ayrı yazılmıştır. 

 

Evet, anıtın içine girildiğinde:

Merdivenlerden çıkılarak anıtın içine girildiğinde, portiflerden geçildiğinde, kapalı bir avluya ulaşılır. 

Bu kapalı avlunun içinde, kurbanların kesildiği yani altar-sunak denen alan bulunur. 

 

Sunak:

Bu portiğin ortasındaki boşlukta, Zeus’a adanan armağanların konulduğu asıl sunak bulunur.

Sunak, Zeus’un yanı sıra Athena ve tüm diğer tanrılara adanmıştır.

Antik dönemde, insanlar sunaklarda hem adaklarını sunarlar hem de tanrılara sadece sunak önünde taparlardı.

Ve sunaklara kadınlar giremezdi.

Sunak, açık mavi boyanmıştır.

 

İç bölümdeki frizler:

Sunağın üç tarafını saran alçak duvarlarda, ikinci bir friz çepeçevre dolaşır.

Sunağın üst bölümlerinde, kentuvarlar (yarı at, yarı insan mitolojik yaratıklar), dört atlı arabalar, atlar ve tanrı heykelleri bulunur.

Anıtın bu içi bölümündeki figürlerde ise;

Pergamon şehrinin kuruluşuna ait figürler yani Telefos Efsanesinin tasvir edildiği figürler bulunur. (Bergama şehrini Telefos kurmuştur.)

Bu kabartmaları yapanlar, Atina ve Pergamondaki en ünlü sanatçılardır. 

Kabartmalarda, Helenistik heykel sanatının tüm özellikleri, kıvrılıp bükülen vücutları ile duygusal yüz ifadeleri mermerlere yansıtılmıştır. 

 

Telephos Efsanesi:

Telephos, Attolos hanedanının efsanevi kurucusudur.

Tanrı Herakles tarafından baştan çıkarılan güzel Prenses Auge tarafından dünyaya getirilmiştir. 

Ancak günahkar olduklarını düşünen anne ve babası tarafından, doğar doğmaz annesi Auge tarafından küçük bir gemiyle denize bırakılır.

Bu sırada: Auge, Bergama’nın da içinde bulunduğu bölgeye gelir ve bölgenin kralı Teuthras tarafından himayesine alınır.

Aynı dönemde, denizdeki gemiden ayrılan Telephos, dağlarda dişi bir geyik tarafından beslenerek büyütülür.

Aradan geçen uzun bir süre sonunda, babası Herakles, Telephos’u bulur ve yanına alır. 

Telephos, annesini bulmak için Bergama bölgesine geldiğinde ise, bölgede Amazon Kraliçesi Hiera ile evlenerek, Mysia bölgesinin kralı olur.

 

Gelelim yakın geçmişe, Tapınağın bulunup çalınıp götürülmesine:

1870’li yıllarda yol mühendisi olarak çalışan Carl Human, Bergama-Dikili yolunun yapımında görevlidir.

Taşa ihtiyaç duyulduğunda, onu Bergama’ya gönderirler.

Bir zamanlar, 200 bin kişinin yaşadığı bu kentte, elbette taş çoktu.

Carl Human, bölgeye geldiğinde, tepedeki kalıntılar arasında çok sayıda taş bulunduğu, bu taşların kireç yapımında kullanıldığını, yani eritildiğini ve hatta bu taşların yani heykel parçalarının, özellikle geceleri inleyip ağladıklarını haber alır. 

Bölgedeki tarihi yapıların çokluğu karşısında şaşırır.

Eski kitaplardan ve özellikle İncil’den Bergama’da büyük bir Tapınak olduğunu biliyordu.

Sunağı, ince Bakırçay kıyısındaki Sindel köyü yakınlarında aradı.

Sonra, Akropolde Bizans duvarlarının arasında, üzerinde o inanılmaz güzellikteki kabartmaların yer aldığı mermer frizleri gördü.

O kadar etkilenir ki bir anda kendisini arkeolog sanır.

Bergama’da bir ev kiraladı.

1865’ten 1871 yılına kadar nu buldu ise, no topladıysa gizlice Berlin’e gönderdi.

Prusya Müzeler Müdürü ( o dönemde Berlin, Prusya imparatorluğu sınırlarındadır) Aleksander Conze tanıdığı bir kişiydi.

Conze’nin önerisiyle, 1871 yılında, hiç kimseye bilgi vermeden, hiçbir resmi kuruluştan izin almadan, sunağın bulunduğu yerde kazılara başladı. 

Sunak yavaş yavaş opak merdivenleriyle, narin sütunlarıyla, olağanüstü kabartmalarıyla ortaya çıktı.

Zeus sunağı olarak da adlandırılan antik döneme ait dini yapıyı: özenle kestirir ve numaralandırarak paketletir.

Bergama sunağını alıp götürmek için İngiliz Brisith Museum Müdürü Newton ile Prusyalı Conze arasında süren sessiz çekişme bugün biliniyor.

Ama ellerini çabuk tutan Conze ve Human oldu.

Human, kazı sırasında tuttuğu kazı günlüğünde, yaptığı kaçak kazıyı, bulduklarını Almanya’ya gizlice ve ivedilikle nasıl gönderdiğini ürkek ve korkulu bir dille ayan beyan anlatır.

İri boynuzlu, kara mandaların çektiği kağnılarla, sunak Dikili’ye, deniz kıyısına taşınır. 

Sonra savaş gemilerini yüklenir, büyük bir riskle, fırtınalı denizleri aşarak hiç bilmediği, hiç tanımadığı topraklara iner.

Zeus sunağını topraktan koparan Human, yaptığı için yasadışılıktan korktu ve 1878 yılında kazı izni almak için Osmanlı devlet yetkililerine başvurdu.

Yeni kazı yapmak için, Sultan II Abdülhamit yönetimiyle şaibeli ve içeriğinin ne olduğu belirsiz anlaşmalar yaptı

Bugün Almanların, Zeus sunağının kaçırılması ile ilgili olarak “Sunağın Almanya’da bulunması yasaldır, elimizde izin var, belge var” deyip, bu belgeleri kimseye göstermemelerinin sebebi budur. 

Küçük bir not: İngilizler Yunanistan Atina Akropolünden çaldıkları Elgin mermerlerini, o dönemin Atina valisi olan Osmanlı Paşasından para verip satın aldıklarına ait belge, bugün British Museum’da Elgin mermerlerinin sergilendiği salonun kapısında asılıdır. 

Evet, Almanlar bu tür bir açık yürekliliği gösteremiyorlar, dediğim gibi yapılan anlaşmalar şaibeli.

Evet, söz konusu anlaşmaya göre, güya çıkan yapıtların üçte biri Sultana, üçte biri toprak sahiplerine, üçte biri kazı yapana yani Almanlara verilecekti.

Paylaşımda adaleti ise yansız bir kişi sağlayacaktı.

Bu kişi, ne yazık ki, İzmir’deki Osmanlı Bankası Müdürü Götüngenli bir Almandı.

Değerli buluntuları Prusyalılara, değersiz taşları Osmanlılara bıraktı.

Sunağın sökülüp götürülmesi yetmiyormuş gibi, Carl Human, elindeki altının değerini bilmeyen bir çocuğu şekerle kandırıp altını alan kurnazlar gibi, bu anlaşmanın gölgesine sığınarak, bugün Berlin Müzelerini dolduran birçok Bergama heykelini de Prusya’ya (Berlin) götürdü.

Bir keresinde, Human’ın kağnı kervanının uzunluğu, Bergama’da büyük heyecan ve tedirginlik yarattı.

Bergama ayağa kalktı.

Halk kervanın önünü kesti.

Sultana haber salındı.

Rivayete göre, İstanbul’dan gelen Paşa, altın değilmiş, taşmış bunlar deyip geri döndü.

Belgeler ışığında, bugün anlaşılıyor ki, denetimsiz çalışan Carl Human, 13 yıl boyunca, Bergama’yı açıktan talan etti.

Zeus sunağını taş tas, sütun sütun Berlin’e kaçırdı.

Bugün alındığı ileri sürülen iznin Sunak için değil Sunak kaçırıldıktan sonraki dönemde yapılan kazıları kapsadığı biliniyor.

Yine bugün elde bulunan bazı belgelere göre “Prusya Şansölyesi Sultana tarihi taşların korunması için ödünç olarak verilmesine” teşekkür ediyor. 

Evet bu muhteşem anıt, günümüzde kendi yeri yani Bergama şehrinde değil, Almanya Berlin Pergamon Müzesindedir.

Daha da ilginç olanı, Almanlar (İngilizler gibi dünyanın birçok yerinden çaldıkları eserlerin sergilendiği British Museum girişinde ücret almıyorlar) bu müzeye girişte oldukça yüksek ücret de alıyorlar. Her yıl bu müze 1 milyon kişi tarafından ziyaret ediliyor.

Bir zamanlar Pergamun (günümüzdeki Bergama) şehrinde kurulu olan bu olağanüstü güzel anıtın yerinde bugün, iki çam ağacının gölgesindeki 5 basamaklı temel kalıntıları görülüyor,

Son bir not: bugün hırsız Carl Human’ın mezarı, Zeus Sunağının Bergama’da  bulunan temellerinin eteğindedir. Adam her türlü hırsızlığına karşı vasiyet ediyor ve Bergama’ya gömülüyor.

Zeus sunağı, Berlin’de Carl Human’ın mezarı ise Bergama’da.

Bence, Almanlar bu mezarı da, hemen Bergama’dan almalı ve Berlin’de Müzenin uygun bir yerine götürmelidirler. 

Sonuç:

Evet, Almanlar: Hattuşaş’ta yangında hırpalandığı için onarım için götürdükleri Sfenks heykelini, 50 yıl sonra, zorla geri iade etmişler ve bu Sfenks heykeli günümüzde Hattuşa Müzesinde yani ait olduğu topraklarda sergilenmektedir. 

Ama, bu olağanüstü antik eseri, aynı zamanda milyonlarca Euro para kazandıkları bu eseri, sanırım asla Bergama’ya geri iade etmezler.

Bu satırları okuyan bizler; Berlin şehrini ziyaret ettiğimizde, Pergamun Müzesini görüp, bu anıtı gezelim, Bergama şehrine gidersek, kalıntıları gezerken Carl Human diye birinin mezarını görürsek, kimdir bu diye düşünmeyelim. Çanakkale Truva’yı yağmalayan İngiliz gibi biridir diye tanıyıp bilelim.

 

Aranan kelimeler:

24 Şubat 2024
bosluk

İstanbul Fatih Kız Taşı-Avrat Taşı-Marcianus Sütunu-Arkadius Sütunu

İstanbul Fatih Kız Taşı-Avrat Taşı-Marcianus Sütunu-Arkadius Sütunu

Kız taşı, günümüzde bir konutun bahçesinde, gözlerden uzak yıllarca durduktan sonra ortaya çıkarılmıştır.

İstanbul şehrinde, Bizans döneminde şehri koruması için 24 tane tılsımlı sütun dikilmiştir.

Bunlardan günümüze kadar ayakta kalarak gelebilenler: kız taşı, çemberlitaş, Gülhane parkındaki gotlar sütunu ve cerrahpaşa’daki Arkadios sütunudur.

Marcianus Sütunu:

MS 455 yılında, Bizans İmparatoru Markianos adına, Forum Amastrion’a dikilmiştir.

Markianos: Bizans döneminde İmparator I. Theodosius’la başlayan hanedanın son hükümdarıdır.

Kendi zamanında gerek ülkesini dış tehditlere karşı koruması ve gerekse ekonomik reformları sayesinde, altın bir dönem yaşanmıştır.

Ancak yine Marcianos döneminde, Batı Roma barbar hücumlarına karşı desteksiz kalmış ve yıkılmıştır.

Kızıl-gri granitten yapılmış sütun, iki parçadır.

Yapıldığında sütunun üzerinde bir kaide bulunduğu ve bunun üstünde de İmparator Marcianus’un bronz bir heykelinin bulunduğu ancak 1204 yılındaki Haçlı-Latin istilası sırasında, şehrin yağmalanması sırasında, bunun da çalınarak İtalya’nın Bari şehrine götürüldüğü ve burada bulunan Barletta heykeli olduğu söylenir.

Sütunun mermer kaidesi dört yüzlüdür ve her yüzündeki madalyonlar, Yunan haçları ile bezenmiştir.

Kaidesinde bulunan Yunan Zafer Tanrıçası Nike kabartması nedeniyle, kız taşı olarak da isimlendirilir.

Kaidesinde bulunan kitabesinde, Latince olarak yazılan yazıtı tercümesi “İşte bu İmparator Marcianus’un anıtıdır ki, Tatianus bu eseri adamıştır.”

Bu arada, sütunla ilgili bir efsaneden söz etmek istiyorum.

Justinyen, Ayasofya’yı inşa ettirirken, tılsımlı güçleri olan bir kız, buraya büyükçe bir sütun taşımaktadır.

Derken, kızın karşısına ruhani bir canlı yani cin çıkar, taşı nereye götürdüğünü sorar.

Kız “Ayasofya” ya gittiğini söyler, ancak cin, geç kaldığını ve taşı boşuna taşımamasını söyler. Kız, taşı oracıkta bırakır ve durumu görmek için, bugünkü Sultanahmet Meydanına gelir. Cinin yalan söylediğini anlar. Fatih’e geri dönüp taşı götürmek ister ancak sihirli güçlerinin artık işe yaramadığını fark eder. Taş da o günden beri “Kız Taşı” olarak anılır.

ARKADİOS SÜTUNU:

Yapılışı;

MS 395 yılında Roma İmparatoru I Teodosius döneminde, İmparatorluk Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı.

Teodosius’un oğlu Arkadios Doğu Roma İmparatorluğunun ve diğer oğlu Honorius Batı Roma İmparatorluğunun başına geçti.

Henüz, 18-19 yaşlarında bir delikanlı olan, babasının tersine güçsüz ve pısırık kişiliği olan Arkadios, temelleri atılan Bizans tarihinin ilk imparatoru olur.

Hükümdarlık döneminde, İstanbul’a üç önemli yapı kazandırır.

Bunlar: Arkadianai semtinde (günümüzdeki Sultanahmet civarı) bir hamam, eskiden Avrat Pazarı olarak bilinen (günümüzdeki Cerrahpaşa semti) yerde: Arkadios Forumu adını taşıyan büyük meydan ki bu meydan Bizans döneminin ilk yıllarında şehrin merkeziydi.

Burada, köle ticareti yapılır ve idam cezaları infaz edilirmiş.

MS 402 yılında bu meydanın ortasına diktirdiği büyük bir anıt sütun vardır.

Çünkü, ilk Bizans İmparatoru olan Arcadius, kendi adına, zaferlerini ilan etmek için Roma şehrindeki Trajan sütununa benzeyen bu anıt sütunu diktirmiştir.

Sütunun tam olarak yerini gösteren eski çizimler, 1453 yılından sonra Fatih Sultan Mehmet’in ünlü portresini yapan İtalyan ressam Bellini’ye aittir.

Genel Özellikleri:

Sütunun bulunduğu hafif tepelik bölgeye “Xeroluphus” denirdi.

Sütun MS 402 yılından kalmadır.

İlk dikildiğinde, kayıtlarda yazılı yüksekliği 50 metredir.

Çapı ise 4 metredir.

Tepesinde bir korint başlık ve bunun üstünde kare bir blok vardır.

Bu bloğun köşelerinde, dört adet, kanat açmış melek heykeli görülür.

İlk dikildiğinde, üstündeki kare blok üzerine, şehrin ufuklarını gözleyen, güzel bir peri heykeli konulmuştur.

Evliya Çelebiye göre: İmparator Konstantin, sütunun tepesindeki peri heykelini kaldırtmış ve tehlike anında gözcüler tarafından çalınması için çanlar yerleştirmiştir.

10 Temmuz 421 tarihinde ise Arkaidos’un oğlu II Teodosius İmparator olunca, sütunun tepesine, babasının atlı bir heykelini koydurmuştur.

Ancak bu heykel, 740 yılındaki depremde, kuvvetli sarsıntıya dayanamaz ve yerinden koparak düşer, ardından sütunun tepesi boş kalır.

Yine tarihçilerin yazdıklarına göre: bir zamanlar 40 metre yükseklikte olan bu sütunun içinde bulunan helezonik bir merdivenle, tepesine çıkılırdı.

İlk yapıldığında, sütunun üstünün, yukarıdan aşağıya kadar Arkadios’un seferlerini anlatan kabartmalarla süslü olduğu söylenir.

Bazı Osmanlı dönemi fotoğraflarında, sütunun üzerindeki motifler gayet güzel görünmektedir.

Kaidesi:

Sütun dikdörtgen kaide üzerindedir.

Kaide iri taşlarla örülü bir yüksek duvar şeklindedir.

Kaidenin bir yüzü ve büyük kısmı, büyük bir ağaç tarafından gizlenmiştir.

Diğer yüzleri ise, bitişik ahşap evin yanındadır.

Kaidede ünlü Zafer Tanrıçası Nike figürü görülür.

Kız Taşı Denilmesinin Sebebi:

Anıtın üstündeki kare bloğun köşelerindeki melek yani kadın heykelleri nedeniyle, bu ismin verildiği söylenir.

Bir başka söylentiye göre: sütun, altından geçen kızlara bakire olup olmadıklarını fısıldarmış. İmparator II İusnianus, baldızına bu oyunu oynamaya kalkınca, sütunun üstündeki heykel yerinden kırılarak devrilmiştir.

Yine bir söylentiye göre: eskiden bu sütunun önünden bakire bir kız geçtiğinde, sütun hafifçe yana eğilirmiş.

Bir iddia daha, anıta kız taşı denilmesinin sebebi, kaidesinde bulunan Yunan Zafer Tanrıçası Nike kabartmasıdır.

1204 Haçlı-Latin İstilası:

Ancak, sadece bir defa ve birkaç dakika için, sütunun tepesine bir İmparator çıkabilir.

1204 yılında Haçlılar şehri ele geçirince, zamanın Bizans İmparatoru V Aleksios bu sütunun tepesinden yani unvanına uygun olarak yüksekten aşağıya atılarak öldürülür.

Başka bir söylentiye göre: Haçlılar şehri ele geçirip yağmaladıklarında, bu sütunun üstünde İmparatorun heykeli vardır ve bu heykeli çalarak götürürler. Günümüzde bu heykelin İtalya’da Bari şehrinde bulunduğu söylenmektedir.

Sütunun Tılsımlı Olması:

Bazı kaynaklara göre, Bizanslılar, bu sütunun tılsımlı olduğuna inanırmış.

Evliya Çelebi de, bu sütunun tılsımlı olduğuna inananlardandır.

Yazdıklarına göre, Hz Muhammed’in doğduğu gün, büyük bir deprem olur ve sütun parçalanır, ama tılsımlı olduğu için dağılmaz.

Evliya Çelebi: bununla da yetinmez ve başka tılsımlardan da söz eder.

Eski dönemlerde, sütunun üstünde duran kız heykeli yılda bir  defa bir feryat koparır ki, civarda ne kadar kuş varsa önce pervane gibi bu sütunun etrafında döner, sonra bunlardan binlercesi ölüp sütunun dibine düşer, halk da bunları afiyetler yermiş.

Sonuç:

İstanbul’u sarsan depremler, Arkadios sütunun da yıpratmıştır.

Sonunda da iyice yana eğildiğinde, çevresindeki binaların üstüne düşebileceği için, 1719 yılında Sultan III Ahmet tarafından yıktırılmasına karar verilir.

Bir başka söylentiye göre, sütun uzun süre olduğu yerde durmuş, ancak üstündeki heykel, Lale devri sultanı Sultan III Ahmet tarafından indirtilmiştir.

Günümüzde görülen sütun, sadece 8 metre yüksekliktedir.

Kaidesi 6 metre genişliktedir.

Kaidenin büyük kısmı, bir ağaç tarafından gizlenmiştir.

1874 yılında, deniz tarafındaki kumluk alanda bulunan bazı kabartma mermer parçaların bu sütuna ait olduğu söyleniyor ve bu parçalar, günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesindedir.

Kaidenin içine, kaidenin yakınında bulunan evin kapısından geçiliyor.

Buradan harabe haldeki sütunun tepesine, merdivenle tırmanarak çıkılır ve sütunun tepesinden sütunun dibi ve üstündeki kabartmaların izleri görülebilir.

5 Şubat 2024
bosluk

İstanbul Gülhane Parkı Alay Köşkü

İstanbul Gülhane Parkı Alay Köşkü

Ünlü şair Keçecizade İzzet Molla’nın yazılarına göre: köşk binası, 1819 yılında Sultan II Mahmut tarafından yaptırılmıştır.

Ancak günümüzdeki yapıdan önce de burada ahşaptan yapılmış bir “Alay Köşkü” bulunduğu söylenir.

Gülhane parkı içinde, girişte solda bulunan taş rampa, padişahların saraydan çıkıp Alay köşkünün kapısına kadar atla gelebilmeleri için yapılmıştır.

Osmanlı Sultanları, burada kafesli pencerelerin ardından, Osmanlı imparatorluğunun zengin dönemlerinde, bu cadde üzerinde yapılan resmi geçitleri ve alayları izlermiş, halkı selamlarmış.

Bu yüzden, yapının ismi Alay Köşkü ve bazı kaynaklarda ise Selam Köşkü olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğunun zengin dönemlerinde: bu cadde üzerinde dönemin en renkli törenlerinden biri olan ve adeta bir tür karnavalı andıran “Esnaf Alayı” veya “Lonca Alayı” düzenlenirmiş.

Bu esnaf alayına katılan tüccarlar, zanaatkarlar ve sanatçılar başta olmak üzere değişik meslek guruplarından kişiler, padişahı selamlar, padişah ta bunlara karşılık verirmiş.

En son düzenlenen esnaf alayı, 1769 yılında Sultan II Mustafa döneminde yapılmıştır.

Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde: 1638 yılında Sultan IV Murat döneminde yapılan bir alay geçit törenini şöyle anlatır “İstanbul’un dört bir yanından gelen her lonca ve meslek oradaydı, alay şafak vakti başlayıp gün batımına kadar sürdü. Bu alay için İstanbul’da üç gün üç gece ticaret hayatı dururdu. O günlerde, şehri bir gürültü patırdı aldı ki, kelimelerle tarifi mümkün değildir.”

Devamında Evliye Çelebi şöyle anlatır: “Alay 57 kısım halinde toplanmış, 1001 loncadan oluşmaktadır.”

Bu loncaların her birinin temsilcilerin, kendilerine özgü kıyafetleri ve üniformaları vardır.

Hazırladıkları arabaların üzerinde mesleklerini ve mallarını tanıtırlardı.

İzleyenleri güldürücü sözler söyleyip soytarılık yaparak halkı eğlendirirlerdi.

Bu teşhirlerin en ilginci ise, palamarlarla binlerce adamın çektiği, kızaklara konmuş kalyonlarla geçen “Akdeniz Kaplanları” idi.

Bunlar, Alay köşkünün önüne vardıklarında, büyük bir cenk gösterisi sunarlar, kafir gemilerini ezip geçerlerdi.

Alaydaki son lonca meyhanecilerdi.

Bunların en sonunda ise “Yahudi meyhaneciler” geçerdi.

Bunlar, halka ellerindeki testilerden, şarap yerine şeker şerbeti dağıtarak geçerlerdi.

Evet, bu loncalar ve esnaf alaylarının geçitleri dışında, sefere çıkan veya zaferden dönen Osmanlı ordusu neferleri de, mehter marşları eşliğinde burada geçit töreni yaparlardı.

Hatta, bazı siyasi suçluların idam cezaları da halka ibret olsun diye bu köşkün önünde yapılmıştır.

Alay Köşkünün tarihi geçmişindeki önemli olaylarda birisi de: “Vakai Vakvakiye” veya “Çınar” adı ile bilinen isyanda, henüz buluğ çağına yeni girmiş bir çocuk olarak tahta çıkan Sultan IV Mehmet’in, isyancılar tarafından ayak divani yani görüşmeye, buraya çağrılmış olmasıdır.

Alay Köşkünün Sadrazanın yaşadığı Bab-ı Ali’nin hemen karşısında yapılmış olmasının sebebi: Sultan tarafından Bam-ı Ali ve Sadrazamın gözlenmesi düşüncesinden kaynaklandığı da söylenir.

Hatta, Sultan Deli İbrahim, tatar yayı ile, yoldan gelip geçene ok atmak için burayı kullanmıştır.

4 Şubat 2024
bosluk

İstanbul Sarayburnu İncili Köşk

İstanbul Sarayburnu İncili Köşk

Marmara surları üzerindeki köşk, 1593 yılında, dönemin Sadrazamı Arnavut asıllı  Yemen ve Tunus fatihi, Koca Sinan Paşa tarafından mimar Davut Ağa’ya yaptırılmıştır.

Ardından, köşkü dönemin Padişahı Sultan III Murat’a hediye eder.

Köşk, ismini kubbesinden sarkan inci salkımı şeklindeki süslemelerden almış ve Avrupalılar tarafından incili köşk olarak isimlendirilmiştir.

Bu köşk, Boğazı resmeden gravürlerde en fazla resmedilen köşk olmuştur.

Bu köşk, Sultan III Murat tarafından en sevilen mekanların başında gelmiştir.

Köşk, bir merasim mekanı değil, bir seyir köşkü olarak yapılmıştır.

Denize bakan cephesinden donanma gösterileri izlenirmiş.

Ancak, rivayete göre: bir gün Padişah III Murat, burada otururken, İskenderiye’den dönen Osmanlı donanması, gelenekte olduğu üzere, saray önünden geçerken, sarayı selamlamak adına top atışı yapar.

Top atışı üzerine, yapı şiddetle sarsılır ve daha önce defalarca buradan geçmiş olmasına rağmen, donanmanın bu geçişi sıkıntı yaratır.

Hatta, bu sırada Padişahın oturduğu pencerenin camları kırılmış ve hasta padişah bu durumu hayra yormayarak, bu köşke son kez geldikleri hakkında bir işaret olarak değerlendirmiştir.

Ardından, sultan III Murat, birkaç gün sonra ölür ve bir daha bu köşke gelemez.

Yapının mimarı Davut Ağa: bu köşkü inşa ederken, onu taşıyan taş kemerlerin arasına küçük ve zarif bir çeşme ekler.

Çeşmenin bulunduğu yer, halkın rahatça kullanabileceği bir yer değildir.

Ancak yapı Bizans döneminde, şehrin ünlü manastırlarından biri yakınlarında kurulduğundan, bunun hemen yanındaki Soteros Ayazmasının üstünde bulunuyordu.

Bu ayazma, yortu günlerinde, şehirdeki Ortodoks halk tarafından, kıyıdaki çakıllar üstünde toplanarak ve çeşme kullanılarak kutlanıyordu.

Bu kutlamalar: Yunan ayaklanmasına kadar yani 1821 yılına kadar devam eder ve Padişahlar köşkün penceresinden, kıyıda toplanan Ortodoks Rumları yıllarca seyrederlermiş.

Daha sonraki dönemde, unutulan bu ayazma ve çeşme, 1921-1922 yıllarında şehirdeki Fransız işgal kuvvetleri tarafından yapılan kazılar sırasında bulunmuştur.

İncili köşk, Sultan III Murat’dan sonra da bazı Padişahlar tarafından kullanılmış ve 18’nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren ihmal edilmeye başlanmıştır.

Hatta, 18’nci yüzyılın sonlarında, İstanbul’a gelen Fransız ihtilal hükümetinin gönderdiği elçi, Padişahın huzuruna bu köşkte çıkacağının bildirilmesi üzerine “harap bir güvercinlikte kabul edilmeyi istemiyorum” diyerek şehri terk etmiştir.

Köşk, Sultan Abdulaziz döneminde, 1871 yılında demir yolunun sahilden ve sarayın bahçesinden geçmesine izin vermesinden sonra, kıyıdaki kasır ve saraylarla birlikte yok edilmiştir.

3 Şubat 2024
bosluk

İstanbul Balat Bulgar Kilisesi-Stavi Stefan-Demir kilise

İstanbul Balat Bulgar Kilisesi-Stavi Stefan-Demir kilise

Bulgarca Sveti kelimesinin anlamı “Aziz” dir.

1850 yılında milliyetçiliğin etkisiyle, Bulgarlar dini ayinlerini Fener Rum Partikliğine bağlı olarak ve Rumca yapmak istemediklerini söylerler.

Bağımsız ve milli Bulgar Ortodoks kilisesi yapmak isterler.

Çünkü başlangıçta Bulgar milliyetçiliği, Osmanlıdan çok Fener Patrikhanesine karşı oluşmuştur.

Ancak bu durum Osmanlının işine gelmez.

Çünkü Fener Patrikhanesiyle karşılıklı anlaşma vardır.

Ayrıca, Bulgar milliyetçiliğinin zamanla Osmanlı otoritesine karşı yöneleceği de tahmin edilir.

Bu yüzden, dönemin Padişahı, Bulgarların bir kilise yapmalarını istemez.

Israr edildiğinde ise, işi zora sokmak için “Bir şartla izin veririm, kiliseyi 1 ay içinde yapacaksınız, aksi halde izin vermem” der.

Evet padişah tarafından verilen bu 1 aylık iznin ardından, Bulgarlar, kiliseyi demir döküm olarak yapmaya karar verirler.

Çünkü bu tarihlerde inşaatlarda kullanılan demir, dönemin yeni mimari modasıdır.

Paris şehrindeki Eyfel kulesi, aynı dönemde yapılmıştır.

Yani, Padişahın öne sürdüğü şartı için en uygun çözüm, demir kullanılmasıdır.

Bulgarlar hemen bir ihale açarlar ve bir Avusturya firması ihaleyi kazanır.

Proje, İstanbullu bir Ermeni olan Hovşep Aznavur tarafından yapılır.

Ayrıca, Bulgarlar bu kiliseyi yapmak için oldukça ilginç bir yer tercih ederler.

Bu yer, Fener Patrikhanesinin sadece birkaç yüz metre yakınıdır.

İç ve dışı, yani tümü Viyana şehrinde kurulan Wagner Firmasının fabrikasında dökülen kilise, Viyana’da kurulur, denenir ve sonra mavnalarla, Tuna nehri ve Karadeniz yolu ile parça parça İstanbul’a ulaştırılır ve burada monte edilir.

Ancak, demir olduğu için ağır çeken kilisenin, deniz kenarında kurulması öncesinde, temellerde ciddi mühendislik çalışması yapılır.

Temeline 70’e yakın demir kazık çakılır.

Ayrıca, kilisenin nemden ve rüzgardan etkilenmesi, ciddi bakım ve onarım sorunları yaratır.

Önce taşıyıcı iskelet, çeşitli biçim ve boyutlardaki çelik profillerden oluşturulur.

Çünkü zeminin zayıf olması nedeniyle, betonarme yerine daha hafif olduğu için demir iskelet yöntemi tercih edilir.

Ancak bununla yetinilmemiş, dış cephede bulunan elemanlar da demirden yapılmıştır.

Bütün dış duvar kaplamaları, pencere doğramaları, kapı kanatları yani bütün yapı demirdendir.

İç mekana gelince: duvarlar, merdivenler, bütün kolonlar ve kolon başlıkları demirdendir.

Ancak daha görkemli bir görünüm için, girişte ve ana mekandaki duvarların ve kolonların üstleri, renkli mermer levhalarla kaplanmıştır.

Yani, içerideki mermer görünümlü sütunlar da demirdendir.

Dünyanın ilk ve tek, dökme demirden yapılmış prefabrik kilisesidir.

Mimari olarak Neogotik stil kullanılmıştır.

Yeşilimsi, gri renkte boyanmıştır.

Cephesi bezemelerle doludur.

Yaklaşık 1.5 yıllık bir çalışmanın ardından, kilise 1898 yılında 1 aylık süreçte, günümüzde bulunduğu yere monte edilmiştir.

Hemen girişte, kilisenin Viyana’da ( R.Ph. Waagner, Vienne) yapıldığını belirten bir plaket görülür.

Kilisenin karşısında “Eksarhlık” binası vardır.

Kilisenin bahçesindeki mezarlıkta bulunan heykeller, Bulgaristan’da Türk azınlığa baskı yapılan yıllarda, bilinmeyen kişiler tarafından kırılmıştır.

Bu yüzden, heykeller kilise içine alınmıştır.

2 Şubat 2024
bosluk

İstanbul Fener Semti

İstanbul Fener Semti

Önce Fener semtinin tarihçesi:

Ermeni yazar Farbl Lazar’ın yazdıklarına göre, İmparator Konstantinus, Bizanstion adını taşıyan bu küçük yerleşim yerine geldiğinde, buranın çok güzel olduğunu ve yerleşmeye çok elverişli olduğunu gördü.

Çünkü buranın batı tarafındaki ufak bir kara kısmı yanında, diğer üç bölüm denizle çevriliydi.

Bu yüzden, İmparator derhal faaliyete başladı ve yarımadanın iç kısmında bulunan tepeleri düzelttirdi ve surların inşa planını hazırladı.

Roma döneminde yerleşilen bu bölgeye, Bizans döneminde “Petrin” yani “Kaya” ismi verildiği biliniyor.

Bu bölge, İstanbul’un yedi tepesinden birinin zirvesine çıkan, oldukça dik bir yokuşun çevresinde kuruluydu.

Hatta, burada sadece surlar değil, aynı zamanda şehir merkezinden ayrı bir iç kale vardı.

Bu kalenin surlarındaki kapıya ise “Porta Phanari, Porte del Pharo”” yani “Fener Kapı” deniliyordu.

1351 tarihli bir belgede ise, bu kapının yanındaki mahalleye, Bizans döneminde “Fanari” ismi verilmişti.

Çünkü bu mahalle yani kapının bulunduğu yerde, limana yakın bölümde bir zamanlar bir deniz feneri vardı.

Ancak bu sözü edilen deniz feneri, günümüze ulaşmamıştır.

Muhtemelen, İstanbul’un uğradığı büyük depremler, kuşatmalar ve saldırılar sırasında yok olmuştur.

Zaten sadece fener değil, gerek surlar ve gerekse bir zamanlar burada bulunduğu söylenen kapıdan da herhangi bir kalıntı, günümüze ulaşmamıştır.

Ancak kapının yeri tahmin edilmektedir.

Çünkü bütün sokaklar, kapının bulunduğu tahmin edilen yere açılır.

Evet, surlarla çevrili bu iç kale bölgesinin ismi, Bizans döneminde “Petrion” olarak bilinmektedir.

Şehir merkezinden ayrı, bağımsız bir bölüm gibi olan Petrion’un ilginç bir tarihi geçmişi vardır.

1204 yılındaki işgalde, Latinler yani Haçlılar, ilk önce Petrion bölümünü ele geçirmişler ve ardından şehre girmeyi başarmışlardır.

Çünkü başlangıçta Haçlı donanması düşman gibi görülmemiş ve Haliç girişindeki ünlü zincir açılarak donanmanın Haliç’e girmesine izin verilmiştir.

Ardından Haçlılar Haliç kıyısında bulunan ve diğerlerine göre daha zayıf surlara saldırmışlar ve Petrion’u ele geçirmişlerdir.

Ama Türklerin şehri kuşatmasında, bunun tersi olmuş, şehrin birçok bölümü ele geçirilmesine rağmen, Petrion’da bulunanlar, burayı uzun süre savunmuştur.

Buna istinaden, Fatih Sultan Mehmet, buranın yağmalanmasını yasaklamış ve hatta sonradan buraya bazı ayrıcalıklar vermiştir.

Bu yüzden, tarihi süreçte, İstanbul’da yaşayan Rumlar ve özellikle Feneriyot olarak isimlendirilen varlıklı aileler, bu bölgede toplandılar ve semtin iç bölümlerinde Rumlar, sahillerde Yahudiler karışık olarak yaşıyorlardı.

Ermeni tarihçi Sarraf Hovannesyan tarafından yazılar yazılarda: Cibali Ayakapı’dan Fener’e kadar uzanan yerde, Rum zenginlerinin ve Eflak-Boğdan Beylerinin sıra sıra evlerinin bulunduğundan söz eder.

Çünkü bir zamanlar, Osmanlı yönetiminde olup günümüzde Romanya’nın parçaları olan Eflak-Boğdan voyvolaları, geleneksel olarak Fener Rumları arasından seçilirdi.

Ayrıca, Osmanlı hariciyesinde, tercümanlık görevleri de hep Rumlar tarafından yürütülürdü.

Sonuçta Rumlar ellerine geçen yüksek paralarla Fener semtinde muhteşem evler ve saraylar yaptırdılar.

Bu saraylar günümüze ulaşmamıştır, evlerin ise bir kısmı kalmıştır.

1 Şubat 2024
bosluk

cumhuriyet tarihi Son Yazılar FriendFeed
kişi siteyi ziyaret etti