Muhteşem Yüzyıl; Kanuni Sultan Süleyman’ın Ölümü

Muhteşem Yüzyıl; Kanuni Sultan Süleyman’ın Ölümü

Kanuni Sultan Süleyman: 1566 yılında, 73 yaşında, hasta olmasına rağmen, 1 Mayıs 1565 tarihinde, 13’ncü ve son seferine çıkmıştır. Hasta, yaşlı ve ölüm tehlikesine rağmen: oğullarını idam ettirmesi sebebiyle, askerle halk arasında kendisine karşı oluşan olumsuz imajı düzeltmek istemektedir. Ancak, biraz önce de söylediğim gibi, uzun zamandır yani 11 seneye yakın süredir, herhangi bir sefere çıkmamıştır. Ancak, eskiden olduğu gibi, seferlere at sırtında gidemiyordu ve yalnızca şehirlerden geçerken at sırtında, diğer bölgelerde ise saltanat arabasında seyahat ediyordu.

Zigetvar şehri: çevresi surlarla çevrili ve üç kısımdan oluşuyordu. Ayrıca, yine şehrin çevresinde nehirler, bataklıklar ve göller bulunuyordu. Suların ortasında, üç adacık şeklinde olduğu için şehre “Szigetvar” yani “Adalar şehri” deniliyordu. Ayrıca, yeni şehir, uzun bir kuşatmaya yetecek kadar erzakla donatılmıştı.

Bu yüzden: şehrin ele geçirilmesi gecikti. Kuşatmanın son günlerinde: Kanuni nin hastalığı iyice ilerledi.

Zigetvar fethedilmeden bir gün önce; 5 Eylül 1566 tarihinde öldü.

Moralleri bozulmasın diye: Sokullu Mehmet Paşa: askerden, Sultanın ölümünü sakladı. Ölüm duyulmasın diye, özel doktoru boğdurulurak öldürüldü.

Hünkarın iç organları ölümünün ardından boşaltıldı ve Zigetvar da çadırında yatağının bulunduğu yere gömüldü. Ceset ise: tahnit işlemine tabi tutuldu, muşambalara sıkı sıkı sarılarak tabuta konuldu ve tabut, tahtın altına gizlendi.

Daha sonra ise, hünkarın ölü vicuduna elbiseleri giydirildi ve çadırında bulunan tahtında dik oturması, gözlerinin açık, yanaklarının kırmızı olması için, sık sık makyaj yapıldı ve her gün çadırına yemekler götürüldü.

Savaş bitip çadır yıkıldığında, İstanbul a dönüş yolunda, Sultan yine saltanat arabasına dik oturur halde yerleştirildi ve İstanbul yakınlarında Belgrad ormanlarına yaklaşıldığında, öldüğü söylendi ve tabutu, 400 asker tarafından İstanbul a kadar taşındı.

İstanbul a gelince defin işlemlerine başlandı. Yani: ceset, yaklaşık 48 gün boyunca saklandı.

Sultanın vasiyeti:
Bir sandığı varmış ve kendisiyle birlikte gömülmesini vasiyet etmiştir. Ancak: Şeyhülislam Ebusuud Efendiye durum iletildiğinde, dinen bunun mümkün olmayacağını belirtmiş ve sandık Sultan ile birlikte gömülmemiştir.
Daha sonra sandık açıldığında, sandığın içinden;
Sultan tarafından yaptığı işler ve vereceği kararlar için: dine uygun olup olmadığı hakkında, Şeyhülislamdan aldığı fetvalar bulunuyormuş.

Kanuni Sultan Süleyman ın ölümünden sonra: yerine II. Selim geçmiştir. II. Selim: babasının iç organlarının ve kalbinin gömülü bulunduğu Zigetvar bölgesinde, mermerden güzel bir türbe yaptırmıştır. Macarlar, buraya “Turbek” ismi vermişlerdir.

Türbe, 150 yıl boyunca burada kalmıştır.

Kanuni nin türbesi ise: Süleymaniye camisinin kıble tarafında, Mimar Sinan ın yaptığı türbeye nakledildi.

Kanuni Sultan Süleyman ın Szigetvar kuşatmasında otağının kurulduğu Similehov tepesine ise, 1994 yılında Türk-Macar Dostluk Parkı yapılmıştır.

Ancak: Macaristan Osmanlının elinden alınınca, türbe 1693 yılında yıkılmış ve yerine, Katolik Kilisesi yaptırılmıştır.

Aranan kelimeler:

16 Mart 2014
bosluk

Havacılık Tarihindeki İlk Şehit Pilotlarımız

Havacılık Tarihindeki İlk Şehit Pilotlarımız

1913 yılında: Fransız pilot Dancourt tarafından İstanbul-Kahire uçuşu projesi, uçağın Toroslar üzerinde parçalanması üzerine yarım kalır. Osmanlı İmparatorluğunun hırslı Harbiye Nazırı Enver Paşa: Balkan Savaşının acılarını silmek ve Osmanlının gücünü dünyaya göstermek için, dönemin gözde etkinliklerinden olan havacılık konusunda, bir şov düzenlemeye, iki teyyarelik bir filoyu İstanbul’dan Kahire’ye göndermeye karar verir.

8 Şubat 1914 tarihinde: İstanbul-Kahire yolculuğu yapmak üzere, İstanbul’da “Bleriot” tipi 2 uçak ve 2 uçuş ekibi hazırlanır. Uçaklardan “Muavenet-i Milliye” isimli olanının pilotu Fethi Bey ve gözlemcisi Sadık Bey’dir.

Diğer uçağın pilotu ise Nuri Bey’dir ve yardımcısı ile birlikte “Prens Celalettin” isimli uçağı kullanmaktadırlar.

Uçaklar ise: en çok 800 metreye kadar yükselebilen ve taşıdığı yakıta göre, havada en fazla 1 saat 10 dakika kalabilir özelliktedirler. İki kişilik uçaklarda, pilottan başka bir de rasıt denilen ve gözleme ile görevli personel bulunurdu. Ancak: paraşüt ve benzeri teçhizat bulunmazdı. Uçuş, toplam 25 saat ve2515 kilometresürecektir. Ancak, uçulacak  rotanın bazı bölümlerinin haritası bile bulunmamaktadır. Hatta: uçuşlarda kullanılacak Bleriot cinsi uçaklar, bazı eksiklikleri nedeniyle, üretildikleri ülkenin yani Fransanın ordusunda bile kullanım dışı kalmıştır. Bu durum, bana hemen, binlerce askerimizin boş yere şehit düştüğü “Sarıkamış Harekatı” nı hatırlatıyor.

Fethi Bey: İstanbul doğumludur. 1907 yılında Bahriye Mektebinden mezun olur. 1911 yılında, İngiltere’de havacılık eğitimi alır ve dönüşünde Yüzbaşı olarak, orduya katılır, çeşitli gösteri uçuşları yapar. Ayrıca: Türk Havacılık tarihinde, ilk savaş görevi alan 8 pilottan biri olarak bilinir. Şubat 1913  tarihinde ilk gece uçuşunu, yine kendisi yapmıştır. Uçaklarda ilk bomba, yine Fethi Bey’in yönetimindeki bir uçak tarafından 1913 Balkan savaşında, düşman hatlarına (Bulgar hatlarına) atılmıştır.

Sadık Bey: Selanik’te doğmuş, İstanbul Mekteb-i Harbiye’den mezun olduktan sonra “Teğmen” rütbesiyle orduya katılmıştır.

Her iki uçak: 8 Şubat 1914 günü, yağmurlu bir günde, İstanbul-Yeşilköy havaalanından hareket ederler. Hareket törenine: Enver, Talat ve Cemal paşalar katılır. Tören sırasında, dönemin Bahriye Nazırı Mehmet Paşa: Yüzbaşı Fethi Bey tarafından bir süre uçurulur. Törende, Enver Paşa: pilotları cesaretlendirmek için nutuk atar. Hatta: Padişah 5. Murat’ın kızı Hatice Sultan, bir buket çiçek göndererek havacıları onurlandırır ve tören sonunda, havacılarımız Enver Paşa’nın elini öperek meydandan hareket ederler.

Önce saat 9 sıralarında, Prens Celalettin uçağı ile, Nuri Bey ve gözlemcisi İsmail Hakkı Bey havalanır. Hemen ardından, Muavenet-i Milliye uçağı havalanır. Ancak: daha yolculuğun başında havada ciddi sıkıntılar yaşanır. Kalkıştan kısa süre sonra, gittikçe artan bir sis etkin olur. Hatta, kalkıştan hemen sonra, 300 metreye yükseldiklerinde, bu sis nedeniyle gözden kaybolurlar. Yalnızca motor sesleri duyulur. Ancak: Nuri Bey’in kullandığı Prens Celaleddin isimli uçak, Kartal üzerinden Yeşilköy’e geri döner ve sisin dağılmasını beklemeye başlarlar. Bu sırada, Fethi Bey’in kullandığı diğer uçak ise, yoluna devam eder ve Adapazarı şehrinde zorunlu iniş yapar. Dönemin gazeteleri, telgraf aracılığı ile, bu harekatı günü gününe izleyerek okuyucularına aktarmaktadırlar. Zaten: dönemin “Tanin” isimli gazetesine göre, Fethi Bey, Adapazarına inince, hemen bir postane bulmuş ve İstanbul’a telgraf çekerek durumunu belirtmiş, diğer uçaktaki arkadaşlarının durumunu öğrenince rahatlamıştır.

Uçuşun beşinci etabında, 11 Şubat 1914 günü,4000 metreyüksekliğindeki Toros dağları aşılır ve Havacılık tarihinin ilk yüksek irtifa uçuşu gerçekleştirilir. 21 Şubat tarihinde, Adana’dan kalkan uçak, bu kez ciddi bir tehlike atlatır ve Adana’nın40 km. uzağında bulunan Misis bölgesine zorunlu iniş yapar. Adana’da bulunan makinist Cemal Efendi, Misis bölgesine karayolu ile gelerek, uçağın tamirini yapar.

Devamında, uçak, 24 Şubat tarihinde, Şam şehrine varır. 6-7 dakika şehir üzerinde dolanan uçak, halkın coşkun sevgi gösterileri sırasında, Merce Meydanına iner. Çünkü, meydanda bulunan ve “Merce Anıtı” adını alan abide, şehirdeki Osmanlı egemenliğinin en büyük ve anlamlı örneklerinden birisidir. Abidenin tepesinde, Osmanlı hakimiyetinin en büyük sembolü olan “Yıldız Sarayı” nın küçük bir maketi bulunur. Anıt: telgraf hattının Şam şehrine ulaşması nedeniyle, Sultan Abdülhamit tarafından yaptırılmıştır. Zaten, devam eden süreçte: yargılanan ve Cemal Paşa tarafından idama mahkum edilen Arap milliyetçileri de, bu meydanda asılmışlardır. Teyyareciler onuruna, Şam şehrinde İttihat ve Terakki Kulübünde büyük bir ziyafet verilir ve bu sırada, Osmanlılığın şan ve şerefiyle ilgili nutuklar atılır. Hatta: Şam halkı tarafından toplanan yardım paraları ile “Dımışk” adı verilen bir uçak satın alınır ve Harbiye Nezareti emrine verilir. Pilotlara ise, hatıra olarak birer süslü kılıç hediye edilir. Ertesi günü ise, Şam Kolordu Komutanı Mehmet Ali Paşa: Fethi Bey tarafından Şam şehri semalarında uçurulur. Tanin gazetesinin yazdığına göre, gösteriyi 150 bin kişi izlemiştir.

Şam şehrinde 3 gün kalan pilotlarımız, 27 Şubat 1914 günü, Kudüs’e hareket ederler. Şehirden hareket etmeden önce, Tanin gazetesi muhabirine raportaj veren 23 yaşındaki Fethi Bey: Şam halkının kendilerine gösterdiği ilgiyi ömür boyu unutmayacağını ifade eder. Halbuki: bu kahraman pilotlarımız, ebedi istirahatgahlarının, Şam şehrinde bulunacağını kesinlikle tahmin etmemişlerdir. Fethi ve Sadık Bey tarafından kullanılan uçak: Kudüs şehrine80 km. kala, Taberiye gölü yakınlarından geçerken, Küfrühar denilen yerde, büyük olasılıkla şiddetli bir hava akımına yakalanmışlar ve bunun sonucunda, kayalıklara çarparak düşmüşler ve kaza sonucunda her iki pilotumuz da şehit olmuştur. Yine de uçağı kesin düşüş sebebi belli değildir, büyük olasılıkla teknik arıza da söz konusu olabilir. Yolculuk boyunca, yeterli ve gerekli teknik ve uzman personelin bulunmaması, en büyük eksikliktir.

Şehitlerimizin ve uçağın enkazının bulunması için: başlangıçta geri dönen Nuri Bey ve İsmail Hakkı Bey komutasındaki bir uçak havalanır ve bu uçak: 27 Şubat 1914 tarihinde, Şam yakınlarında Meze ovasına iner. Bu iniş sırasında beklenen coşku, kaza nedeniyle olmaz. Aynı gün, kazanın olduğu yere katarla hareket edilir ve şehitlerin naaşları, Şam şehrine getirilir.

Evet: Nuri Bey ve İsmail Hakkı Bey’in kullandığı uçak, Şam şehrinde, İstanbul’dan gelecek talimatı bekler ve uçağın bir takım eksiklikleri giderildikten sonra; İstanbul’dan gelen talimat üzerine, rota değiştirilerek, Kudüs ve El-Ariş istikametini izlemek yerine, sahil güzergahı takip edilerek, Yafa üzerinden Mısır’a gitmek planlanır. Ancak: 11 Mart 1914 tarihinde Yafa şehrinden havalanan uçak, rüzgarın ters yönden esmesi nedeniyle, bir türlü yükselemez ve irtifa kaybederek şehirden uzaklaşamadan Akdeniz’e düşer. Sahilde toplanan halk, sandallarla uçağın düştüğü yere ulaşır ve Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey kurtarılırken, Üsteğmen Nuri Bey, boğularak şehit olur. Tanin gazetesinin haberine göre ise, Nuri Bey’in baygın ve yaralı olarak kurtarıldığı yazılır, yine de, kendisinin ilk çarpma anında, boğularak öldüğü belirlenmiştir. Çünkü: halk üzerindeki olumsuz tepkileri azaltmak için, ilk anda yaralı olduğu söylenmiştir. 15 Mart 1914 tarihinde ise, Nuri Bey’in şehit olduğu ve cenazesinin törenle Beyrut’tan Şam’a getirildiği yazılır. Şam’da, daha önce Fethi ve Sadık Beylerin cenaze törenleri, Nuri Bey için de tekrarlanır ve naşı, diğer 2 şehit pilotumuzun yanına, Selahattin Eyübi Türbesine defnedilir. Nuri Bey’in kaza sırasında üstünde bulunan elbiseleri, İstanbul Askeri Müzesine gönderilir.

Tabii 3 şehit ile bu iş bitirilmedi. İttihat ve Terakki: iki teyyare ile başlayan bu girişimi sonuçlandırmakta kesin kararlıdır. Harbiye Nazırı Enver Paşa; daha ilk uçak düştüğünde, üçüncü bir uçak için girişimlerde bulunur. Söz konusu görev için seçilen heyette pilot Yüzbaşı Salim Bey ve gözetmen olarak Yüzbaşı Kemal Bey görevlendirilir.

Bleriot cinsi uçağın ismi ise “Ertuğrul” dur.

6 Mart 1914 tarihinde yola çıkılır, ancak: daha seferin başında birçok aksilikler yaşanır. Uçak: İstanbul’dan havalandıktan sonra Edremit yakınlarında, ormanlık bir alana zorunlu iniş yapmak mecburiyetinde kalır ve hatta kullanılamaz hale gelir. 17 Mart 1914 tarihinde yaşanan bu olay üzerine, Tanin Gazetesinin de yayınları ile, Edremit halkı, Reşid Bey öncülüğünde aralarında para toplayarak son sistem bir uçak satın alırlar ve “Edremit” ismi verilen bu uçağı Harbiye Nezaretine teslim ederler. Bu girişim Enver Paşa’yı çok duygulandırır ve uçak Edremit’e yollanır. Ancak, başka bir aksilik yaşanmasından korkulduğu için, sefere, Beyrut’tan devam edilmesine karar verilir. Saidiye vapuruna bindirilen pilotlar ve Edremit uçağı: deniz yolu ile Beyrut’a taşınır. Yanlarına, uzman makinist ve teknisyenler verilir.

1 Haziran 1914  tarihinde, Beyrut’tan havalanan uçak: Kudüs şehrine varır ve büyük bir coşkuyla karşılanır. Mescid-i Aksa’da 3000 kişilik cemaat ile Cuma namazı kılan pilotların başarılı olması için dualar edilir ve böylece Osmanlılık fikri, yerel halk üzerinde etkinleştirilir.

Bu uçak: 6 Mayıs 1914 tarihinde, Port Said limanına varır. 9 Mayıs 1914  tarihinde, saat 05.30 da ise, Kahire’ye ulaşılır. Burada: Prens Aziz Bey, uçuş heyetini karşılar. Ertesi günü, pilotlarımız, uçak ile, Kahire şehri semalarında gösteri uçuşu yaparlar. Buradan İskenderiye şehrine geçilir ve Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa tarafından karşılanırlar. Bu karşılamada, sadece Hidiv değil, bölgenin önde gelen diğer simaları da bulunur. İttihat ve Terakki, yaşanan bu gelişmeleri, propaganda unsuru olarak kullanır ve orduya yeni uçaklar satın alınması için bir  dizi kampanya başlatılır. Bu kampanyalar içinde, pilotlar fiilen görev alırlar. Devamında, gerek uçak ve gerekse pilotların bir kazaya uğramaması için, İskenderiye limanından kalkan bir gemi ile İstanbul’a ulaşımları sağlanır ve 22 Mayıs 1914 tarihinde İstanbul’a ulaşırlar.

Şehitlik ardından, Fethi ve Sadık Bey; Şam şehrinde; Emevi camiindeki “Selahattin Eyyübi” türbesinin yanına, hazire bölümüne defnedilirler. Görev tamamlanmadan, hedefe varmadan meydana gelen bu ölüm: ülkede büyük üzüntü yaratır ve bunun üzerine Muğla ilinin Meğri isimli ilçesine “Fethiye” adı verilir. İlçedeki bir park içinde, 2005 yılında açılan, Fethi Bey’in, büyük bir heykeli bulunmaktadır. Her yıl, 28 Şubat tarihinde, bu anıtta; şehitleri anma töreni düzenlenmektedir.

Ayrıca: İstanbul-Fatih-Saraçhanebaşı’nda, Fatih parkında: 1916 yılında bitirilen “Teyyare Şehitleri Anıtı” bulunmaktadır.

Hatta: Havacılık tarihinin bu ilk şehitlerinin öldüğü yerde, Teberiye gölü doğusunda “Ayn Gev” yakınlarında da bir anıt bulunmaktadır.

 

 

 

 

 

 

 

 

Aranan kelimeler:

5 Nisan 2013
bosluk

Çalınan Tarihimiz, II. Selim Türbesinin İznik Çinileri

Çalınan Tarihimiz, II. Selim Türbesinin İznik Çinileri

1800’lü yılların başında: Osmanlı hükümeti: II. Selim ve III. Murat türbeleri ve I. Mahmut kütüphanesinin çinilerinin restorasyonu için çalışmalar başlatır.

Bu doğrultuda: Ayasofya Müzesi bahçesinde bulunan II. Selim’in türbesinin restorasyonu için: İstanbul’da diş doktorluğu yapan ve tarihi eserlere düşkünlüğüyle tanınan Albert Sortin Dorigny isimli şahıs müracaat eder ve restorasyon faaliyetlerini yapması için kendisi görevlendirilir. Çünkü: dönemin sultanı II. Abdülhamit ve devletin diğer ileri gelenleriyle iyi ilişkileri bulunmaktadır.

Bu sözünü ettiğim yerler: özellikle 16’ncı yüzyılda, çini sanatının en muhteşem eserlerinden olan “İznik çinileri”yle süslenmiştir. Özellikle: Mimar Sinan, yaptığı cami ve türbelerde, bu çinileri kullanmıştır. II. Selim türbesi de, Mimar Sinan tarafından yapılmıştır ve yapıda, bol miktarda İznik çinisi bulunmaktadır. Bunlarda: özellikle, revaklı girişin sağ ve sol yanlarında bulunan, çini panolar muhteşem güzellikleriyle dikkat çekerler.

Ancak: bu sinsi Fransız: 1894 yılında: II. Selim türbesinin çinilerinin benzerlerini, Fransa’da bir fayans fabrikasında yaptırır ve bu fayanslar geldikten sonra, orijinal çinileri yerinden söktürür ve yurt dışına kaçırarak satılır ve yerlerine fabrika yapısı çinileri yerleştirir. Evet, bir gecede, 60 parçadan oluşan çini panoyu yerinden söküyor ve önceden hazırlattığı sahte panoyu buraya yerleştiriyor. 4 yıllık restorasyon çalışmalarında, bu hırsız Fransız, birçok çiniyi Fransa’ya kaçırır.

Elbette, bu durum dönemin ilgilileri tarafından anlaşılmaz.

Aradan yıllar geçer.

Bu süre sonunda, yalnızca: türbenin rekavlı girişinin sol yanında bulunan çini pano: diğer yanda (aradaki mesafe, yalnızca 5 cm. dir) bulunan benzerine göre daha solgun görülmektedir. Halbuki: tamamen naturel boyalarla boyanmış ve hemen hemen hiç solmayan çiniler, bu panoda niye solmuştur?

Bunun nedeni, uzun yıllar anlaşılamaz.

Ancak: 2003 yılına gelindiğinde, çinilerin bulunduğu bölümde, 2 çini yerinden koparak düşer ve kırıldıklarında, arkalarında “Paris şehrindeki “Choisleroi Seine” isimli fayans fabrikasında üretildiklerine dair mühür” çıkınca, yapılan sahtekarlı ve hırsızlık yıllar sonra da olsa anlaşılır.

Çiniler araştırıldığında ise, bunların Fransa-Paris Louvre Müzesinde sergilendikleri anlaşılır. Hatta: müze yetkilileri, çekinmeden, bu panonun altında “Ayasofya Müzesinin haziresinde bulunan Sultan II. Selim Türbesinin çinileri” ibaresini bile kullanmaktadırlar. Çünkü: bu çini pano: 1905 yılında, Dorigny denilen hırsız tarafından, müze müdürlüğüne satılmıştır. III. Murat Türbesinden çalınan çiniler ise: yine Fransa-Paris-Sevr Müzesinde sergilenmektedir. Müze müdürü ile yapılan görüşmede ise: panonun, kanuni yollarla satın alındığının onlar için önemli olduğu vurgulanmaktadır.

Evet bu paha biçilmez çiniler, tüm iade girişimlerine rağmen, geri verilmemektedirler.

Aranan kelimeler:

29 Temmuz 2012
bosluk

Evliya Çelebi

Evliya Çelebi


2011 yılı, UNESCO tarafından, dünyada “Evliya Çelebi” yılı ilan edilmesine rağmen; sanırım ülkemizde yaşayan birçok insan bunun farkında ve bilincinde değil. Yalnızca: birkaç şehirde, küçük etkinlikler düzenlenerek, bu konu geçiştiriliyor. Bunun yanında: Avrupa Konseyi: 21’nci yüzyılda, insanlığa yön veren en önemli 20 kişiden biri olarak “Evliya Çelebi”yi de ilan etmiştir. (Bu 20 kişi içinde bulunanlardan bazıları: Konfüçyus, Macellan, Marco Polo, İbn-i Rüşd, Gandi, Büyük İskender, Leonardo da Vinci, Martin Luter King)

Peki: UNESCO tarafından bu derece bilinen, tanınan ve kendisi için; doğumunun 100’ncü yılına denk gelen 2011 yılında, bir yıllık bir kutlama etkinlikleri düzenlenen “Evliya Çelebi” kimdir, neden uluslararası düzeyde tanınmakta ve bilinmektedir?

Evet: Evliya Çelebi: 1611 yılında İstanbul’da Unkapanı’nda doğmuş ve 1682 yılında yani 71 yaşında, Mısır’da ölmüştür. Tam ismi: Evliya Çelebi Derviş Mehmet Zilli. Aslında: ismindeki “Evliya” kelimesi: dönemin büyük imamlarından “Evliya Mehmet Efendi”ye atfen, babası tarafından kendisine verilmiştir. Ailesi, aslen Kütahyalıdır.
Doğum yeri olarak İstanbul-Unkapanı bildirilmesine rağmen, bazı kaynaklarda, doğum yeri olarak Kütahya-Zeryen Mahallesi (günümüzde Saray Mahallesi olarak geçer) geçer.

Eğitimindeki en büyük özellik: çok iyi bir eğitim görmesidir. Hatta: okul öğrenimi dışında, özel hocalardan da, özellikle yabancı dil dersleri almıştır. Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve Rumca bilir ve konuşurdu.

Aynı zamanda sesi de güzel olan, Evliya Çelebi: 1630 yılında, Ayasofya camisinde mukabele okurken, Sultan IV. Murat’ın dikkatini çeker ve Sultan, sesine hayran kaldığı bu genci, gencin teyzesinin kocası, Silahtar Melek Ahmet Paşa kanalı ile, muhasip olarak saraya alınmasını ister. Bu günden sonra, kendisi, 4 yıl süresince, sarayda, muhasip olarak görev yapar.

Bu arada: bir gece rüyasında, Ahi Çelebi camisinde, Hz. Muhammed’i görür. Kendisinden “Şefaat ya Resullullah” diye şefaat isteyecekken, şaşırır ve “Seyahat ya Resullullah” der.

Evliya Çelebi: bu rüyasını, dönemin meşhur rüya yorumcularından, Mevlevihane Şeyhi Abdullah Dede’ye anlatır. Dede: kendisine “İstanbul’u gezmesini, araştırmasını” söyler. Böylece: Seyahatname’nin başlık bölümünde anlattığı bu rüyadan sonra, gezi merakı başlar. Ancak, simgesel motifler barındıran bu rüyanın: babasına, seyahat fikirlerini kabul ettirmeye yönelik olduğu da söylenmektedir.

1635 yılında, daha henüz 24 yaşında iken, İstanbul gezilerine başlar. Bu geziler sonunda: İstanbul tarihi olarak da sayılabilecek Seyahatnamenin birinci cildini ortaya çıkarır. Bu dönemde: İstanbul’da büyük bir yangın çıkar ve şehrin, yaklaşık % 20’lik bölümü yanar. Bunun üzerine, Sultan IV.Murat: yangınlara sebep olduğunu düşündüğü içki ve tütün içilmesini yasaklar. Hatta: kahvehaneler kapatılır.

Bu sırada: babası, Evliya Çelebinin bu gezme düşüncelerini dizginlemeye çalışır. 1640 yılına gelindiğinde ise, Evliya Çelebi, gizlice, dostu Okçuzade Ahmet Çelebiyle birlikte, Bursa yollarına düşer. Bir aylık bu seyahat neticesinde, İstanbul’a döndüğünde, babası, bundan sonra kendisini tutamayacağını anlar ve seyahate çıkmasına izin verir.

Evliya Çelebi: 1647 yılına gelindiğinde; Defterzade Mehmet Paşa ile birlikte, Erzurum’a gider. Buradan: Tiflis ve Bakü şehirlerine geçer. Bu sırada: Osmanlı devleti, Vardar Ali Paşa isyanına karşı, Anadolu’daki paşalarla anlaşmaya çabalarken, Evliya Çelebi; mektup getirip-götürmekle görevlendirilir.

1650 yılına gelindiğinde, Sadrazam Melek Ahmet Paşa olur. Evliya Çelebi, bu dönemde, gezilerini ordu ile birlikte yürütmeye başlar. Melek Ahmet Paşa: Özi Beylerbeyi olunca, kendisi de, Rumeli seyahatine çıkar. Ruscuk ve Silistre bölgelerine gider. Özi Eyaletinin kasaba ve köylerini gezer ve gördüklerini yazar. Sofya şehrine geçer.

Vasvar anlaşmasını takiben, elçi olarak tayin edilen Kara Mehmet Paşa ile birlikte, Viyana şehrine gider. Hatta: Viyana şehrinde, bir beyin ameliyatına katıldığını da, eserlerinde yazar.

Daha sonra ise: Batı Trakya, Makedonya, Teselya ve oradan Girit adasına geçer. Bir ara: Adriyatik denizi sahillerini dolaşır.

Daha sonra: yaklaşık 40 yıllık bir süreç boyunca devam eden gezileri, Osmanlının egemenliğindeki tüm bölgelerde sürer. Yıllarca at üzerinde yolculuk yapması sonucu: çevik ve sıhhatli bir yapıya sahip olur. Güzel silah kullanır, cirit oynar ve ata biner. Gittiği yerlerde, 2-3 günden fazla kalmazdı. Seyahat ettiği coğrafyanın bugündü yüzölçümü, yaklaşık 25 milyon km. karedir ve bu topraklar üzerinde, bugün, 30 devlet hükümranlık sürdürmektedir.

Bu arada: zengin ve köklü bir aileye mensup olduğu için, gittiği ve gezdiği yerlerdeki vazifelerinden para kazanması ve aldığı hediyeler ve yaptığı ticaretten elde ettiği gelirler: kendisinin rahat ve zengin bir hayat sürmesine neden olmuştur.

Evliya Çelebi: gezi anılarını; 10 ciltlik “Seyahatname” isimli kitapta toplamıştır. Bu eserin ilk yazılışının: 17’nci yüzyılda, Osmanlı imparatorluğu topraklarının en geniş sınırlara ulaştığı, 1683 yılındaki Viyana bozgunu öncesinde olduğu sanılıyor.

Bu eserin en büyük özelliği: yalın ve duru bir dille yani halkın anlayabileceği şekilde yazılmış olmasıdır. Ancak: yazılarında, biraz abartı da söz konusudur. Yazılarında, kurgular yaparak, zaman mefhumundan uzaklaşmıştır. Ama, istediğinde de Batılı gezginler kadar gerçekçi olabilmiş ve akıl yürütebilmiştir. Bunun sonucunda, Evliya Çelebinin, eserlerindeki abartılı üslubu, bilinçli olarak yaptığı düşünülmektedir.

Zengin bir hayal gücüne sahiptir. Yani: eserlerinde anlattığı olayların hepsine şahit olup olmadığı tartışılmaktadır. Bir kısım olayların, genellikle hayal mahsulü olduğu sanılmaktadır. Gittiğini söylediği bazı yerlere ise, aslında gidip-gitmediği yine tartışma konusudur.

Tüm bunların sonucunda, Seyahatnamenin içeriğine yönelik güven duygusu zedelenmektedir. Özellikle: abartıları, olumsuz yönde, öne çıkarılmaktadır.

İnançlı bir Müslüman olmasına rağmen: muhteşem bir hoşgörüye sahiptir. Çünkü: gittiği yerlerde kiliseleri ziyaret etmiş, bir kısım dua metinlerini yazılarına aktarmıştır.

Biraz da, tatlı bir üslup görülür ki, bütün bu özellikler, kültürümüzde, seyahat edebiyatımıza ölümsüz bir eser kazandırmıştır.

Ayrıca: yalnızca gezi yazılarından öte, gezdiği yerlerdeki toplumların yaşantılarını, özelliklerini de yansıtmıştır. Seyahatname içinde: gezdiği bölgelerin: halk şiirleri, manileri, masalları, türküleri, halk oyunları, giyim-kuşam tarzları gibi özelliklerini de işlemiştir. Bunların yanında: yine gezdiği bölgelerdeki: cami, medrese, han, kervansaray, hamam, kilise, manastır, kale, sur, yol, köprü gibi mimari eserleri de incelemiş ve özelliklerini yazmıştır.

Tüm bunların yanında, Evliya Çelebinin eserleri: tarihe de ışık tutmaktadır. Hatta: 1632 yılında, Galata kulesinden, kuş kanatlarına benzer araçlar takarak kendisini boşluğa bırakan ve uçarak İstanbul Boğazını geçen ve 6000 m. ötede, Üsküdar’da Doğancılar’a inen “Hazerfan Ahmet Çelebi”nin uçuşu hakkındaki bilgiler, yalnızca Evliya Çelebinin, Seyahatnamesinde bulunmaktadır. Yine aynı dönemde roketle uçma teşebbüslerinde bulunan “Lagari Hasan Çelebi”nin bu uğraşıları da, yalnızca Seyahatnamede yazılıdır.

Ayrıca: kendisi, iyi bir haritacıdır. Mısır gezisinde, Nil nehri boyunca yaptığı yolculuğundaki gözlemlerini: kaba kumaş üzerine çizilmiş, 6 metre uzunluğunda ve 1 metre genişliğindeki bir haritada göstermiştir. Günümüzde, bu haritanın tek nüshası: Vatikan Kütüphanesinde bulunmaktadır. Umarım, bir gün bu haritanın sureti yayınlanır.

Eser: ilk olarak, 1848 yılında, Mısır-Kahire’de Arapça olarak basılır. 1814 yılında, Avusturyalı tarihçi, diplomat ve Doğu bilimleri uzmanı Joseph von Hammer tarafından, Evliya Çelebi ve Seyahatnamesi keşfedilir, birçok araştırma yapılır ve eser, birçok dile çevrilir. Günümüzde harabeye dönmüş veya yok olmuş birçok anıt eserin, o günkü durumlarını anlamak için, Seyahatname son derece önemli bir kaynaktır.

1896 yılında ise, İstanbul’da basılır. 1902 yılına kadar, sadece ilk 6 cilt yayınlanır. Diğer 4 cilt ise: 1928 ile 1938 yılları arasında yayımlanır.
Son olarak: Osmanlılarda, gezip gördüğü yerleri ve özelliklerini kaleme alan isim bulunmamaktadır. Daha çok batılı gezginler tarafından kaleme alınan eserlerden, İstanbul ve Osmanlı topraklarının bir kısmını tanımak mümkün olabilmekte iken, Evliya Çelebinin, Seyahatnamesi, bu açıdan büyük önem taşımaktadır.

Aranan kelimeler:

5 Ekim 2011
bosluk

Mübadele, Nüfus Değişimi

Mübadele, Nüfus Değişimi

Son yıllarda, Yunanistan’dan ülkemize sıkça gelen Yunanlılar: ataları olarak kabul ettikleri bir kısım Rum’un daha önce yerleşerek yaşamlarını sürdürdükleri yerlerde geziniyorlar ve eminim ki, içten içe, buraları kendilerine hak görüyorlardır.

Hatta: bu yerleşim yerlerindeki metruk dini yapıları gezdiklerinde ise, bu dini yapılarda yurdum insanının yaptığı bölgesel tahribatı görüp; mutlaka yine içten içe kin duygularının egemen olduğu bir hayıflanmaya da giriyorlardır. Ancak: tabii bu durum madalyonun bir yüzü.

Onlar rahatça gelip, Anadolu toprakları içindeki her türlü bölgede istedikleri yeri ziyaret edebiliyor ve istediklere yere gidebiliyorlar. Peki ya bir zamanlar, Anadolu’dan Yunan topraklarına sürülen binlerce Rum; Türk resmi idaresinin aldığı bir kararın tek taraflı mağdurlarımı idi? Elbette hayır. Öncelikle, mübadele olayına karar veren ve bunu isteyen: dönemin Yunan idaresi yani Venizelos idi. Bunun yanında: Yunan toprakları üzerinde yüzlerce yıl yaşayan, binlerce Türk ve Müslüman uyruklu insan da, yaşadıkları toprakları, mal-mülklerini ve dini yapılarını bırakarak, Anadolu topraklarına göç etmek zorunda kaldılar. İşte en hassas nokta bu. Çünkü: bu insanlar, bugün gidip Yunan toprakları üzerinde, bir zamanlar yaşadıkları yerleri görme şansına sahip değiller. Çünkü: bu insanların bir zamanlar yaşadıkları yerler: Yunanlılar tarafından yok edilmiş durumdadır.

Yunanlılar, yüzlerce yıl Yunan topraklarında hüküm süren Osmanlının hiçbir eser bırakmadığını iddia ederler ve bunu elbette bir propaganda aracı olarak kullanırlar. Ancak: bilinen en büyük gerçeği saklayamazlar. Çünkü: bağımsızlık kazandıktan sonra, içlerindeki Türk düşmanlığı ile, bütün Osmanlı eserlerini yıkarak yok etmişlerdir.

Benim yurdum insanı, onların yaşam yerlerine, kendi veya sevdiğinin ismini boya ile yazmayı yeğlerken ( ki buna da karşıyım aslında), onlar bu tür yapıları, sadece Türk düşmanlığı etkisiyle, yıkarak yok etmişlerdir. Mimari özellikleri olan dini yapılarımızı ise: yani camilerimizi, kiliseye çevirerek kullanmaya devam etmişlerdir. Aynı şeyi bizimkilerde yapmış, yani kiliseleri camiye çevirmişler, ama bizimkiler bu tutum nedeniyle tenkit ediliyor, niye, çünkü: bizim yaptığımız reklam ediliyor, ama onların yaptıkları, ortada görülmüyor. Bugün, Avrupa başkentleri içinde, cami bulunmayan tek başkent: Atina. Yok mu, var ama kullanımına izin verilmiyor, depo olarak muhafaza ediyorlar. Peki, gerek Ankara ve gerekse İstanbul’da, bir Ortodoks hıristiyan’ın ibadet etme şansı yokmu? Elbette var, özellikle İstanbul’da, en büyük dini kurumları olan “Patrikhane” var.

Neyse, tüm bunları söyledikten sonra, olayın çıkış noktasına bakalım. Çıkış noktası: 1923 yılı, ismi: Mübadele. Yani: daha açık bir ifade ile, Nüfus değişimi.

1923 yılında Kurtuluş savaşı bitmiş ve Lozan Antlaşması imzalanıyor. Antlaşmanın birçok maddesi yanında, ek bir protokol var. Bu protokol gereğince: Türkiye ve Yunanistan ülkeleri; kendi topraklarında yaşayan yurttaşlarını, din esası üzerinden, zorunlu göçe tabii tutacaktır. Yukarıda sözünü ettiğim gibi, bu talep: Yunan idaresinden yani Venizelos’tan geliyor. Niye? Venizelos savaştan sonra, Yunan topraklarının kendi elinde kalmasına şükrediyor ve Yunan topraklarında yabancı unsurların barınmasından korkuyor.

Mübadele sonucunda: Anadolu topraklarında yaşayan 1.104.217 (bu rakam: 1928 yılında Yunanistan’da yapılan nüfus sayımında, ülkede yaşayan ve Türkiye’den göçmüş, göçmen vatandaş sayısıdır) Hıristiyan kökenli Rum ve Yunanistan topraklarında yaşayan 463.535 (bu rakam: mübadeleyi teşkilatlandıran mübadele komisyonunun resmi rakamıdır. Ancak, mübadele işlemine dahil kabul edilen, Balkan savaşında, Anadolu’ya göçmüş 125.000 Türk, bu sayının içinde değildir) Müslüman kökenli Türk; karşılıklı değişime tabii tutulmuşlardır. Yani, daha açık bir ifade ile, zorunlu göçe tabii tutulmuşlardır. Değişimin büyük bölümü: 1923-1924 yılları arasında olmuş olmasına rağmen, aralıklarla, 1930 yılına kadar devam etmiştir.

Bu mübadelede, sadece bir kısım istisna tutulmuştur. Şöyleki: Türkiye’de: İstanbul, Bozcaada ve Gökçeada’da yaşayan Rumlar ve Yunanistan topraklarında ise: Batı Trakya bölgesinde yaşayan Türkler. Ancak, burada da büyük rezillik var. Şöyle ki: bu kalanların, her iki ülke tarafından vatandaşlığa alınması ve vatandaş olarak kabul edilmeleri konusunda mütekabiliyet prensibi doğrultusunda anlaşmaya varıldı. Bunun sonunda, özellikle İstanbul’da yaşayan Rumlar, vatandaşlığa alındılar ve aynen Türk vatandaşları gibi haklara sahip oldular. Peki, ya Yunanistan’daki Türkler? Evet, Yunanistan Batı Trakya’daki Türkler, bırakın yeni haklara sahip olmayı, ellerindeki haklar geri alındı, sürekli taciz edildiler ve hatta yaşadıkları yer “Birinci derece askeri bölge” ilan edilerek, büyük bir baskı altına alındılar.

NEDEN:
Neden, böyle bir uygulamaya gerek duyulmuştur? Sanırım: 1915 yılı devamında, Anadolu topraklarında büyük vahşete neden olan Yunan askeri: 1922 yılında yaşadığı büyük hezimetin ardından, kendi ülkesine gittiğinde, bütün kinini ve hıncını, orada yaşayan Türklerden alacaktı. Aynı şekilde: Yunan işgali sırasında, fütursuzca bu işgali destekleyen Anadolu’daki Rum unsurların büyük bölümü, işgalin ardından zaten korkudan arkalarına bakmadan kaçmışlardı. Kalanlar için de, işgal yıllarında yaşanan vahşetin büyük ölçüde sorumlusu ve ortakçısı oldukları; hiç kimsenin aklından çıkmayacak bir gerçekti. Onlar da bunun bilincindeydi.

Dolayısıyla: böyle bir karşılıklı değişim yapılmasının temelinde, sanırım bu insanların güvenliklerinin sağlanması ana tema olarak düşünüldü ve her ne kadar uzun süre yaşadıkları topraklardan ayrılmaları zor da olsa: tarih içindeki olayları, olayın geçtiği o dönemdeki şartları düşünerek yargılamak lazım. Yani, şu an için elbette böyle bir uygulama geriye dönüp bakıldığında pek uygun gelmese de, o günün şartlarında böyle bir uygulamanın şart olduğu bariz.

SONUÇ:
Mübadele sonucu yer değiştiren insanlar: büyük oranda, birbirlerinin boşalttıkları yerlere yerleştirilmişlerdir. Ancak: o sıralarda toplam nüfusu 5 milyon olan Yunanistan’a, bir anda 1 milyondan fazla insan girince, bu insanların büyük bölümü: ülkenin Türkler tarafından boşaltılan taşra bölgelerine değil, Atina-Pire gibi merkezi bölgelerine yerleşmeyi tercih etmişler ve buradaki konut sıkıntısı nedeniyle, uzun süre şehir dışındaki ve limanlardaki barakalarda, zor şartlar altında yaşamışlardır.

Tüm bunların yanında: her iki ülkede de, uzun yıllarda çözüme kavuşturulabilen ekonomik sıkıntılar da çıkmıştır. Çünkü: Yunan ekonomisi zaten kaybettiği bir savaşın sonunda büyük bir ekonomik sıkıntı yaşamaktadır ve ayrıca: ülkenin tüm tarımını yapan Türklerin ülkeyi terk etmesi: onları ekmek bile bulamaz hale getirmiştir. Bu sıkıntıları: ancak, II. Dünya Savaşı sonrasındaki Amerikan yardımlarıyla atlatabilmişlerdir.

Bugünün şartlarında, elbette bu tür olaylar, yani mübadele-nüfus değişimi gibi olaylar, akla ve mantığa pek uygun sayılmıyor. Avrupalı ülkeler, bu tür uygulamalar yerine, bünyelerinde barındırdıkları farklılıkları, entegrasyon adı altında, kendilerine uydurmayı tercih ediyorlar. Peki, mübadele ile insanların kendi kültürünü yaşayabileceği bir ortam mı yaratmalı, yoksa entegrasyon ile, insanların bulundukları yörenin kültürüne adaptasyonu yani kendi kültürlerinden uzaklaşmalarını sağlayan bir ortam mı yaratılmalı?

Karar siz değerli okurların.

Aranan kelimeler:

23 Nisan 2011
bosluk

Ankara Savaşı

Ankara Savaşı

Bir gün: Çankırı-Ankara yolunda ilerlerken, Akyurt üzerinden değil de, Çubuk-Esenboğa üzerinden döndüğümde: burası nispeten yüksek olduğundan, ileride, büyük bir açıklık gördüm. Burası: Ankara yöresinde, günümüzdeki “Kızılay” meydanından sonra, en düzgün yer olarak öne çıkıyor. Ama, aynı zamanda; Ortaçağ döneminin en kanlı savaşlarından birinin yapılmış olması, “Çubuk Ovası” olarak bilinen bu düzlüğün önemini daha da ortaya koyuyor. İlginç bir savaş. Birçok yönden ilginç. Ancak, yazı biraz uzun gelebilir. İnanın, mümkün olduğunca, ana hatları ve ilginç hususları yazmaya çalıştım.

Bu yüzden: inceledim, sizlerin de, bu ülkenin birer insanı olarak, bu ilginç özellikleri olan savaş hakkında kısa bilgi sahibi olmanız için, kısa bir savaş hikayesi yazmak istedim. Buyurun, öncesi, gelişimi ve sonrasıyla, birçok ilginçlikleri bünyesinde barındıran, bir savaş hikayesi.

Özellikle: Timur’un, Orta Asya Semerkant’tan kalkıp, Ankara önlerine ve hatta savaşın ardından, İzmir’e kadar gelmesinin anlamı ne olabilirdi? Veya, ordusunu hıristiyan Sırp askerleriyle güçlendiren Yıldırım Beyazıt: Anadolu topraklarında, neden Türkmen katliamına girişmiştir?

Yıl; 1400. Osmanlılar, gittikçe güçlenmekte ve büyümektedir. 1396 yılında, Tuna nehri üzerinde bulunan Niğbolu kalesi yakınlarında yapılan; Niğbolu Savaşı. Büyük bir haçlı ordusu, Osmanlı ordusu tarafından yenilgiye uğratılır. Balkanlar: tamamen, Osmanlının egemenliğine girer. Söylediğim gibi; gittikçe büyüyen, güçlenen ve gelişen bir imparatorluk. Macaristan içlerine kadar girerek, pek çok ganimet getiren Osmanlı akıncıları. En önemli sonuç: Balkanlarda Osmanlıları yenmenin mümkün olmadığı inancının yerleşmesi.

Ancak: batı’daki bu ilerleme, doğuda, yani Anadolu topraklarında görülmemektedir. Çünkü: Anadolu toprakları, ayrı Beylikler tarafından yönetilmektedir. Yani, birlik-beraberlik yok. Osmanlı padişahı Yıldırım Beyazıt: bu beyliklerin ortadan kaldırılarak, Anadolu’nun tamamen Osmanlı hakimiyetine girmesini düşünmek ve istemektedir. Böylece: İmparatorluk, Anadolu toprakları üzerinde de etkinleşecek, daha sonraki hamleler için sağlam bir zemin oluşturulacaktır.

Aynı dönemde: doğu, çok mu uzak, uzak olsa da, ulaşım olanakları çok yeterli olmasa da, Orta Asya bölgesinde, yine güçlü bir Türk ve Müslüman devleti, güçlü bir imparator ki adı Timur, güçlü bir ordu oluşturmuş, bölgede büyük bir güç olarak, çevrenin korkulu rüyası haline gelmiştir. Timur’un kurduğu devlet : Türkistan ve İran toprakları üzerinde yerleşmiş, batı sınırları, Anadolu topraklarına kadar dayanmıştı. Ancak: Anadolu’dan öte, Timur için, Çin önemliydi ve Çin üzerine hareket etmek, en büyük düşüydü.

Ama, bu arada: bu büyük güç; Altınordu/İlhanlı yani yine bir Türk devletini yıkıp, tarihten silerek; günümüze kadar ulaşan, Rusya’nın ortadan kalkmasını engellemiştir. Çünkü: aynı yıllarda, Ruslar, Moskoflar diye anılıp, İlhanlılara vergi veren küçük bir topluluktur.

SAVAŞ ÖNCESİ:

Yıldırım Beyazıt: Anadolu topraklarına girer: daha önce de söylediğim gibi, Anadolu’da birliği sağlamak üzere: Aydın, Menteşe, Karaman ve İsfendiyaroğulları Beyliklerine son verir. Bu beyliklerin başındaki Beyler ise, kaçarak Timur’a sığınırlar.

Timur: Karakoyunlu Beyliği ve Tebriz Hükümdarlığına son verir ve topraklarını ele geçirir. Karakoyunlu Beyi Kara Yusuf ve Tebriz Hükümdarı Ahmet Bey; kaçarak, Yıldırım Beyazıt’a sığınırlar.

Her iki tarafta, kendilerine sığınan ve egemenlikleri sona ermiş bey ve hükümdarlar tarafından, diğer taraf hakkında anlatılan, inanılmaz yalanlarla doldurulurlar. Yıldırım Beyazıt ve Timur arasında: mektuplaşma sürer. Bu mektuplarda: her ne kadar birbirine muhteşem hakaretler eden iki hükümdar ortaya çıksa da, bazı tarihçiler tarafından, bu tür mektuplaşmaların olmadığı, her iki hükümdarın birbirine gayet saygılı hitap ettiklerini yazmaktadırlar. Hatta, karşılıklı hakaret içeren mektupların: gerek kendilerine sığınan beyler tarafından ve gerekse kendi düşmanları tarafından (Bizans ve Çin) hazırlanan entrikalar sonucu ortaya atıldığı da söylenmektedir. Bu yazdıklarımın temelinde: 1398 yılından sonra, Timur ile ilişkilerini sürdüren Hıristiyan devletleri, özellikle Niğbolu Savaşının intikamını almak için, Timur’dan yararlanmayı düşünmüşlerdir. Özellikle: Yıldırım Beyazıt tarafından kuşatılan İstanbul’daki Bizans imparatoru II. Manuel, Timur’a elçiler göndererek, “Timur’un egemenliğini tanıdığını ve kendisine haraç ödemeye hazır olduğunu” bildirir.

Hatta: Timur; en büyük düşmanı olarak gördüğü Çin üzerine harekat yapmak varken, Anadolu üzerine ve Osmanlı topraklarına yönelme fikrini ortaya atınca: ordusunun komutanları: Anadolu’ya yapılacak bir harekatın kendileri için ağır olacağını, esas düşman olan Çin üzerine yürünmesi gerektiğinde ısrar ederler. Ancak: Timur; Anadolu istikametine yürümeyi kafasına koyduğu için: Yıldırım Beyazıt’tan, mektuplarda, yerine getirilemez isteklerde bulunarak ve Yıldırım Beyazıt tarafından yapıldığı öne sürülen “hakaretleri” gündeme getirerek, bir anlamda, savaşın kaçınılmaz hale gelmesini sağlamıştır.

Söylediğim gibi: her ne kadar, bazı tarihçiler tarafından, bu mektuplardaki karşılıklı hakaret içeren tutumların, sahte mektuplar yazılarak geliştirildiği söylense de, bir yandan da, Yıldırım Beyazıt’ın, cesur ve sabırsız, konuştuğu zaman kendini kaybeden bir yapıda olması, bu mektuplarda yazılanlar hakkında, bizleri kararsız bırakmaktadır.

Evet, tüm bu mektuplaşmalar; her iki hükümdarın kendi aralarında bir anlaşma sağlanmasına yetmez ve savaş kaçınılmaz olur.

Timur: 1400 yılında; Gürcistan’da, İran ve Türkmenistan kavimlerinden, büyük bir ordu oluşturur ve Anadolu içlerine doğru harekete geçer. Erzincan, Kemah ve Sivas üzerinden ilerler, geçtiği yerleri ele geçirir, yakıp-yıkar. Özellikle: Sivas şehrinde, sıkıntılar yaşanır. Timur; uzun süre kuşatıp alamadığı şehri ele geçirmek için, bazı vaatlerde bulunur, şehri teslim alır. Ancak, vaatlerini tutmaz ve şehirde büyük katliam yapar. Böylece: Anadolu halkının dayanma gücünü kırmak ve Yıldırım Beyazıt’ı tahrik ederek, üzerine gelmesini sağlamak istemektedir. Çünkü: Niğbolu savaşında, büyük haçlı ordusunu yenen Yıldırım Beyazıt’tan çekinmektedir. Ama: bir yandan da, “İslam Dünyası”nın hamisi olduğu iddiasıyla, Hıristiyan devletlere elçiler göndermektedir.

Yıldırım Beyazıt: İstanbul kuşatmasını kaldırır ve Bursa’da, büyük bir ordu toplar. Evet: Yıldırım Beyazıt’ın Timur tehlikesi nedeniyle, İstanbul kuşatmasını kaldırmış olması: elbette, Bizanslıların rahat etmesini sağlar. Yani: her iki hükümdar arasında ortaya çıktığı söylenen çatışmaların temelinde: düşünüldüğünde, Bizans’ın bulunduğu olasılığı bile gündeme gelebilmektedir. Sonuçta: iki Türk ve Müslüman hükümdar ve güçleri, birbirini kıracak bir çatışmaya doğru süratle sürüklenmektedirler. Timur; Çinlileri, Yıldırım Beyazıt ise, Bizanslıları unutmuştur.

Timur: Sivas şehrinin müdafaasında yaşadıklarını düşünerek, Anadolu’nun diğer şehirlerinde de aynı sıkıntıyı yaşamamak için: Batı Anadolu’ya ilerlemekten vazgeçer ve yukarıda da söz ettiğim gibi, Yıldırım Beyazıt’ın kendi üzerine gelmesini beklemeyi tercih ederek, Suriye üzerine yönelir. Antep, Halep ve Şam şehirlerini ele geçirir.

Bu sırada: Yıldırım Beyazıt: Kayseri’ye ulaşır. Ancak: Timur, yaptığı çatışmalar sonucu ordusunun yıpranmış olmasını düşünerek, Kayseri bölgesine değil, Bağdat istikametine yönelir.

Yıldırım Beyazıt ise: Timur tarafından ele geçirilen, Erzincan şehrine yönelir ve burayı ele geçirir. Şehrin hükümdarı Muttaharten’i esir alır. Kemah ve Sivas, yeniden Osmanlılar tarafından ele geçirilir ve ordu Bursa’ya döner.

Timur: Bağdat şehrini ele geçirir ve Irak bölgesini tamamen işgal ettikten sonra, Azerbaycan bölgesine döner, burada, bütün kuvvetlerini toplamaya başlar. Hazırlıkları tamamlanınca: Timur ve ordusu: Kırşehir üzerinden hızla gelerek, Ankara kalesini kuşatır. Kale koruyucusu Yakup Bey, muhteşem bir mücadele vererek, kaleyi korur. Timur ordusu: Osmanlı ordusunun geldiğini duyunca: Kayseri bölgesine yönelir. Timur, yine, Yıldırım Beyazıt’ın ordusunu, kendisine çekmek istemektedir.

Bu sırada: Osmanlı ordusu, Bursa’dan yola çıkarak, Ankara önlerine gelir. Timur ordusunun burada olmadığı öğrenince, Kızılırmak nehrini geçerek, Artova-Akdağmadeni bölgesinde toplanırlar. Yıldırım Beyazıt; kendi ordusunda piyade askeri çok olduğundan, savaşı, dağlık bölgede yapmak istemektedir. Ancak: Timur, ordusuyla birlikte, yeniden Ankara önlerine gelir ve Yıldırım Beyazıt’ın geleceğini düşündüğü yolu kapatarak, beklemeye başlar.

Ancak: Osmanlı ordusu, Tokat üzerinden hareketle, Timur’un hiç beklemediği bir yoldan, bölgeye gelir ve yerleşir. Hatta: Yıldırım Beyazıt; bölgeye geldiğinde, Timur ordusunun başka yönde yerleştiğini görmesine rağmen; mertlik adına, bir gece geride kalır ve bunun üzerine, Timur ve ordusu; Yıldırım Beyazıt’ın ordusu karşısında mevzilenir. Ancak: bu arada; Osmanlı ordusu, bölgede sürekli hareket halinde bulunması nedeniyle yorulmuş, bölgedeki tüm su kaynakları Timur ordusu tarafından imha edildiğinden (hatta bir nehrin yatağının bile değiştirildiği söylenmektedir) yaz sıcaklarında, büyük susuzluk çekmektedirler. Her iki ordu: Çubuk ovasında; karşı karşıya gelirler. Ancak, biraz önce söylediğim gibi, Timur ordusu dinç, Yıldırım Beyazıt ordusu ise, yorgundur.

SAVAŞIN GELİŞİMİ:

Ankara önlerinde, her iki ordu yerleştiğinde: güç dengeleri şöyleydi:

Osmanlı ordusu: 70.000 kişilik bir askeri güç olarak öne çıkıyordu. Ancak: bu gücün, yaklaşık 20 000 kişilik bölümü, tamamen zırhlı, kayınbiraderi Sırp prensi Stefan ve Sırp askerlerinden yani Hıristiyan askerlerinden oluşuyordu. Bu ilginç durum, Beyazıt tarafından bilinçli olarak oluşturulmuştu. Çünkü: Osmanlı askeri; karşısındaki askeri gücün Müslüman ve Türk olduğunu biliyor ve bu yüzden isteksiz davranıyordu.

Timur ordusu: 160.000 kişilik askeri bir güç ve 32 filden oluşan, yörede bilinmeyen değişik bir güç. Ancak: orduda, gayri Türk unsur yoktu.

Osmanlı ordusu: merkezde: Yıldırım Beyazıt ve Vezir ile şehzadeler: Mustafa, Musa ve İsa Çelebiler. Sağ kolda: Anadolu kuvvetleri, Kara Tatarlar ve onların sağında okçular vardı. Solda: Rumeli yani Sırp birlikleri, askerleri bulunuyordu. İhtiyatta ise: Amasya Sancakbeyi Şehzade Mehmet Çelebi’nin güçleri yerleştirilmişti.

Timur ordusu: merkezde: Timur, bizzat kendisi bulunuyordu. Sağ kolda: iki oğlu, Miranşah ve Emirzade Mehmet ve bunların askerleri vardı. Sol kolda: Timur’un diğer iki oğlu ve askerleri yerleştirilmişti.

28 Temmuz 1402 günü: sabahı, savaş; Timur ordusunun saldırısı ile başladı. Ancak: başlangıçta, Osmanlı güçleri üstün göründüler. Timur ordusunun önünde bulunan okçular, Osmanlı süvarilerini okları ile etkisiz hale getirmeye çalıştılar ve geri çekildiler. Bu geri çekilme üzerine, Osmanlı ordusu, ileri atıldı ve Timur ordusunun bozguna uğradığını düşünerek, geri çekilen Timur ordusu güçlerini kovalamaya başladılar. Ancak: Timur ordusunun bu bilinçli hareketi sonucu, bir süre sonra, Osmanlı ordusu, Timur ordusu tarafından, ay şeklinde, kuşatma altına alındı.

Bunun üzerine: Osmanlı ordusunun sağ tarafında bulunan: Kara Tatarlar (bunlar sonradan Türkleştirilmiş Moğollardır) aniden, Timur ordusu tarafına geçerek, Osmanlı askerlerine saldırdılar. Çünkü: Timur; savaştan önce, Anadolu’da bulunan “Tatar Beyleri”ne mektuplar göndererek: “Aynı soydan olduklarını, zamanında, Tatarların Anadolu’da egemen olduklarını, Türkmenlerin Tatarların kölesi olduğunu yazar. Osmanoğlu aradan kalkarsa, kendilerini Anadolu’da yeniden egemen yapacağını söyler ve Tatarların bir savaş durumunda, kendi saflarına katılmalarını” söyler.

Kara Tatarların bu ani taraf değiştirmeleri üzerine; buradaki tımarlı sipahiler, üstün gayret göstererek, mevzilerin yarılmasını engellediler. Ancak: bu sırada: Timur ordusu saflarında bulunan, Anadolu Türk Beyleri, sancak açtılar ve Osmanlı ordusundaki, Türk Beyliklerinden derlenen askerler de, bu sefer, Timur ordusu saflarına katıldılar.

Bu arada: hiç fil görmemiş, Osmanlı askerleri ve atları; aniden karşılarına çıkan ve hiç tanımadıkları bu güç karşısında; ürktüler. Hatta: fillerin, Timur ordusunda, Esenboğa isimli bir komutanın emrinde bulunduğu söylenir. Esenboğa isimli bu komutanın emrindeki filler, bugünkü esenboğanın bulunduğu yerde, sislerin arasından çıkıp, Osmanlı askerlerine saldırırlar. Düşününce, buranın yani Esenboğa bölgesinin günümüzde de, yoğun olarak sisli bir yer olduğunu biliyoruz. Ama, buraya yani yoğun sisli bir yere, havaalanı yapılmasını anlamak mümkünmü?

Tam bir bozgun. Osmanlı ordusunun: hem sağ ve hem de sol kanatları çöktü. Bunun üzerine; her iki kanatta bulunan Osmanlı güçleri: kuvvetlerini toparlayarak geri çekilmeye başladılar. Yıldırım Beyazıt ise; özellikle kendisini kaçırmak üzere merkez bölgesine gelen Sırp askerlerinin tüm uyarılarına rağmen, savaş alanını terk etmek istemedi. Merkezden; yanındaki 3000 askerle, doğrudan Timur ordusunun merkezine saldırarak, Timur’u öldürmeyi ve böylece savaşı kazanmayı düşündü. Ancak: Timur, üzerine doğru gelen, Yıldırım Beyazıt’ın sağ olarak yakalanması emrini verdi ve Timur askerleri, Yıldırım Beyazıt’ı, üzerine ağ atarak, sağ yakaladılar.

Evet; Ankara savaşı, toplam 14 saat sürdü.

SAVAŞIN SONUNDA:

Savaşın sonunda: yukarıda da söz ettiğim gibi, Yıldırım Beyazıt, Timur’un askerleri tarafından sağ olarak yakalanır. Böylece: Osmanlı imparatorluğu tarihinde, ilk ve son kez, bir padişah, savaş alanında sağ olarak, düşman eline geçer.

Yıldırım Beyazıt: Timur tarafından: önce gayet güzel şartlarda karşılanır. Taşkent’e götürülür. Yanında: karısı Sırp prensinin kardeşi Despina Lazareviç’de bulunmaktadır. Önceleri: şehirde, bir konakta serbestçe ve birlikte yaşayan, Yıldırım Beyazıt ve karısı, bir süre sonra, ayrılırlar. Timur, çatışma öncesi yazışmalardaki hakaretlerde geçtiği gibi, Beyazıt’ın karısını kendi haremine sokar. Hatta: Yıldırım Beyazıt’a hitaben “İşte bu kadın yüzünden, Türklere kıydın ve bu hallere düştün” diye hitap eder. Bunun dışında: Yıldırım Beyazıt’ın, kafes içinde, Anadolu’da gezdirildiği de söylenmektedir.

Bunlara dayanamayan: Yıldırım Beyazıt, bir kısım tarihçi tarafından nefes darlığından ve başka bir kısım tarihçi tarafından ise, yüzüğündeki zehri içerek intihar eder ve 44 yaşında, esir düştükten 8 ay sonda: Akşehir’de iken ölür.

STRATEJİK SONUÇLAR:

1. Anadolu topraklarında, İki Müslüman ve Altay Türkü kökenli hükümdar: kendine sığınan beylerin ve Hıristiyan ülke liderlerinin olmadık şeyler söyleyip, aralarını açmaları sonucu, büyük bir savaşa tutuşmuşlar ve Ortaçağ’ın bu en büyük ve kanlı savaşında, 200.000 Türk ölmüştür. Timur: Moğol değildir. Günümüzdeki Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 Türk devletinden birisi de, Timurlar devletidir.

2. Yıldırım Beyazıt: Anadolu topraklarındaki Türkmenleri telef etmek için; Hıristiyan Sırp askeri güçlerinden yararlanmıştır ki, bu tutumu anlaşılır gibi değildir.

3. Sırplar; her ne kadar Osmanlı güçlerine, Timur ile ilgili savaşta yardım etmiş olsalar da, bu durum, Sırpları hiçbir zaman tarihimiz açısından olumlu göstermez. Çünkü: yakın geçmişte, Balkanlarda, Müslüman Bosnalılara karşı kıyım uygulayan Sırplar, 600 yıl önce de, Osmanlılarla birlikte de olsa, Anadolu topraklarında, yine Müslüman ve Türk katliamı yapmışlardır.

4. Savaş sonunda:

a. Anadolu Türk birliği parçalanmıştır.

b. Bizans ve İstanbul’un fethi: 50 yıl sonraya kalmıştır. Yıldırım Beyazıt tarafından, bu dönemde İstanbul alınmış olsaydı, büyük olasılıkla, Fatih Sultan Mehmet tarafından, Viyana ve Vatikan ele geçirilebilirdi.

c. Osmanlı devletinin gelişimi, bu savaşın kaybedilmesi sonucu, 50 yıl sonraya kalmıştır.

d. Timur ve ordusu her ne kadar bu savaşı kazanmış olsa da, takip eden dönemde büyük bir devlet kurmayı başaramamışlardır. Halbuki bu savaşı kaybeden Osmanlılar, takip eden dönemde, çok daha büyük bir devlet kurmuşlar ve askeri güç haline gelmişlerdir.

e. Timur: Yıldırım Beyazıt’ın isteği üzerine, Tatarları, Anadolu’dan sürgüne gönderir.

f. Timur: İzmir şehrine kadar ilerler ve buradaki Hıristiyanları, şehirden atar. Anadolu Beylerine, topraklarını geri verir. Anadolu’daki Osmanlı varlığını tamamen yok etmez. Çünkü: söylenenlere göre, buna “Şeyh Bedrettin” engel olmuştur. Timur: Hint ve Çin diyarlarını ele geçirmek üzere, Doğu’ya yönelir.

g. Savaş esnasında: Türkmenlerin, Anadolu Beyleri tarafından bayrak açılması üzerine, Osmanlı ordusunu terk ederek, Timur ordusuna katılmaları sonucu: Sırp prensi, “Türkler bize ihanet etti, yurdumuza dönelim” şeklinde, Yıldırım Beyazıt’a teklifte bulunduğu ve ancak, bu teklifin kabul edilmediği söylenir.

h. Osmanlılar: savaş sonunda, Anadolu’daki tüm topraklarını kaybetmiş olmalarına rağmen, Balkanlarda bir tek taş dahi kaybetmezler. Bu yüzden: imparatorluk tarihi boyunca, Türk unsurlara güven sarsılır ve bunun sonucunda, devlet yönetiminde, Türk unsurlara çok az yer verirler.

i. Timur’un, Yıldırım Beyazıt’ın karısına karşı olan tutumu nedeniyle: takip eden dönemlerde, Osmanlı padişahları, kadınlarıyla evlenme alışkanlıklarından vazgeçerler ve evlenmezler.

Aranan kelimeler:

21 Ekim 2010
bosluk

Kızıl Elma

Kızıl Elma


Son günlerde: televizyonlarda bazı kanallarda bir reklam var. Geçen gün bu reklam karşıma çıktığında, çocuklar, bu reklamın ne demek olduğunu sordular. O zaman; benim de söyleyecek bir şeylerim olmadığını düşündüm. Çünkü, bizler hiçbir zaman, başkalarının toprakları üzerinde hak iddia etmedik, hayalde olsa, düşüncelerimiz olmadı. Ama, başka ülke insanları, sürekli olarak siyasetlerinde bizim topraklarımız üzerine her türlü iddia, hayalleri kurmaktan ve bu hayallerini bazı ortamlarda kağıt üzerinde yazmaktan, harita üzerinde işaretlemekten çekinip sıkılmadılar.
Peki, ya bizlerin, yani bir toplam olarak Türklerin bu tür iddia, tez, düşünce ve belki de hayalleri varmı? Yokmu? Belki de: aşağıda anlatacağım olay, İstanbul’un fethiyle noktalanmış olabilir. Hatta takip eden dönemlerde, bu olay, Viyana ve belki de, Roma ile bütünleştirilebilir. Ama: bugün için, böyle düşüncelerin, hatta düşünceyi geçin hayallerin bile olmadığı kesin. Sanırım en güzel olan; herkesin kendi bulunduğu toprakları üzerinde yaşaması, bu toprakları üzerinde en mutlu, refah ve huzurlu yaşamanın yollarını araştırmaları ve her türlü hayallerden uzak kalmalarıdır.

Ben yine de; sizlere “kızıl elma” olayını anlatmak istiyorum.

Kızıl elma olayı’nın temeli: Oğuz Türklerine, yani atalarımıza kadar dayanmaktadır. Oğuz Türkleri, Hazar denizinin doğusunda yaşarken: Hazar bölgesinin tümüne egemen olan “Hazar Kağan” ı nın ipek çadırının tepesindeki “altın top” (kızıl elma) onlar için, ulaşılması güç te olsa, nihai bir hedefi oluşturuyordu. Çünkü, bu altın top, yani kızıl elma; Hazar kağanları için bölgelerindeki hakimiyetin, egemenliğinin en büyük ifadesiydi. Bu altın top, kimin eline geçerse, hakimiyet te onun oluyordu. Altın top; böyle bir ideal idi.

Zamanla: bu ideal, bir hayal de olsa, Oğuz Türkleri tarafından elde edildi. Elde edildikten sonra ise, yeni idealler belirlendi. Çünkü: onlar için, toplumdaki kişileri birbirine bağlayan en büyük bağlantının, çıkar ve ihtiyaç birliğinden öte, bu tür ideal birliktelikleri olduğuna inanılıyordu. İdealleri olmayan bir toplumun; yürüyen bir yığından farkı olmadığı düşünülüyordu. Zamanla, bu deyim: fethedilecek yerin, fethedilme sebebi olarak beyinlere işlendi.

Takip eden dönemlerde: Hz.Muhammed’in “İstanbul mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onun askerlerine ne güzel askerlerdir” hadisi ile müjdelenen ideal hayata geçirilir. İstanbul fethine kadar anlatılan ancak İstanbul’un fethi ile olgunlaşan “kızıl elma”.
İstanbul’un fethinden sonra ise, Türkler için “kızıl elma”, Roma’ya St.Pierre kilisesinin kubbesine taşınır. Çünkü, burası “Katolik” dünyasının kalbidir. Zaten: Fatih Sultan Mehmet zamanında yapılan, İtalya-Ortanto seferinin sebebi de budur.

Bir söylentiye göre: Kızılelma, Dağıştan’dan Anuşirvan tarafından, İran hazinesine konulmuş ve orada da Roma’ya kaçırılmıştır.

ORTANTO VE FATİH SULTAN MEHMET:
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden sonra, Arnavutluk’u ele geçirmek için, bu bölgeye, birçok akıncı birlikleri gönderir. Bu birlikler: Dalmaçya kıyılarını geçip, Adriyatik denizinin karşı yakasındaki İtalya’ya yaklaştıkça, İtalya’da büyük korkular egemen olmaya başlar. 1477 yılında, İtalya’nın kuzeybatısındaki “Friuli” bölgesine girerek, bazı yerleşim yerlerini yağmalarlar. Bunun üzerine: 1479 yılında “Osmanlı-Venedik Anlaşması” imzalanır.

Venedik, böylece bölgesindeki Osmanlı tehlikesini durdurmuş olur. Ancak: bu sırada, Venedik’in en büyük sıkıntısı: gerek İspanya ve gerekse İtalya’nın güneyinde gittikçe güçlenen “Napoli krallığı” ile savaşmasıdır. Ancak, Venedik, bu savaşında kendisine müttefik olarak Osmanlıları ayartmakta gecikmez. İstanbul’a gönderilen Venedik elçisi Sebastiyano Giritti: Puy ve Kalabra isimli büyük şehirlerin, Doğu Roma İmparatorluğuna ait olduğunu ve İstanbul yani Doğu Roma İmparatorluğu hakimi Fatih Sultan Mehmet’in de, bu şehirleri isteme hakkı bulunduğunu iddia ederler. Bu sırada: Napoli krallığı; Osmanlılarla yaptığı ittifakları dinlemez ve özellikle Osmanlı tarafından kuşatılan Rodos şövalyelerine yardım göndererek, Osmanlıların tepkisini çeker.

Bunun üzerine: Fatih Sultan Mehmet: bölgede bulunan Gedik Ahmet Paşa’yı: Arnavutluk sahilinden asker alarak, Güney İtalya’nın Avlonya limanına çıkmasını ister. Zaten: Fatih’in: İtalya üzerinde büyük çalışmalar yaptığını, hatta İtalya bölgesini gayet iyi bildiğini ve Roma’yı ele geçirmek gibi bir düşüncesinin bulunduğu bilinmektedir. (Kızıl Elma)

26 Temmuz 1480 tarihinde, Gedik Ahmet Paşa; emrinde 135 gemi ve 18.000 asker ile, İtalya’nın güney ucunda bulunan “Otranto” bölgesine çıkarma yapar. Aslında, bu seferin nihai hedefi her ne kadar, brindisi şehrinin bulunduğu “Puglia” bölgesi olsa da, daha korunaksız durumdaki “Otranto” bölgesine çıkılması uygun bulunmuştur.

Karaya çıkan Osmanlı birlikleri: şehri kuşatır, şehir direnemez ve 11 Ağustos 1480 tarihinde ele geçirilir. Şehre yerleşildikten sonra: bölgedeki; Brindisi, Lecce ve Taranto şehirleri yönlerinde hamleler yapılır. Ancak: bölgedeki Napoli krallığı güçleri ile büyük çatışmalara girmek gerekmektedir. Derken; neritone, kastro ve ogentino şehirleri ele geçirilir. Ancak, ele geçirilen bölgelerdeki halk, daha kuzeye kaçar ve şehirlere dönmeyi kabul etmezler. Böylece, Türkler, yiyecek ikmali bakımından sıkıntılar çekmeye başlarlar. Bunun üzerine: Gedik Ahmet Paşa; bölgede, deniz yolu ile beslenebilecek bir miktar asker bırakılarak, (Haydar Paşa komutasında, 8000 asker ve 1.5 yıl yetecek mühimmat) kuvvetlerin büyük bölümü geri çekilir.

Ancak, bir sonraki yıl, Fatih Sultan Mehmet’in çok daha büyük bir askeri güç ile bölgeye geleceği ve bölgenin tümüyle ele geçirileceği söylentisi yayılır.

Türk istilası korkusu, üst düzeye varır, Papa, Vatikan’dan ayrılarak, Fransa’daki Avignon’a kaçmayı bile düşünür. Ama: bu sırada, Türklerin kuvvetlerinin büyük bölümünün geri çekildiğinin duyulması üzerine; derhal bir haçlı seferi ilan edilir. Bir sonraki yıl için, kıyı başı tutmuş olan Türklerin bölgeden atılması için: para ve asker toplanmaya başlanır. Tam bu sırada: 3 Mayıs 1481 tarihinde, Fatih Sultan Mehmet; ölür ve yerine geçen oğlu II.Beyazıt: kardeşi Cem Sultan olayı nedeniyle; İtalya ile uğraşmak istememektedir. Tarih sayfalarının ara notlarında: Fatih Sultan Mehmet’in; Romalılar tarafından anlaşılan doktoru tarafından zehirlenerek öldürüldüğü de yazılıdır.

Haçlı ordusu: Otranto kalesini kuşatır. 8000 askerin telef edilmemesi için, Napoli kralı ile anlaşma yoluna gidilir ve Otranto kalesi, haçlı ordusuna teslim edilerek, askerler, yanlarına mühimmatlarını da alarak, gemilere biner ve bölgeden ayrılırlar.

Böylece: Osmanlı devleti, 12 ay boyunca, bayraklarının dalgalandığı İtalya topraklarından, 10 Eylül 1481 tarihinde ayrılır.

Evet; hani yazının başında söylemiştim ya: sanırım o tarihlerde televizyon olsaydı: Osmanlı devleti tarafından televizyonlara verilen yayınlarda: gerek İtalya, gerek Roma ve gerekse Viyana toprakları da, Osmanlı toprakları olarak gösterilirdi. İşin şakası bir yana, biz “kızıl elma” konusunu anlatmaya devam edelim.

xxxxxxxxxxx

Yazımın başında belirttiğim gibi “kızıl elma”; Türk tarihinde; ulaşılması, fethedilmesi, ele geçirilmesi gereken bir düşünce olarak öne çıkıyor. Düşüncenin temelinde; hani Hazar kağanının ipek çadırının en tepesindeki “altın top” dan sözetmiştim ya, kızıl elma düşüncesiyle ortaya atılan “ele geçirilmesi, elde edilmesi” düşünülen yerlerde de, bu tür simgelerin, işaretlerin bulunduğu hep söylenegelmiştir.

Örneğin: Roma-St.Pierre kiliseninin mihrabında, bir altın top bulunduğundan söz edilir. Hatta: Viyana’da, yine şehrin en ünlü katedralinde, bir top bulunduğu ve hatta bu topun üzerinde “ay-yıldız” işaretinin bile bulunduğu söylenir. Bilmiyorum, görmedim, bunlar duyumlar.

Sonuç olarak: Büyük önderimiz, Mustafa Kemal Atatürk; bizim için, ülkemiz, vatanımız, insanımız için, bu tür hayallerin peşinde koşulmamasını sağlayacak şekilde, hedef olarak “Yurtta sulh, cihanda sulh” cümlesini bir ulaşılması gereken ideal olarak ortaya atmıştır. Ancak: işte, bizler her ne kadar barışçı olsak da, cennet vatanımızın toprakları üzerinde, çevremizdeki ülkelerin, insanların ve hatta çevremizden uzak ülkelerin ve insanların bile çeşitli hayallerinin bulunmasını engellemek mümkün değil.

İşte, televizyonlarda, son günlerde çıkan ve ülkemiz topraklarının çeşitli bölümlere ayrılmış haritasının bulunduğu kareleri böyle hayallerin ürünü olarak değerlendirmek lazım.

Aranan kelimeler:

10 Eylül 2010
bosluk

Tarihte bir ilk, İlk uçak gemisinin batırılışı

Tarihte bir ilk, İlk uçak gemisinin batırılışı

Evet: yanlızca, 23 yaşındaki bir Türk, topçu subayının başarıları, denizcilik tarihinde kendine pek yer bulamaz. Çünkü: İngiliz ve Fransızlar, yaşadıklarının utancından, bu başarıyı, tarih sahnesinde duyurmak istemezler. Kendi kayıtlarına (Loyd) göre: Alexanda gemisinin, mayına çarparak battığını belirtiyorlar. İngilizler ise, uçak gemilerinin: 15 cm. lik toplarla batırıldığını yazıyorlar, bu da yalan. O koca gemiyi batıran toplar, yanlızca 7.7 inçlik idi.

Bu genç Türk subayı: o kadar, değişik bir insandır ki: Paris II gemisinin batırılışında; top mermilerinden birinin, gemide bulunan Fransız bayrağına isabet etmesine çok üzülür ve gemiden kurtulan Fransız gemi kaptanına, bu yüzden üzüntülerini bildirir. Bayrağa saygı, düşünün Fransız bayrağına bu derece saygılı bir insan, kendi ülkesinin bayrağı hakkında ne düşünür, elbette her türlü fedakarlığı.

Xxxxxxxxx

1916-1917 yılı, I.Dünya Savaşı son hızı ile sürüyor. Kaş ilçesinin hemen karşısına, Meis adasının limanına, İngiliz ve Fransız gemilere, sık sık demirlemekte ve burayı bir üs olarak kullanmaktadırlar.

Bunlar: İngilizlerin “Ben My Cheer” adlı uçak gemisi, bunu koruyan 2 torpido muhribi ve Fransızların “Paris II” isimli kuruvazörü. Birde, Fransızların Alexandra isimli gemisi.

Ben My Cheer: 114 metre uzunluğundadır. Geminin adının anlamı: “Kalbimin kadını.” Saatte: 24.5 mil hız yapabilmektedir. 6 uçak taşımaktadır. Gemi: 1908 yılında inşa edilmiş. İlk yapılış amacı: İrlanda ve İngiltere arasında, yolcu taşımak. Zamanına göre: çok büyük ve bir buharlı gemi için çok hızlı bir gemi. Hatta: kırdığı hız rekoru, uzun bir süre kırılamamış. Daha sonra; savaş başladığında: güvertesine büyük bir hangar yapılır ve bu hangarlarda uçak taşımaya başlanır. Ancak: o tarihlerde, uçaklar gemiden havalanmıyorlardı. Güvertede bulunan bir vinç: uçakları karaya bırakıyor ve uçaklar, yanlızca karadan havalanıyorlardı. Gemi: I.Dünya savaşı sırasında: Çanakkale, Ege kıyıları, Filistin, Süveyş ve Kızıldeniz sularında görev yaptı. Çanakkale’den geri çekilme sırasında kullanıldı. Evet: her ne kadar, Yzb.Mustafa, tarihe, bir uçak gemisini ilk batıran Türk olarak geçti ise de: bu gemi de, isim olarak, tarihe, ilk batırılan uçak gemisi olarak geçti. İşte: İngilizler, hala, bunun utancını taşıyorlar.

Paris II: 1896 yılında inşa edilen gemi, buharlı makine ile işliyordu. 60 metre boyunda ve 14 metre genişliğindedir. 3 güvertesi, 2 ambarı ve başaltında bir yaşam bölümü var.

Bu ve benzeri düşman gemileri: I.Dünya savaşı süresince; Anadolu kıyılarını sürekli denetim altında tutarlar. Türk motor ve kayıkları batırılır, yerleşim birimleri, zaman zaman bombalanır. Özellikle: bölgenin zorlu coğrafyası sonucu: yol bulunmaması nedeniyle, Türkler, askerlerine kumanyalarını, Meis adası ile Alanya arasındaki bölgede, 10-15 yelkenli teknelerle dağıtmaktadırlar. Bu tekneler, geceleyin aldıkları erzakı karakollarımıza dağıtıyorlar ve yine geceleyin Antalya’ya geri dönüyorlardı. Ancak: düşman gemileri, bu durumu bildikleri için, bu tekneleri yakalamakta ve kumanyalara el koyarak veya tekneleri batırarak, Türk askerlerinin bulundukları yerlerde aç kalmalarına neden olmaktadırlar. Özellikle: bu düşman gemileri, karadan herhangi bir saldırı ihtimali olmadığını bildiklerinden, korkusuzca kıyılara yanaşmakta ve her türlü zararı vermekteydiler.

Ayrıca: Fransız filosu: bu sıralarda, Antalya limanına girer ve dört büyük un fabrikasını imha ederler. Buna karşılık: sahile yerleştirilmiş, Türk obüs ve sahra bataryaları: bu gemilere karşı, herhangi bir şey yapamamışlardı. İzmir’den Mersin’e kadar olan bu bölgede: Fransızlar, Paris II ve Alexandra isimli kuruvazörler ile, devriye görevi yürütüyorlardı. Bu gemiler, sıra ile, her hafta sahillerimize pek yakın seyrediyorlar ve bazen de ıssız yerlere casus çıkarıyorlardı.

Evet: Yzb.Mustafa’nın bataryası, Antalya’dan hareket eder ve 7 Aralık 1917 tarihinde: Ava koyu açıklarında, hakim bir buruna yerleşirler. Tahkimat bitirilir ve yem olarak hazırlanan yelkenli: Ava iskelesine bağlanır. Finike’ye kadar uzanan bölgedeki jandarma telefonundan yararlanarak ve Selidonya burnuna gözcüler yerleştirerek; bu yelkenli ava gelecek gemiler beklenmeye başlanır. 13 Aralık 1916 günü: sabah saat: 08.00’de: Finike’deki telefondan, iki düşman gemisinin, Adrasan istikametine geçtikleri rapor edilir. Seldonya burnundaki gözcüler de, aynı haberi doğrularlar. Batarya: kıyıda, çok iyi gizlenmiştir. Saat: 11.15 civarlarında, Fransızların Paris II ve Alexandra gemileri, top batarya mevzilerinin, yaklaşık 6 km. önünden geçerler ve limandaki yelkenli av teknesini görünce, istikametlerini limana çevirirler. Alexandra: top mevzilerine o kadar yakın durmuştur ki, mevzilerden atılacak bir taş bile, geminin güvertesine düşecek yakınlıktadır. Paris II gemisi ise, bataryaya, yanlızca 800 metre uzaklıktadır.

Bataryadaki toplar: Paris II gemisine çevrilir. Bu arada: geminin topları da köye çevrilir. Kıç direğine büyük bir Fransız bayrağı çekilir. İndirdiği motor ile: 10 kadar silahlı Fransız askeri, kıyıdaki yelkenliye doğru ilerler. Bu arada: sahili makineli ile tararlar ve motor yelkenliye yanaşır, kıyıdaki ipini keserler, arkasına takarak, dönmeye başladığı sırada: bataryanın kıyıda bulunan piyade takımının baskın ateşi, motoru durdurur. Motorun içindeki Fransız askerleri tamamen öldürülür.

Bunun üzerine: sıra toplara gelir. Süratle ateşe başlanır. Atılan ilk dört atımın; üç tanesi denize düşer, diğerinin düştüğü yer görülmez. (Sonraki dönemde, geminin esir alınan süvarisinden öğrenildiğine göre: bu görünmeyen atım, doğrudan geminin makine dairesine isabet etmiş ve geminin yerinden hareket etmesini engellemiş.

Daha sonraki, seri ateşte: atışlardan onda sekizi gemiye değmeye başlar. Gemi; herhangi bir karşılık veremez, kaçmaya çalışır, ancak makinasının bozulması nedeniyle, hareketleri yavaşlar. Her iki bordasından çıkardığı sisle, kendisini gizlemeye çalışır. Ancak: yanlızca 1100 metreye kadar açılmayı becerebilir ve batar. Yapılan 145 atımdan, 110 tanesi gemiye değmiştir. 18 dakika süren bu mücadelenin sonucunda, geminin cephaneliği de infilak eder. Gemi alabora olarak batar.

Bu arada, diğer gemi: Alexandra’ya gelince: batarya topları Paris II üzerine yoğunlaşınca, Alexandra zikzaklar çizerek kaçmaya başlar, bunun üzerine, batarya tüm ateş gücünü Paris II üzerinde yoğunlaştırır ve diğer gemi ile meşgul olunmaz. Bunun sonucunda: Alexandra, kendini kurtarır ve asla geri dönmemek üzere, bölgeden uzaklaşır.

Paris II batınca: denize dökülen düşman askerleri kurtarılmaya başlanır. Saat: 16.00’ya kadar, deniz üzerinde kalan düşman askerleri: Alexandra gemisinin dönüp kendilerini kurtaracağını umarak, teslim olmak istemezler. Burada yine ilginç bir olay gerçekleşir. Batarya askerlerinden yüzmeyi bilen olmadığından: denizdeki Fransız askerlerini toplamak için, Ava köyünde bekçilik yapan, siyah derili Veysel ağa ismindeki biri, denize girerek, yaralı askerleri kurtarmaya çalışır. İki Fransız askerini denizden kurtarır, ancak bu sırada, kendilerini kurtarmak üzere denize gelen, bu siyah derili insan, birçok askeri korkutur ve korkudan uzaklaşanlar boğularak ölürler.

Sahile yüzerek çıkan, yaklaşık 20 kişi ise teslim olur. Bunların içinde: Paris II gemisinin kaptanı da bulunmaktadır. Bu şahıs ile Yzb. Mustafa arasında geçen bir konuşma, tarih sahnesinde, insanımızın karakterini yansıtması açısından ilginçtir. Şöyle ki: Yzb.Mustafa, top atışı sırasında, Fransız bayrağının vurulması nedeniyle, Fransız kaptan’dan af diler. Bayrağa saygı, yazının baş kısmında belirttiğim gibi, düşman bayrağına bu derece saygılı bir insanın, kendi bayrağı için neler yapabileceğini düşünmek gerek.

15 Aralık 1916 tarihinde, kahraman batarya, görevini başarmış olmanın mutluluğu ve yanındaki esirler ile birlikte, Antalya’ya hareket eder. Halk, batarya şehre girerken, büyük bir tezahüratla karşılar. Esirler, yaya olarak, bataryanın gerisinde, şehre girer.

Evet: sahillerimizi sürekli sıkıntıya sokan bu İngiliz ve Fransız gemileri: Meis adasında demirliyorlardı. Adadaki , Ben My Cheer isimli gemiden kalkacak uçakların; Kaş bölgesindeki Türk mevzilerini bombalayacaklarından endişe edilir. Özellikle, bu uçaklar: bölgedeki Yzb.Mustafa’nın topçu bataryalarını havadan arıyorlardı.

Bunun üzerine: Antalya’da görev yapan, topçu bataryası komutanı Yzb.Mustafa Ertuğrul yeni bir plan yapar ve planını, Antalya bölge sorumlusu, 135.Alay Komutanı, Alman yarbay Fon Şiristet’e anlatır.

“Bir gece ansızın Antalya’dan gizlice ayrılacak, meçhul bir istikamete gidiyor gibi yapıp, Ava koyuna gideceğim, Meis adası limanına hakim bir buruna bataryamı yerleştireyim ve İngiliz kuruvazörünü, avlamaya çalışayım. “

Evet, bu plan kabul edilir ve Yzb.Mustafa: bataryasını oluşturan, yanlızca 4 tane olan: 7.7 inçlik; Erhard topları ve cephaneleri, gülleleri: gerek at-katır ve gerekse insan gücü ile; patika yolu dahi bulunmayan ormanlık alanda taşıtarak; tam gemilerin demirledikleri bölgenin karşısında konuşlandırır. Bu fasıla: tam iki ay sürer. Bataryada: 30 kadar, Türk askeri bulunmaktadır.

Derken: düşündükleri yere varırlar ve mevzilenirler. Düşman gemileri: mevzilendikleri yere, yaklaşık 4.5 km. uzaklıktadır. Yani: bütün gemiler, bataryanın ateş menzili altındadır. Özellikle: büyük kuruvazör, uçak gemisi tam karşılarındadır.

İngiliz uçak gemisi: Meis adasındaki, Fransız garnizonuna erzak getirmiştir. Erzaklar kıyıya taşınmıştı. Günlerden: Pazar. Geminin bacaları kapatılmıştır. Yani: geminin ani bir hareketi mümkün değil. Geminin bandosu; adada, kasabanın meydanında, batı ezgileri çalmakta ve Yunanlı ada halkı; bu ezgiler ile coşmaktadır.

Yzb.Mustafa: her türlü hazırlıkları yapar ve saat: 13.25’de ilk atış yapılır. Uçak gemisinin yakınlarında bir patlama olur. Askerler ve ada halkı: önce, bu patlamanın bir hava saldırısı olduğunu sanırlar, bir topçu bataryasının ateşi olduğu asla akıllarına gelmez. Çünkü: yolu olmayan, o dik zirvelere topların ve mermilerin yanlızca bir çılgın tarafından çıkarılmasının mümkün olabileceğini düşünüyorlardı.

Oysa, Türk topçusunun, nişan alma amaçlı salladığı ilk merminin patlamasıdır bu. Hemen ardından: top mermileri yoğun olarak limandaki gemilerin üzerine yağmaya başlar. Türk topçusunun ateş ettiği nokta: öylesine yüksek ve uzaktır ki, Meis adası kıyılarındaki İngiliz gemilerinden, Türk topçu bataryasının bulunduğu yere doğru yapılan atışlar; kesinlikle bataryanın bulunduğu yere ulaşmıyordu.

Ancak: bu saldırıya, gemilerden kısa süre sonra karşılık verilir. Çatışma şiddetlenip, uçak gemisinin büyük çaplı topları bizim mevzilere yönelince, bataryamızın bütün topları, uçak gemisine yöneltilir. Tüm ateş gücü ile, İngiliz uçak gemisi vurulmaya başlanır.

Atılan mermilerden biri; gemiye isabet eder. Hem de, geminin tam hangarına. Hangarda bulunan uçaklar: yakıtlarıyla birlikte yanmaya başlar. Bunun üzerine: geminin mürettebatı, hemen gemiyi terk eder, denize atlarlar. Koca gemi: yavaş yavaş batar. Toplam: 36 dakikalık bir top atışı sonundaki başarı; İngiliz uçak gemisi: sulara gömülür. Bataryadan yapılan: 145 atıştan, 110 tanesi, gemiye isabet eder. Gemide bulunan yaralılar ise; kurtarma sandalları ile kıyıya çıkarılırlar. Gemi tamamen sulara gömülmez, yarısı batar, yarısı su üzerinde kalır. İngilizler, gemiyi bu halde bırakıp giderler. Uçak gemisi, dört yıl boyunca, orada öylece kalakalır. 1921 yılında, gemi tekrar yüzdürülür. Ancak: Yunanistan’ın Pire limanına götürülmek için. Orada: bir süre kalır ve hurda olarak Almanlara satılır. Daha sonraki tarihte: Ben My Cheer gemisinden haber alınamaz.

Biz yine, olay gününe dönelim. Gemi komutanı, gemiyi son olarak terk eder. Yalnız: bu komutan ile ilgili, ilginç ve komik bir durumu gelişir. Komutan: yüzerek sahile çıktığında, sahildeki Yunanlı ada halkı: İngiliz askerlerine yardım etmek için çırpınmaktadır. Bu arada: yüzerek kıyıya ulaşan geminin kaptanının üstündeki ıslak giysileri çıkarılır ve ilk buldukları birkaç paçavra giysiyi, geminin kaptanına giydirirler. Üniformasını ise, kurusun diye asarlar. Bunun sonucunda: muhteşem uçak gemisinin, büyük kaptanı: Meis adası çarşısında, üzerinde eski-püskü bir kıyafet ile gezerken görülür ve olayın matrak bir yanı olarak, bu durum da, tarihe kaydedilir.

Böylece: dünya denizcilik tarihinde, ilk kez, bir uçak gemisi, 27 Aralık 1916 tarihinde: Türk topçuları tarafından batırılır, denize gömülür. Bu çatışmada: uçak gemisinin yanında, aynı yerde konuşlu bulunan: 200’e yakın yelkenli gemi ve sandal da batırılır.

Uçak gemisi battıktan sonra: Türk bataryasının toplarının ateşi devam eder. Adadaki telsiz istasyonu da vurulur. Tabii bu arada, adanın yerli halkı da panik içindedir. Bu ateşin ardından, adaya bir Türk askeri çıkartmasının olacağını düşünürler ve korku ile: kasabadan uzağa, tepelere doğru kaçmaya başlarlar. Tüm bu kargaşa da, yine komik bir olay gelişir. Vurulan İngiliz uçak gemisinde, içi para dolu bir kasanın, gemi ile birlikte denize gömüldüğü dedikodusu yayılır. Bunun üzerine: adanın gençleri, bu karmaşada: geminin enkazına dalışlar yaparak, bu kasayı ararlar.

Halkın büyük bölümü ve askerler ise, Meis adasının yerleşim bölümünü terk edip, tepelerdeki kiliselere sığınırlar. Hatta, takip eden dönemde, halkın bir bölümü: adanın çevresindeki mağaralarda, uzun süre yaşarlar. Adayı terk edip, Rodos adasına ve Mısır’a gidenler bile olur. İngiliz ve Fransız askerleri ise: Türkler tarafından yapılacağını düşündükleri çıkarmaya karşı; uzun süre, adada beklerler.

Sonraki dönemde: Yzb.Mustafa Ertuğrul, zor şartlar altında, Teke yarımadasında bataryası ile birlikte dolaşmaya ve gemi batırmaya devam eder. Sonraki kurbanları: Fransızların Paris II isimli gemisidir.

Gerek İngiliz uçak gemisi Ben My Cheer ve Fransız Paris II gemisinin batırılması sonucu: düşman gemileri, Türk kıyılarına intikam saldırılarına geçerler. Kıyıdaki yerleşim yerlerini, uzun süre bombalarlar. Artık, korkudan kıyıdan açıkta seyretmeye başlarlar. Topçu menzilinin dışında dolaşmaktadırlar.

Daha önce söylediğim gibi: bölgedeki Türk mevzilerindeki askerler için, kumanya ve malzeme dağıtan tekneler; düşman gemileri tarafından avlanmakta, batırılmakta veya yakalanarak malzemeye, kumanyaya el konulmaktadır. Ancak, korkudan kıyıya yaklaşmayan düşman gemilerini haklamak için, Yzb. Mustafa: bu durumu bildiği için, yine dahice bir plan yapar.

Düşman gemilerinin, yelkenli Türk teknelerine saldırdıklarını bildiklerinden, yaptığı plan: bir yelkenli tekne ile bağlantılı olur. Evet: bölgede dolaşan bir yelkenli tekne alınır. Teknenin kaburgasının iç tahtaları sökülür. Bu kaburgaların arasına: bol miktarda dinamit yerleştirilir. Tam merkezine ise: bu dinamitlerin ateşlenmesi için, bir top fünyesi yerleştirilir. Fünye halkası: bir telle; teknenin ortasına yerleştirilen portakal sandıklarının altına bağlanır. Dinamitlerin yerleştirildiği gövde kaburgasının iç tahtaları yine yerlerine takılır ve dinamitler gizlenir. Birbirine bağlı portakal sandıkları; düşman tekneyi ele geçirdiğinde, büyük olasılıkla, portakal sandıklarını; vinç ile kendi gemilerine alacaklar ve tam bu sırada, sandıkların altındaki fünye teli çeki nedeniyle, dinamitleri ateşleyecekti.

Düşünebiliyormusunuz; Japon intihar uçakları, kamikazeler gibi. Muhteşem bir plan.

Derken: Kemer ilçesi açıklarında: yelkenli, gerekli düzenlemeler tamamlandıktan sonra, denize açılır. Açık denizde, Fransız savaş gemisi, Alexandre. Göründüğünde, teknedeki daha önceden tembihli askerler, denize atlarlar ve kıyıya doğru yüzmeye başlarlar. Fransızlar: tedbiri elden bırakmazlar. Tekneye önce bir denizci çıkarırlar. Bir tuzak olup olmadığını araştırırlar. Türklerin: teknede bulunan kasa kasa portakalı zehirlediklerini düşünürler. Tekneye çıkan denizci; tekneden aldığı portakal numunelerini, Alexand gemisindeki doktora götürür, doktor portakalları inceler ve zehirli olmadıklarına kanaat getirir.

Bunun üzerine: tekne, Alexand savaş gemisine yaklaştırılır ve birbirine bağlı portakal sandıkları, geminin vinciyle, geminin güvertesine çıkarılmak istenir. Vinç çalıştırılır ve tam bu sırada: geminin gövde kaburgaları arasına gizlenmiş dinamitler ateşlenir, patlama olur ve geminin gövdesinde, büyük bir delik açılır, gemi kısa sürede batar ve yanlızca 18 dakikada, denizin dibini boylar. Evet, 11 Ocak 1917 tarihinde, yine büyük bir tarihi başarı, aklın-zekanın başarısı.

xxxxxxxxxx

I. Dünya savaşı bittiğinde: Mondros Mütarekesi imzalanır. Anadolu topraklarındaki tüm silah ve cephaneye el konulur. Topların kamaları sökülerek, etkisiz hale getirilir. O tarihlerde, Aydın bölgesindeki birlikleri denetlemekle görevli, batırılan Ben My Cheer gemisinin komutanı Charles R.Samson “ Gösterdiği kahramanlıktan dolayı, bu bataryanın toplarının kamalarını sökmek, askeri şerefe aykırıdır” diyerek, Yzb.Musfa Ertuğrul’un bataryasına dokunmaz.

I.Dünya savaşı sonrasında: kamaları sökülmeyen bu dört sahra topundan oluşan batarya: Kurtuluş Savaşına katılan ilk topçu birliğimizdir.

Ancak: yazının en başında belirttiğim gibi: gerek İngilizler ve gerekse Fransızlar; tarih sürecinde yaşadıkları bu olayın utancından; Yzb.Mustafa Ertuğrul’un bataryasının uçak gemisini batırdığı yere: bugün tatil köyü kurmuşlar. Bataryanın mevzilendiği yerde: büyük bir hatıra anıtı dikmemiz gerekirken; buralar, bir İngiliz ve bir Fransız tatil köyü tarafından işgal edilmiş. Bizler yinede; tarih sahnesinde, gururla hatırlamamız gereken bu olayı, yani uçak gemisinin, dört sahra topu tarafından batırılışını uzun süre unutmuşuz, ta ki; Kemer ilçesi önünde, deniz altındaki Paris II gemisine; dalgıçlar tarafından yapılan dalışlara kadar. Bu dalışlardan sonra; olaylar irdelenmiş ve tarihimizdeki bu gurur kaynağı olay; ortaya çıkmış.

11 Ocak tarihini unutmayalım, çünkü bu bizler için, atalarımızın akıl, düşünce ve güçlerinin en büyük ifadesi. Bugün: Antalya’lılar, bu kahramana sahip çıkmışlar. Yeniden düzenlenen Atatürk Parkında, Akdeniz’e bakacak şekilde, Yzb. Mustafa Ertuğrul’un bir heykelini diktiler. Antalya bölgesinde; çok kısa bir zaman ayıralım ve bu anıtı ziyaret edelim, geçmişimizdeki bu büyük başarıyı hatırlayalım, hatırlatalım, unutturmayalım.

Aranan kelimeler:

17 Nisan 2010
bosluk

Osmanlı’da Yeşil Kart

Osmanlı’da Yeşil Kart

osm

Yenilgiyle biten 1768-1774 Rus Savaşı ve Küçük Kaynarca Anlaşmasının ardından yapılan icraat ve beklenmedik olaylar, hazine giderlerini arttırır. Ancak, bu giderlerin getirdiği yükle başedecek çarelerin de beraber yürütülmesi gerekiyordu.

Bu çarelerin en başında ise: lüksü ve ısrafı yasaklayan tedbirlere ait emirlerin yayınlanması oldu. Bu emirlerde, özellikle; devlet erkanı ve saray halkının, günlük hayat tarzı ve giyim-kuşamına değiniliyor, kürkler ve pahalı kumaşlar için dışarıya ödenen paraların, devleti büyük zarara uğrattığından söz ediliyordu.

Ayrıca: Kapıkulu Ocakları yeni ve sıkı bir denetime tabi tutuldu. Bunun sonucunda ise, hazine giderlerinde büyük tasarruf sağlandı. Bazı askeri maaş cüzdanlarının (o zamanki adı: esame) zamanla, ilgisiz kişilerin eline geçtiği ve sahtelerinin türetildiği öğrenildi. Yapılan büyük bir operasyon ile, bunların tümü ayıklama işlemine tabi tutuldu. Yanlızca, hakkı olan kişilerde bulunması gereken, bu maaş kartları, haksız elde edenlerden geri alındı.

Düşününce, hayret etmemek elde değil. Geçenlerde; hakkı olmadığı halde, birçok kişide “yeşil kart” bulunduğu hakkında, basında bir çok yazı çıkmış ve hayretle okumuştuk. Hatta: ev, apartman ve benzeri mal varlıkları bulunmasına rağmen, hala yeşil kart sahibi olan, birçok insanın bulunduğu bir ülkede yaşıyoruz. Demekki; devletin olanaklarından bedava yararlanmak, geçmişten gelen, tarihi geçmişimizden gelen bir alışkanlık olsa gerek.

Bu arada; askeri maaş cüzdanlarının hakkı olmayanlardan geri alınması uygulaması operasyonunu Halil Hamid Paşa gerçekleştirmiş ve böylece Osmanlı hazinesi, yılda 1.9 milyon kuruş kadar kaybın önüne geçmiş. Ancak, bu icrat, Paşanın hayatına malolmuş.

Aranan kelimeler:

3 Eylül 2009
bosluk

Osmanlının Tarihinde İlk Dış Borcu

Osmanlının Tarihinde İlk Dış Borcu

para

Koskocaman Osmanlı imparatorluğu, mali durumu bozulunca, dış borç almak üzere ilk akla gelen ülkenin adını duyduğunuzda, eminim ki sizlerde benim gibi hayretler içinde kalacaksınız. Evet, bu ülkeyi öğrenmeden önce, kısa bir hikaye anlatmakta fayda var. Buyrun: cihan imparatorluğu Osmanlı’nın mali durum bozulunca, ilk akla gelen ülke hangısı?

Eylül 1784 tarihi, devletin ileri gelenleri toplanmışlar. Defterdar: mali sorunlardan ne anlamak gerektiğini ortaya koymuş ve böyle bir dönemde çare olarak uzun vadeli önlemlerden ziyade, acil önlemler alınması gerektiğini söylemiştir. Bunun üzerine: kısa vadeli önlemlerin başında: dışarıdan borç alma fikri, ilk sırayı alır. Defter emini Hasan Efendi: hazine giderlerinin daha fazla kısılmasının mümkün omadığını söyler. Devamında ise, devletin para gereksinmesinin ancak yabancı ülkeden borç alınarak karşılanabileceğini söyler. Ona göre: borç için başvurulacak ülkeler: Fransa, Felemenk ve İspanya olabilir. Diğer bir rapor sahibi olan Süleyman Fevzi Efendi de borç önerisinde bulunur. Fakat, onun görüşü biraz farklıdır. Ona göre: Osmanlı Devletinin, bir hıristiyan ülkesinden borç istemesi doğru değildir ve sakıncalıdır. S.Fevzi Efendi, borç istenecek Müslüman

ülkeyi de belirtmektedir: Fas.

Okunan raporlarda ve yapılan tartışmalarda: dış borç fikrinin gündeme gelmiş olması, Osmanlı mali tarihi bakımından ne kadar ilginç ise, Süleyman Fevzi Efendinin borç istenecek ülke olarak, ısrarla

Fas üzerinde durması da o derece ilginçtir. Tabii, bu ısrarın altında yatan gerçekler var.

Şöyleki, yaklaşık bir yıl önce, Fas Hakimi; çeşitli armağanlarla birlikte İstanbul’a bir elçi gönderir. Elçinin gelişi: Osmanlı devlet adamları için bir Sürpriz olur. Elçi; din kardeşliğinden söz ederek,

Osmanlıların gönlünü kazanır. Elçinin ifadesine göre: Fas Hakimi, fevkalade sevgi ve beslediği Osmanlı devleti için her türlü yardım ve özveride bulunmaya hazırdır.

Fas elçisiyle yapılan görüşme sırasında, Sadrazamın kafasında dış yardım fikri zaten doğmuştu.

Elçinin söylediklerine göre: Fas Hakimi: bir ara, İstanbul’a yüklüce bir miktar para göndererek, Malta’daki müslüman esirlerin satın alınıp kurtarılmasını ister. Eğer bu mümkün olmassa, paranın Haremeyn halkına dağıtılmasını şart koşar. Osmanlı devleti: bu parayı
esirlerin kurtarılması için kullanmaz. Ama, Haremeyn halkına da dağıtmaz. Para: darphaneye girer.

Fas Hakimi, bunu öğrenince, parayı geri ister. Paranın geri verilip verilmediği meçhul. Sonuçta: bu paranın darphaneye girmiş olması, dış yardım olarak değerlendirilirse, ilk dış yardım olması açısından öne çıkıyor.

Aranan kelimeler:

3 Eylül 2009
bosluk

İnebahtı Deniz Savaşı, Osmanlının Bahtının Değiştiği Savaş

İnebahtı Deniz Savaşı, Osmanlının Bahtının Değiştiği Savaş

inebahti

İnebahtı’da Marquesa gemisinde çarpışan İsyanpol Cervantes, savaşın kazanılması üzerine, Don Kişot’a “Tüm dünya, Türkler’in yenilmez olduğu inancının ne kadar yanlış olduğunu öğrendi” diyor. Bu savaşın küçük bir hikayesi aşağıda, o zamana dek, yenilmez bir armada olarak öne çıkan Osmanlı donanmasının ilk yenilgisi olması açısından öne çıkan bir savaş.

7 Ekim 1571 tarihinde, Yunanistan-Korint Körfezinde, İnebahtı yakınlarında; Osmanlı ve Haçlı donanmaları karşılaşırlar. Haçlı donanması: İspanya krallığı ve Venedik dukalığı gemilerinden oluşuyordu. Kutsal ittifak adı altında, Papa’nın gözetiminde yapılan antlaşma sonucu, oluşturulan haçlı donanması, bölgede büyük bir güç haline gelir. Bu sırada: Osmanlı donanması ise, Kıbrıs’ın alınması sonucunda, eksiklerinin tamamlanması uğraşısı içindedir. Ancak: Osmanlı Divanında, donanmanın ihtiyaçlarının karşılanması konusunda anlaşmazlıklar oluşur. Anlaşmazlıklar o kadar ileriye gider ki, Osmanlı donanmasının başına, Sadrazam Sokullu tarafından, bir kara ordusu kumandanı olan Müezzinzade Ali Paşa getirilir.

Haçlı donanması: bir süre sonra, Osmanlı sularına doğru ilerlemeye başlar. Ali Paşa’nın yanlış tutumları, Osmanlı denizcilerinin karşı koymalarına neden olur.

Düşünebiliyormusunuz, karşınızda büyük bir güç var ve bizimkiler hala gerek devletin karar mekanizması olan Divan’da ve gerekse donanmanın yönetim kademelerinde, kendi aralarında çekişiyorlar. Ortak kararlar verebilmek ve bu kararlarda birleşebilmek mümkün değil. Bu şekilde girilen bir savaşın kazanılması mümkün mü?

Kış mevsimi yaklaştığı için, levent gemileri ve derya beylerinin gemilerindeki tımar erbabının bir çoğu giderler. Savaşçı ve kürekçilerin de bir kısmı dağılır. Geri kalan asker, donanma gemileriyle, İnebahtı Limanına girip demirler. Halbuki, bölgede büyük bir haçlı donanmasının bulunduğu kesin. Aralarında bir antlaşma yapıldığı biliniyor, yine de donanmanın insan yapısının bozulması ve herhangi bir tehlike de, asla kaçış veya manevra imkanları bulunmayan İnebahtı Limanı gibi bir limana girip demirlenmesini anlamak mümkün değil.

Osmanlı savaş komuta kademesi toplanır ve en mantıklı karar; Uluç Ali Paşa’dan gelir. Paşa: bir çok sipahi ve yeniçerinin izine gönderilmesi nedeniyle, savaşa karşı çıkar. Ayrıca: donanmanın büyük eksikleri vardır ve gemilerin bakımlarının yapılması gerekmektedir. Ayrıca: düşman donanmasının, Liman ağzındaki Boğazhisar denilen geçitin kapatılması ile, Limana giremeyeceğini ve savunmada kalınmasını ister. Ancak: sert mizaca sahip Ali Paşa, daha önce hiç deniz savaşı yaşamadığından; “ İslam gayreti, Padişahın şerefi yokmudur? Her gemiden beşer-onar kişi eksik olmakla ne olur?”der ve savaşa girilmesine ve hatta bu şartlar altında, hücum yapılmasına karar verilir.

Neyse; iki donanma, dünya tarihinin en büyük deniz savaşlarından biri ne başlarlar. Osmanlı donanması, düşmanın görünürdeki 50 gemisinin üstüne saldırır. Bunun üzerine, diğer haçlı gemileri, saklandıkları burnun arkasından çıkıp, Osmanlı donanmasını çevirerek, top ateşine başlarlar. İki ateş arasında kalan orta ve sol kanat gemilerinin birçoğu batar.

İnsanlar, döşeme kalasları ve kürekler, hepbirlikte parçalanır. 142 Osmanlı gemisi yok olur. 4 saat içinde, 20 bin Türk denizci veya tutsak edilir.

Bir arbeküz mermisiyle şehit düşen Amiral Ali Paşa’nın kesik başı, mızrağa geçirilmiş, Mekke’den getirilmiş yeşil bayrak, Sultan gemisinden indirilerek, yerine Papa’nın flaması çekilmişti.

Yanlızca: Cezayir Beylerbeyi Uluç Ali Paşa’nın kumandasındaki 42 gemilik bölüm, haçlı donanmasının karşısında bulunan sağ bölümünü bozarak, savaş alanından kurtulur. Uluç Ali Paşa, bu başarısından sonra, Kaptan-ı Derya’lığa getirilir.

Bu arada: Sokullu Mehmet Paşa’nın Venedik elçisine söylediği bir söz de tarih sayfalarına yazılır.” Biz Kıbrıs’ı almakla, sizin kolunuzu kestik, siz İnebahtı’da bizi yenmekle, sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kolun yerine yenisi gelmez, fakat kesilen sakalın yerine yenisi daha gür çıkar” Tabii, yeni gemilerin yapılması mutlaka bir şekilde mümkün olabilir. Peki ya kaybedilen denizci insan gücü? Kaybedilen binlerce denizciyi yerine getirmek kolay olmamış ve tecrübesiz levendlerden teşkil edilen yeni donanma, Osmanlı’ya Akdeniz’de eski gücünü bir daha asla geri kazandıramamıştır.

Avrupa, bu zaferin kutlamalarını, yer yer günümüzde de yapmaktadır.

Aranan kelimeler:

2 Eylül 2009
bosluk

Tarihi Eserlerimiz Nasıl Yağma Edilmiş

Tarihi Eserlerimiz Nasıl Yağma Edilmiş

efes11874 yılında; “Eski Eserler Tüzüğü” yürürlüğe girer. Buna göre: yabancılara, buldukları eserleri; ülkelerine götürmeleri için kolaylıklar sağlanır. Kazılarda çıkan eserlerin; üçte biri kazıyı yapana, üçte biri Türk devletine ve kalanı da arazi sahibine verilecektir. Yabancılar için; bundan güzel fırsat olamazdı. Çünkü: Tüzük’te; bulunan eserlerin dışarıya götürülemeyeceğine dair, herhangi bir madde bulunmuyordu. Durum böyle olunca; yabancılar,bu fırsatı kaçırmak istemediler. Asıl amaçları: çıkan eserlere sahip olmaktı. Hatta: daha rahat çalışmak ve paylarını arttırmak için, arazileri satın almaya başladılar. Burada dikkatini çekmek istediğim husus şu: ” Efes antik kentinin, bu kadar kısa bir sürede ortaya çıkarılmasının tek nedeni budur. Yani; yabancıların, bu Tüzüğe güvenerek, en kısa zamanda, kazıları yapıp, ortaya çıkan eserleri çalıp, yurt dışına kaçırmak, ama elbette işin adı hırsızlıklık olmaz, hani Tüzük var ya, hırsızlığın adı, yasallık olur.

Bunların çaldıkları yanında, bir de; Padişahların armağanları heykeller var. Efes’ deki kazılarda; bronzdan yapılmış bir atlet heykeli bulunur. Genç bir sporcu, güreşten sonra, vücudundaki tozları,madeni bir aletle temizler vaziyette tasvir edilmişti. Bu eser de; diğerleri gibi, Padişah tarafından, Avusturya İmparatoruna hediye olarak gönderilir.

Takii, 1883 yılında,yeni bir “Asar-ı Atika Nizamnemesi ” çıkarılana kadar. Bununla; kazılarda çıkarılan tüm eserlerin devletin malı olduğu belirtilir. Ancak, bir süre sonra, Padişahın hoş görüsü ve sefirlerin manevralarıyla, bu Nizamname de, adeta rafa kaldırılır. Çıkan eserlerin büyük bir bölümü, bu kez armağan olarak verilmeye başlanır. Hem de armağanların seçimleri, sefirlere bırakılarak.

Evet; uzunca bir süre; “Bizde o taşlardan çok var ” mantığı sonucu, elimizde bu kadar tarihi eser kalmış ama yine de,büyük bir bölümü yurt dışına kaçırılmış.

Aranan kelimeler:

25 Mayıs 2009
bosluk

cumhuriyet tarihi Son Yazılar FriendFeed
kişi siteyi ziyaret etti